Ben yine seviyor olacaktım seni
Nuh Tufanı’nın on yıl öncesinden,
Ve eğer istersen, lütfet bana reddedişlerini
Yahudiler değiştirene dek dinlerini.[1]
Bazı kavramlar üzerine yazmak, insanlığın başlangıcından bugüne kadar olan kısımlar üzerine yazmak zorunluluğu doğurur. Çünkü eğer insanın öznesi olduğu bir kavram veya olay söz konusuysa, münferit dinamiklerin, belirli şartların ve algılayışların da olduğunu hesaba katmak zorundayızdır. Dolayısıyla aşk üzerine düşünmek, insanlık tarihinin âşık olan tüm insanlarına göz kırpmak anlamına gelir. Şimdi olmayan insanların da bir zamanlar kalbi hızlanmış, dizlerinin bağı çözülmüştü. Her insan sahneye çıkıp, dünyanın en özel duygularından olan aşkı yaşayıp -belki de mücadele edip- zamanı geldiğinde dünyadan ayrıldı; aşkları da onlarla birlikte göçüp gitti. İnsanların en zalimlerinden en güçsüzüne, en iyisinden en aptalına kadar herkesin belli biçimlerde yaşadığı aşkı, bir deneyim veya hissetme biçimi olarak nasıl ele alacağımızı belirlemek; aslında aşka nasıl baktığımızı, onu nasıl yaşadığımızı veya yaşamak istediğimizi de ortaya koyar. Bu bağlamda, aşk üzerine yazmanın da aşkı -en azından- bir ülkü olarak içerdiğini söylemek yanlış olmayacaktır.
Aşkı yazmanın en büyük zorluklarından biri, ona belirli bir sınır koymak gerekliliğidir. Antik Yunan’da bir tür dostluk, yurttaşlık görevi olarak görülen, ama sonrasında eros’laşan bir aşkın varlığından söz edilebilir.[2] Roma’da ise anlaşmaya bağlı, birbirini umursama üzerine kurulu olan ama nihai olarak imparatorluğa hizmet ettiği ölçüde değerli olan bir aşktan bahsedilir.[3] Dolayısıyla, her kültür kendi anlatısallığını inşa ederek, aşka ve âşık olmaya dair çeşitli kurallar ve belirlemeler getirmiştir. Bu bağlamda aşkı, tüm insanlığın kalbini hızlandıran ve dizlerinin bağını çözen bir duygu olarak ele almanın imkânsızlığı açıkça görünür. Aşkın fizyolojik veya psikolojik boyuttaki benzerlikleri, kültürel dinamikler karşısında silikleşerek, genel bir kavramsallaştırmaya izin vermeye yetmez. Yapılacak şey, aşkın bir meydan okuma olarak, zamanla, mekânla ve insanın kendisiyle olan ilişkisinin kavramsal çerçevesini çizmekten ibaret olacaktır.
Aşk, sonuçları bakımından hiçbir zaman iyileştirici olmamasıyla ünlüdür. Ancak gerçekten de iyileştirici olma vaadini kendisinde taşır.[4] Bu sebepten, aşkı tamamen bir yaralanma biçimi olarak anlamak doğru olmayacaktır; çünkü aşk bir insanın içinde uyandığında, iyileşme vaadiyle ayakta kalır ve yeşerir. Bu aldanış, aşkın en net göstergelerinden biridir. Aşk hem korkutucu hem de aynı oranda önem görendir. Böylece, bir iyileşme biçimi olarak yaralanmak, bu zıtlıkları ve aldanışları da içerdiğinden, aşkın kavramsal temelinde olmaya hak kazanır. Suratında geniş bir gülümsemeyle âşık olduğu kişiyi -iyileştirileceği kişiyi- düşünen birisini, köşede sinsice bekleyen yaralanma görüp güler. Burada, aşkın meydan okuyucu bir özelliği ortaya çıkar. İyileşmeyi umarak, bizzat yaralanmanın kendisine meydan okuyuş vardır. Umudunun boşa çıkacağını bilmez. Ancak bilse de yani her şey âşığın aleyhinde işliyorsa, yaralanması, umutsuzluğa düşmesi, kasvetle dolması kesin olsa bile, âşık yoluna devam edecektir.
Keşanlı Ali’ye, “Korkmuyor musun?” diye soran Zilha, hem bir âşık hem de bir epik karakter cevabı alacaktır: “Korkmasına korkuyorum. Ama neylersin ki ortada destan var. Destanı yalan komak olmaz.”[5] Keşanlı Ali gibi, âşığın kendisi de böyledir; ortada bir aşk vardır, meydan okunması gerekir.
Zamana ve Mekâna Meydan Okuma Biçimi Olarak Aşk
Şimdiye kadar, yalnızca âşık olana yönelik açıklamalar yaptık. Ama kural olarak, aşkı doğuran, bir âşık yaratan özne de vardır. Âşık olan biri -eğer şansı yaver gitmişse- âşık olduğundan karşılık bulabilir. Bu durumda, yukarıda bahsettiğimiz tüm belirlenimler, aşka karşılık veren -çiçeği burnunda- âşık için de geçerli olacaktır. Eğer bahsedilen aşk, karşılığı verilmiş bir aşksa, artık iki farklı hayatın, iki farklı deneyimler dünyasının hizmet ettiği tek bir “deneyim dünyası”ndan söz etmek mümkündür. Aşk, dünyanın içerisinde ayrı bir dünya, anlamlar arasında ayrı bir anlam yaratır; “aşk daha sınırlı bir seçim yapar ve bu seçim artık herkese uygulanamaz, yalnızca birbirlerini sevenlere uygulanabilir.”[6] Meydan okumanın kendisi, bizatihi tüm dünyayı -iki âşık hariç herkesi- geride bırakmakla gerçekleşmiş olur.
Gerçekten de aşkın sadece âşık olan iki kişi arasında geçerliliği olan anlayışlar ve yorumlar silsilesi yaratması düşünmeye değerdir. Bu, aynı zamanda epistemolojik bir sorundur. Kant’ın, bilebileceklerimizi, deneyimi mümkün kılan zaman ve mekân çatısı altında temellendirmeye varan eleştirisi; aşkta da geçerlidir ancak müşterek bir yalıtılmışlığı barındırır. Bireyin âşık olduğu kişinin tüm hissettikleri, düşündükleri veya algıladıkları; âşık olan birey için olanaklar arasındaki en çekici ve belki de en doğru şeylerdir. Doğruluğun, geçerliliğin veya algının kendisi, aşk tarafından iki kişi arasına sığdırılmıştır; bu, iki âşık arasındaki minik bir Saf Aklın Eleştirisi gibidir. Zaman ve mekân mefhumu, iki âşık tarafından yeniden tanımlanır ve bir şeylerin anlayışı için temel oluşturur.
Bu küçük müşterek dünya, Hemingway’in Robert Jordan adlı karakterinde kendini gösterir. İç savaş şiddetlenmişken, kimse geleceğine dair ufak varsayımlar bile yapamazken, ortada iki âşık vardır. Jordan ve Maria bir düzlükte, uzun otların arasında sevişme fırsatı bulmuşlardır. Ardından, Jordan kadına “Sen de toprağın altımızdan kayıp gittiğini duyumsadın mı?” diye sorar. Mekân askıya alınmış; aşk yolunda silikleşmiştir. Ardından, şu cümleler yazılır:
Uzun zaman diye bir şey yoksa, yaşantınızın da geri kalanı diye bir şey yok, şu andan başlayarak; ama yalnızca şimdi varsa, şimdidir kutsanacak olan öyleyse, şimdiyle birlikte olmaktan da mutluyum. Şimdi, ahora, maintenant, heute. Şimdi, bu sözcüğün tüm bir dünya olması, tüm bir yaşam olması ne gülünç.[7]
Aşk, eğer karşılık bulduysa her şeyi müşterek bir ikiliğe dönüştürdüğü için ancak şimdi’ye özgü olmak zorundadır. Ancak eğer bir müşterek ilişki söz konusu değilse, âşık aşkına karşılık bulamıyorsa, bir şimdi’den bahsetmek mümkün değildir. Tek taraflı aşk, ortaklığa izin vermediği için, zamanı ve mekânı farklı biçimlerde ve tek taraflı olarak âşık olduğu insanın üzerine inşa etmekten başka çare bulamaz. Hatta denilebilir ki, bir meydan okuma olarak aşkın kendisi, karşılık bulamayan âşık için her şeyin şimdi’ye meydan okuduğu bir duruma dönüşür.
“Milord,” diye haykırır Kraliçe, “Sizi sevdiğimi asla söylemediğimi unutuyorsunuz.” Milord cevap verir: “Ama beni sevmediğinizi de asla söylemediniz.” O anda Milord, Kraliçeyi ilk gördüğünde ne giydiğini ve saçlarının nasıl olduğunu, aradan seneler geçmesine rağmen büyük bir hevesle anlatır. Kraliçe cevap verir, “Boş bir tutkuyu böyle anılarla beslemek ne büyük bir çılgınlık!”
Burada, Milord aşkın belki de en büyük temsillerinden birini sunar; cevabı hem büyük bir yücelik taşır hem de yüceliği kadar çaresizliğin de sesidir. Kraliçe’ye cevabı şöyledir: “Ama neyle yaşamamı bekliyordunuz? Elimde sadece anılar var. Onlar benim mutluluğum, hazinem, umudum. Sizi her gördüğümde yüreğimdeki mücevher kutusuna bir elmas daha koyuyorum (…)”[8] Şüphesiz aşkın en büyük yardımcısı hafızadır. Geçmiş, sürekli olarak şimdi’ye saldırır. Âşık, geçmiş tarafından sürekli saldırıya uğrayan şimdi’sini, yine geçmişiyle tedavi etmeye girişir. İyileşmeyi, yaralanarak mümkün kılmaya çalışır. Dolayısıyla tek taraflı âşık için şimdi yoktur, geçmiş vardır. Daha doğrusu, müdahaleye maruz kalan bir şimdi’ye sahip olduğu için geçmişi ön plandadır.[9]
Aslında meydan okumanın kendisi, olumsuzlama veya yanlışlamayla başlar. Çoğu şey iki kişiliktir; burada bir nesnellik gelişir ve dışarıda bırakılanlara meydan okur. Aşk, ancak kendi dayattığı doğruların seve seve kabul edildiği bir yerde bulunur. Zaman ve mekânla sınırlı değildir. Nüfuz ettiği doğrultuda, kendini besler ve büyütür. Aşkta mantığın olmadığını söylemek yanlıştır, aşkta bir mantık vardır ama bu mantık bizzat aşkın kendi mantığıdır; onun anlaşılmaz ve bilinemez çekiciliği de buradan gelir. Daha ileri gittiği yerler de olur. Bir bedene, bir varlığa veya olanağa dayanmayan durumlarda, aşkın var olmaya devam ettiği neredeyse herkes tarafından kabul edilir. Ulaşılmaz olana, artık yaşamayana, başkasına âşık olana duyulan aşklar mevcuttur; öyle ki, varlığın veya yokluğun, olanaksızlığın ve şansın tüm paradigmaları bizzat aşk tarafından yeniden düzenlenir: Olanaksızlığın kendisi, umut verici bir ışığa dönüşmüş olur. Böylece her şey başa döner: Yaralanmanın kendisi, iyileşme vaadi sunarak âşığı yolda tutmaya devam eder.
Aşkın, şehvetin ve tutkunun tanrısı Eros, annesi Afrodit’in bir isteğini yerine getirir. Milet kralının kızı olan Psyche,[10] güzelliğiyle ölümlülerin ve ölümsüzlerin dikkatini çektiği için Afrodit onu kıskanır.[11] Afrodit, oğlu Eros’tan, Psyche’yi çirkin bir canavara âşık etmesini söyler. Eros gökyüzünden okunu atmak üzereyken, Psyche’yi görür ve ona âşık olur. Annesi Afrodit’in haberi olmasın diye, Psyche ile ıssız bir yere inşa edilmiş sarayda vakit geçirirler. Ancak bir aşk tanrısı olarak Eros’un, ölümlü bir insana gözükmemesi gerekir. Dolayısıyla Eros, gecenin en karanlık saatlerinde sevgilisinin yanına gelir; şafak sökmek üzereyken ayrılır. Mum yakmak, aydınlatıcı herhangi bir şey kullanmak yasaktır. Psyche, onu görmek istediğini belirtse de nafiledir. Kendisini bu denli seven insanın çirkin biri olabileceğinden endişelenen Psyche plan yapar. Bir gece, Eros ile Psyche tutkuyla sevişirler ve Eros, gitmeden önce biraz uyur. Psyche bir mumu yakar ve Eros’a yaklaştırır: Genç, güzel ve tanrısal bir bedeni görür. O anda, mum Eros’un omzuna damlar; Eros uyanır ve olanları görünce, Psyche’yi terk eder.
Görüldüğü gibi, aşkını tanıma, ona daha çok yakınlaşma olarak görünen bir eylem, bizzat aşkı yok eder veya uzaklaştırır. Kavuşmanın, hemhal olmanın mesafe anlamına gelmesi, yine aşkın meydan okuyucu olduğunu ortaya koyar.
İyileşme, Yaralanma ve Yas
Ayrılık, aşkın içinden çıkıp özgürleşmek için fırsat kollar. Bir eksiklik, yok oluşun nöbetini bekleme ve keder humması. Aşk, hiçbir şeyin yerini tutamayacak bir şey olduğu kadar, ayrılık vakti geldiğinde hiçbir şeyin telafi edemeyeceği bir şey olarak da yeni bir surette görünmeye başlar. Ayrılık durumunda, âşık olunan kişi tarafından iyileştirilmek umudu tamamen yok olur. Kişi kendi kendini iyileştirmek zorunda kalır. Duyduğu aşkın iyileşme içerdiğine şaşırır ve ayrılık yarasıyla baş başa kalır. Sertab Erener, “İyileşiyorum” adlı şarkısında, “Umurumda değil, iyi ki bitti,” der. Omuzlarından koca bir yük gitmiş, yokluğuna alışmıştır. Ancak “iyileşiyorum” dediği her an, sitemkâr, sessiz ve kasvetlidir.
Ayrılık, ancak ayrılığın kendisi hafızadan ayrılınca tamamlanır. İki kişi arasındaki yaşanan ayrılık, aslında ayrılığı temsil etmekten uzaktır. Âşık olan kişinin, âşık olduğu kişiye hissettiği koca bir “onsuzluk” vardır; bu durum aslında ayrılığın tek kişilik olmadığı anlamına gelir. Âşık, kendi hafızasıyla hesaplaşmak zorundadır: Unutuşun hafızanın derinliklerine sinmesini bekler. Bunu yaparken, ayrıldığı kişiyle oluşturdukları ortak hafızayla da hemhal olma şanssızlığını yaşar. Unutma, burada bağışlamayla birlikte gerçekleşmek zorundadır. Ayrılığın yaşanması, iyileşme umuduyla alınan yaralar, hafızanın geniş bir şimdi yaratıp, âşığın zihnini kaplaması; tüm bunlar bağışlama ihtiyacı doğurur. Âşık, karşısındakinin aşka karşılık vermediğini, ayrılığı yarattığını düşünür; haksız da olsa bağışlamak ihtiyacı hisseder. Ancak bu mümkün görünmez çoğu zaman: Bağışlanacak olan zaten bağışlanma ihtiyacı duymaz. “Bağışlama, eğer varsa, sadece bağışlanamaz olana dönüktür.”[12]
Tüm bunlar olurken, âşık kaybının yasını tutar. Yaşanmamış şeyleri, yaşanabilecek şeyleri hesaplar, hayal eder; aslında hiç olmamış şeylerin bile yokluğunu hisseder. Oriana Fallaci’nin Doğmamış Çocuğa Mektup kitabındaki tahayyüllerin verdiği kasvet gibi, âşığın kendisi de, olmayan çocukların, gidilmemiş yerlerin, yürünmemiş sokakların yasını tutar.
Böyledir âşığın destanı. Korkmasına korkar, iyileşmek umuduyla yaralanır, bağışlanamaz olanı bağışlamaya çalışır. Unutmaya çalışır, olmayan şeylerin yasını tutar. Gün gelir unutur, belki yeniden âşık olur: Nihayetinde ortada destan vardır. Destanı yalan komak olmaz.
[1] To His Coy Mistress, Andrew Marvell. Çeviri tarafıma ait.
[2] Ayrıntılı bilgi için bkz: Sandra M. Lynch. (2013). Dostluk Üzerine. (Çev. Fermâ Lekesizalın), Ayrıntı.
[3] Ayrıntılı bilgi için bkz: M. Foucault. (1986). The Use of Pleasure: The History of Sexuality, II., Vintage Books.
[4] Aşkın nihai bir keder veya yaralanma olduğu, şarkılarda da net olarak gözükmektedir. Birçok şarkı, aşkın kişide açtığı yaraları, kişiye verdiği kasveti veya üzüntüyü anlatır. Aşkın bir iyileştirici olarak, keyifli ve heyecan verici bir şey olduğuna değinen pek az şarkı vardır.
[5] Haldun Taner (2015). Keşanlı Ali Destanı. Yapı Kredi Yayınları.
[6] Niklas Luhmann. (2014). Aşk. (Çev. Akın Terzi). Edebi Şeyler.
[7] Ernest Hemingway. (2018). Çanlar Kimin İçin Çalıyor. (Çev. Erol Mutlu). Bilgi Yayınevi.
[8] Alexandre Dumas. (2019). Üç Silahşör. (Çev. Volkan Yalçıntoklu). İş Bankası Kültür Yayınları.
[9] Zeynep Sayın, İmgenin Pornografisi adlı eserinde, Plinius’un Doğa Tarihi’ndeki bir anlatıyı aktarır: “…sevgilisi uzaklara giden bir kadının, onun gölgesini ‘resimsilkme’ denen yöntemle resmetmesiyle gerçekleşmiş, kadının âşık olduğu erkeğin gölgesi, sevilen bedenin varlığıyla yokluğu arası bir varoluşu esinlemiştir” (s.37). Kadın, geçip gitmiş olanı, eski zamana ait olanı, kendi isteğiyle şimdi’ye çağırır. Zamana ve mekâna olan bağımsızlık tek taraflıdır ama kalıcıdır.
[10] Eski Yunancada psyche kelimesi, ruh, nefes veya can anlamlarına gelir.
[11] Eski Yunan anlatılarında, tanrıların kıskanç olduğu sıkça dile getirilir. Bu, aslında insanların aşırıya kaçmamaları ve ölçülü olmaları için verilmiş bir gözdağıdır. Herhangi bir şeyde aşırıya kaçtıklarında, tanrılar ya kıskanır ya da kızarlar. Eski Yunan toplumunda, en büyük günahlardan biri, bu yüzden hubris’tir; aşırıya kaçma, haddini aşma veya kibir. Psyche güzellikte haddini aşmış, Afrodit’i sinirlendirmiştir.
[12] Jacques Derrida. (2001). On Forgiveness. (Çev. Mark Dooley ve Michael Hughes). Routledge.