“…Wolfgang (Pauli) bir keresinde bana Einstein’ın “Görecelik” kuramını anlayıp anlamadığımı sordu. Bunun üzerine “anlamak” sözcüğünün bizim doğabilimimizde ne anlama geldiğini bilmediğimi söyledim. “Ama matematiksel çatıyı bilirsen,” diye itiraz etti Wolfgang, “o zaman verilen her deneyde hareketli gözlemciyle hareketsiz gözlemcinin neler algılayacaklarını hesaplayabilirsin. Ayrıca gerçek bir deney, matematiksel hesapların öngördüğü biçimde sonuçlanacaktır. Daha ne istiyorsun?”

“Benim zorluğum da işte burada,” diye cevap verdim. “Daha fazla ne istenebileceğini bilmemek, ama bu matematik çatıyı oluşturan mantık tarafından kendimi adeta aldatılmış hissediyorum. Belki de kuramı kafamla değil yüreğimle anladığımı söyleyebilirsin. “Zaman”ın ne olduğunu fizik öğrenmeden de bilebileceğimi sanıyorum. Gerek düşüncemiz gerekse eylemlerimiz bu naif zaman kavramını gerektiriyor. Belki şöyle de formüle edilebilir: Düşüncemiz zaman kavramının görevini yapmasına, başka bir deyişle bizim zamanın üstesinden gelebilmemize dayanıyor. Eğer bu zaman kavramının değiştirilmesi gerektiğini iddia edersek, yönümüzü bulabilmemiz için gerekli olan dilimizin ve düşüncemizin kullanılabilir araçlar olup olmadığını artık bilemeyiz. Newton’da ve Faraday’da da dikkat çekici unsur, bunların yeni sorular sormaları ve bunun bir sonucu olarak da yeni açıklayıcı kavramlar oluşturmalarıdır. “Anlamak” kavramının çok genel anlamları var. Bunun içine, görüngülerin pek çoğunu zincirleme ve homojen olarak tanımaya yarayan kavramlara sahip olmak, tasarımlarda bulunmak durumu da giriyor.”

Dünyayla ilişkimiz duyularımızın ötesinde gerçekleşiyor. Küçük bir çocuk olarak konuşmayı ve düşünmeyi öğrendiğimizde birbirine bağlı duyusal izlenimleri bir sözcükle betimlemek olanağını keşfediyoruz; örneğin “top” sözcüğünde olduğu gibi. Biz “top” sözcüğünü yetişkinlerden öğreniyoruz ve anlaşılmış olmaktan haz duyuyoruz. O halde kelimenin ve “top” kavramının oluşumu, gerçekte son derece karmaşık olan duyusal izlenimlerin bir araya getirilmesini sağlayan düşünce ekonomisinin bir sonucudur.

Eğer Amerika kıtasını keşfeden Kristof Kolomb’un yaptığı en büyük iş nedir diye sorulursa buna şöyle cevap verilebilir: Yeryüzünün yuvarlaklığından batıyı izleyerek Hindistan’a varmak için yararlanmak değildi – bunu daha önce başkaları da düşünmüştü. Ayrıca, Kristof Kolomb’u başarılı kılan şey, keşif gezisine son derece itinalı bir şekilde hazırlanması ya da gemisinde uzmanlar bulundurması da değildi; asıl bu keşif gezisinin en zor yanı, o güne dek bilinen bir toprağı terk etmek ve eldeki stoklarla geri dönüşün artık olası olmadığını bilerek batıya doğru yelken açmaktı. Bir bilim dalında da bilinmeyene yolculuk, o güne kadarki bilimin dayandığı temeli terk etmek ve böylece adeta bir boşluğa atlamakla yapılabilir.

+ Son Yazılar