Manevî yolun hakiki anlatımı öyle bir anlatımdır ki hiçbir masala sığmaz; ama sevdalısını bulup sevdalanarak anlatılırsa bütün masallara konu olabilir. Masallardaki sevdanın içindeyse sürekli bir gizem vardır. Bu gizemin işareti ise insanda saklıdır. İnsansa saklı olanı açığa çıkarmak için bizatihi kendi yaşadığı manevî âlemlerini deneyimlemek durumundadır. Deneyimde hem anlam hem de anlayış vardır. Bu da insanı bazen hüzünlendirebilir bazen de coşturabilir. Bu yaşanan hâllerin tanık kılınmasıysa insanın kendi bilgeliğine doğru yol almaya başladığını gösterir. Bilgelik yolunda yürüyen insanda bir doluluk hâli oluşur. Bir müddet sonra da bu doluluk gönülden taşmaya başlar. Taşan hâlin ifadesiyse insanın kendi yaşadığı manevi âlemleriyle alakalıdır. Bu manevi âlemleri açığa çıkarmak için bir anlatım dili kullanılmak durumundadır. Bu dil de bilgenin kendi meselleri, misalleri, masallarıdır. Böylelikle insan kendi bilgeliğine erişmiş olur. Bu hâllerinin tesiri insanın kendi kaynağına ulaşmasıyla alakalıdır. İşte bundan dolayıdır ki insan öz kaynağındaki manevî âlemlerini deneyimleyerek ve bunları da masalsı, sembolik bir dile çevirip kendi hakiki anılarını zikrederek (anımsayarak) anlatılanın varlığı (özü) olmak durumundadır.

Anılar o kadar tesirlidir ki geçmiş ile geleceği bugüne getirerek kendisini mit gibi dirimli kılar. İşte bu yaşanılan manevî anılardan biri de Âşık Kemter Yusuf Dede ile yaşadığım masalsı anılardır.

Erenlerim ile Tanışmamız:

Merdivenköy’de bulunan Şahkulu Sultan Dergâhı’nı hemen hemen her pazar ziyaret ederdim. Dergâhın gizemi ve sohbet ettiğim gönül dostlarımın sevgisi beni sürekli oraya çekerdi.

1992 yılının Mayıs ayı, yine günlerden bir pazar;  o gün de Şahkulu Sultan Dergâhı’nı ziyaretim farz olmuştu. O gün de cezbeyle dergâhın bahçesinde hâl-i istiğrak içinde dolaşırken erenlerimin kokusunu duydum. O koku beni kendisine doğru yakınlaştırdı. İşte o gün, vakti gelen gülümüzün açıldığı gündü. Erenlerim gönül dostları ile sohbet ediyordu. Sohbeti bozmamak için yanına usulen oturdum. Kendisi bana hitaben “Sevdiğim hoş geldiniz, sedanızda sizin gibi hoş olsa gerek, işitelim,” dedi. Sedamızdan sonra yerimizden kalkarak rûberû (yüz yüze) olduk, sonrasında ise lübbül lüb (özün özü) şarabımızın dudaklarını birbirine değdirdik. Bu hâlden sonra erenlerimle gönülden birbirimize bağlandık ve manevî masalsı maceramız başlamış oldu. Yolumuz bir oldu, gönlümüz bir oldu, ruhumuz bir oldu…

Kadim dost erenlerimle sürekli beraber gezmeye başladık. Manevî hizmetimiz bereketiyle o kadar çoğaldı ki dost meclislerinden sürekli davet alır olduk. Dost erenlerim, sohbete başlamadan önce bana dönerek “Erenlerim bir kapı aç da muhabbet bağına girelim,” derdi. Sonrası ise zevk-i âlem… Kendisi hâl ehliydi, hâlinin cezbesi o kadar tesirli olurdu ki gelip karşısında oturan dostlar ona doğru çekilirdi. Sohbet başladıktan belli bir süre sonra herkes kendi varlığını unuturdu. Konuşurken ufacık bedeni heybetinden büyümeye, yanında olan herkes ise küçülmeye başlardı, sureti bebekleşirdi. Sohbetlerinde ise daha çok huruf (harf), remiz (sembol) anlatım tarzı kullanırdı. Sorulan suallere de çoğunlukla kendi doğuşlarıyla karşılık verirdi. Ve tabii ki aşka gelince de telli kuran ile (sazıyla) söylediği deyişleriyle dinleyenleri coştururdu.

Erenlerimle yaşadığım pek çok anım oldu. Bunlardan birkaç masalsı anımı siz sevgili dostlarımla da paylaşmak isterim:

Erenlerimle Şahkulu’na beraber gittiğimiz bir gün oradaki mihman dostlarımız Ankara’dan bir zatı muhteremin geldiğini, kendisinin Şahkulu’nun konuk evinde olduğunu söylediler. Erenlerimle birlikte konuk evine gidip tanışmak istedik. Konuk evine girdiğimizde büyük bir kalabalık zatı muhteremin celalli olan konuşmalarını dinliyordu. İçeriye girdiğimizi görünce bizim yüzümüze bakarak Ankara’dan buraya teftişe geldiğini, büyük bir zat olduğunu ve isterse İstanbul’u sarsıp yerle bir edeceğini dile getirdi. Erenlerim ise çok sakince kendisine bir soru yöneltti: “Senin İstanbul’u yıkman bizim için önemli değil, asıl sen önce benim soruma cevap verebilir misin? Sen erkek misin, dişi misin?” Zatı muhterem bu soru karşısında asabi bir şekilde erenlerime, “ “Görmüyor musun, erkeğim,” dedi. Erenlerim ise “Sen erkek olmuşsun ama dişi olamamışsın. Dişi olamadıktan ve kendi gönlünün tahtını yıkamadıktan sonra istediğin kadar korkutucu konuş, bunlar bizim için geçersiz,” dedi. Zatı muhterem bu söz karşısında sustu ve verecek cevap bulamadı. Sonrasında erenlerim bana döndü ve  “Sevdiğim kalk gidelim, bizi yolumuzdan böyleleri alıkoymasın,” dedi.

Erenlerim o mecliste hem zatı muhtereme hem de onu dinlemek için oraya gelenlere büyük bir kemalât dersi vermişti…

Erenlerim ile birebir yaşadıklarımın yanı sıra can dostlarından da dinlediğim anılar da oldu:

2004 yılıydı, ailemle hizmet için Hace Bektaş’a gitmeye niyetlenmiştim. Gitmeden evvel de kendisini ziyaret ettim ve “Erenlerim niyazını Hünkâr’a götürüyorum,” dedim. Tebessüm ederek “Dost, dost niyazımızı tanıştığın tüm dostlara götür,” dedi. Nasip oldu, Hünkâr’ı ziyaret ettik. İkinci gün ise çarşıda dolaşırken hediyelik eşya satan bir zatı muhtereme rast geldim. Kendisiyle konuşurken o anda yüzüne bakıp “Sana Âşık Kemter Yusuf’un kokusunu getirdim,” dedim.  Heyecanla yerinden kalktı ve bana sarıldı, ağlamaya başladı, “Erenlerimin kokusunu getirene ne mutlu,” dedi. Dükkânı kapattı ve bizi evinde misafir etmek istediğini söyledi. Erenlerimle olan anılarını dinlemek ve aşk-ı muhabbet etmek için evine mihman (konuk) olduk.

Sohbetimizde, adının Ali olduğunu, erenlerimle aynı memleketten olduklarını ve aynı zamanda kamberi (hizmetkârı) olduğunu, uzun yıllar ona hizmet ettikten sonra onun da rızasıyla Hace Bektaş’a yerleştiğini söyledi.

Ali kamberinin ağlayarak anlattığı yaşanmış hakiki masalsı hikâyelerden birisi şöyleydi:

“Erzincan’ın Kemah kazasına gidiyorduk, hava çok sıcaktı ve susamıştım, dedeme: ‘Çok susadım, şu yakındaki köye uğrayıp bir bardak su içebilir miyiz?’ dedim. Dedem ise birden durdu ve bana: ‘Bu köyün tarlasının başaklarının içi boş ve çiğ,’ dedi. Ama ben anlamadım. Ben su içmekte tekrar ısrar edince beni kırmadı, köye gittik.

Köy çok sessizdi. Köyün girişinde bulunan kahvehanede oturduk, su ve ayran istedik. Bir süre sonra insanlar yavaş yavaş yanımıza yaklaştılar ve kahvehane bir anda kalabalıklaştı. Ama insanların bakışlarında rahatsız edici bir alaycılık vardı. Müsaade isteyerek yerimizden kalkmak istedik fakat köylüler bizi engelleyerek ‘Sizin görünüşünüzden ne olduğunuz belli durun bakalım,’ dediler. Kemter Dede’yi işaret ederek: ‘Bu kör adamın neden sakalları bu kadar uzun, yoksa ermiş mi? İspat etsin yoksa sizi bırakmayız,’ dediler. Dedem ise böyle bir sual karşısında heybetinden nar gibi kızarmıştı. O anda yanımızdan bir kız çocuğu geçiyordu ve elindeki sepetin içinde de yumurtalar vardı. Nasıl olduysa her şey bir anda oldu. Dedem büyük bir çeviklikle yumurtalardan birisini avucuna alarak bütün gücüyle masaya vurdu. Masa neredeyse ortadan ikiye ayrılıyordu. Dedem avucunu kaldırdığında yumurta kırılmadan dikilerek hızlıca dönmeye başladı ve uzun müddet döndü. Bunu gören köylüler şaşkınlıklarından hemen dedenin eline sarılmaya başladılar. Kemter Dedem yerinden kalktı ve bana dönerek: ‘Köyden hemen çıkalım,’ dedi.”

Dede ile yaşadığı daha başka birçok masalımsı anısını anlattı. Her bir anısında da o anı bizatihi yaşıyordu. Bu, hâline yansıyor ve zangır zangır titriyordu. Erenlerimin kamberinin evinde bulunduğumuz muhabbetli akşamdan sonra hizmetimizi de yaparak İstanbul’a döndük.

İstanbul’a geldiğimde gönül dostum erenlerimin yanına mihman oldum. Ona “Seninle çok cilvelerimiz oldu, bir cilven de yumurtayı döndürmekmiş,” deyince kendisi gülerek bana, “Erenlerim yumurtayı ben döndürmedim, döndüren Hakk idi,” dedi. Bu sözün sonrasındaysa zevklenerek muhabbetle nice âlemlere beraber gittik. Ârifler yaşarken mânâyı yaşatanlardır. Bilmeyenler mânâyı mucize olarak görüp aldanır. Bilmeye talip olanlar ise mucizenin hikmetini mânâya ulaştırır. Erenlerin mânâsını anlamayana çok anlatmak anlamsız gelir. Anlayana ise az anlatmak bazen makul gelir.

En büyük masalsı mucize, insanı anlamaktır. Bu anlayışın sonunda da insan ölümsüzleşir. Erenlerimi anlamak, anlayışını gönülde taşımaktır.

Bu âlemdeydin, başka bir âleme çekildin. Ölüm yok sana…

Erenlerim selam olsun sana…

Sevdiceğim selam olsun sana…

Mansur Yalçın
+ Son Yazılar