Okuma süresi: 42.52 mintues

Anadolu’da felsefeden söz edilebilir mi? Veya geleneksel bir bilgeliğin felsefesinin açığa çıkarılması ya da klasik anlamda köklerine bağlı bir düşünce disiplininin sorgulanarak açığa çıkması ve uygarlık bağlamında insan değerlerini sorun eden bir bilgeliğin yeniden üretilmesi olanaklı mıdır? Ve eğer bu olanaklıysa nasıl bir yöntem uygulanabilir, bağlı kalınması gereken tarihsel bir model veya izlenilmesi gereken bir yol, zorunlu bir süreç var mıdır? Bu sorular, birçokları için kulağa iddialı gelen başlığımız adına sorgulanmalı ve eğer yanıtları varsa, hiç kuşku yok ki onların da üzerinde düşünülmesi ve aydınlanma sorunu bağlamında ele alınıp eleştirilmesi gerekmektedir.

Anadolu’da felsefeye giriş, içeriği renkli ve kulağa hoş gelen kuruntu bir deneme olarak da görülebilir. Öyleyse bu çalışmanın diğer denemelerden ayırımını belirtmekte yarar vardır. Felsefenin Anadolu Uygarlığı tarihi içinde biçimlenişinin tarihsel, ekinsel ve arı kavramsal boyutunu konu etmesi, en önemli belirleyici ayırımıdır. İkinci en önemli belirleyici ayırımı, felsefeyi tarihselliği içinde, arı kavramsal bir boyutta yeniden bu topraklarda üretmeyi ereğinde bulmasıdır. Bunun önemi Aydınlanma kavramının tarihsel köklerinde yatmaktadır ve bir bilgeliğin kendini felsefe olarak ortaya koyması, insanlığın onur duyması gereken evrensel bir olgudur. Bu evrensel olgunun sorgulanması ise belirli bir erek doğrultusunda bilinçli, amaçlı ve yöntemli bir çabaya adını vermiştir, Anadolu’da Aydınlanma olarak.

Ekinsel yaşamın usu simgelerdir. Herhangi bir ekinsel simge salt duyumsal bir tasarım olarak düşünülemez veya usun arı kavramsal gerçekliği biricik gerçeklik saydığı bir alandan simgeleri anlamın muğlaklığı ya da tasarımın gizemsel bataklığı olarak eleştirmesi yanlış olacaktır, çünkü simgenin imlediği, hiçbir zaman duyumsal tasarımın görünüşü değildir, tersine simge sezgisel olarak bilincin ya da şeylerin ussal içeriğini anlatır ve bu yanıyla evrensele aittir. Böylece simgeler nesnel bir belirlenim olmakla aynı zamanda bilince ve şeye içkin belirlenimlerdir, ve ussal olanın açılımı, e.d. Kavramın örtük olandan açık olana doğru gelişimi, simgelerin bilince içkin ve tarihsel yanlarını da ortaya koyar, ki bilincin kendini bilme kıpısında, kavramın simgeler ile ilişkisi, tarihte insanlığın geçirmiş olduğu kıpılar olarak kavranır. Bu giz İbn’ül Arabi’nin tasavvuf felsefesini dizgesel olarak ortaya koyduğu ‘Bilgeliğin Esasları’ adlı yapıtında derinlemesine işlenmiş ve kavramın bütünsel bir dizge içinde tarihsel olarak gelişimi simgeler aracılığı ile ortaya koyulmuştur, üçlü dizge içinde İnsan kendini bilme ve somut bireysellik olarak üretme kıpısına 28 simgenin hikmetini ve birbirleriyle olan içsel ilişkilerini derin düşünerek, çözerek ve birleştirerek varabilmektedir. 1-Varlık ideası (Vücud), 2-Varoluş ideası (Mevcud), 3-İnsan ideası (Adem); bu üçlü dizgede İnsan ideası Alman Aydınlanmacısı I.Kant’ın da ortaya koyduğu ve daha soma Hegel’in arı kavramsal olarak tanıtladığı, tanrı ve evren idealarını birliğe taşıyan bir aşma kıpısıdır, bilgeliğin esasları olarak ileri sürülen bu önemli kaynakta simgelere ilişkin hikmetlerin özü derin düşünüldüğünde, insan sezgisel olarak kendini simgeler aracılığıyla tarihte tanır ve kendi ideasını bütünsel bir dizgede somut bireysellik olarak kurma sürecine girer. Bu dizgede simgeler, sezgiye açık kavramın tarih içinde ve varlığın mantıkta gelişimini sergilerler. Simge varlık ile varoluş arasındaki nesnel ve zorunlu bir bağdır, ancak arı kavramsal tanıtlanışı yapılmamış olmasına rağmen tasavvufta simge-imge bağı bilinçte sezgi olarak açığa çıkar ki, kurgul felsefenin çıkış noktası bu tinsel bağ olacaktır ya da daha doğru deyişle, Saltığın her şeyi kuşatan varlığının sezilmesi kurgul felsefenin başlangıç noktasını oluşturmaktadır. Örneğin aynı eserde İbn’ül Arabi, Tanrı’nın bütün evreni dirimsiz bir beden olarak kendinden dışlaştırdığını ve evrenin henüz işlenmemiş ve düzenlenmemiş donuk bir ayna olduğunu ileri sürmüştür, evrene dirimsellik veren ilkenin Rahmani Nefes olduğunu ve bu ilkenin İdealar dünyası ile bağını ve son olarak da idealar dünyasının Evrene ruh veren İnsan ideası olduğunu ‘Adem kavramının hikmeti’ başlıklı çalışmasında sezgisel olarak açığa çıkarmıştır. Gene kendi deyimiyle Futuhattı Mekkiye’sinde Saltık Hakikat olarak söz ettiği Bütünün ya da Evrenselin gözleminden keşfetmiş olduğu kavramların aralarındaki tinsel bağı simgesel olarak ortaya koymuş, ancak kavramdan kavrama geçişi arı kavramsal olarak ortaya koyamamıştır. Geçişin arı kavramsal olarak ortaya koyulması onun sezilmesinden ne kadar önemlidir ya da gerçekten önemli midir, bunun bir süreç olduğunu ve öneminin bu sürecin açılımında yattığını aynı bilgelik geleneğinden yetişen bir usta arı kavramsal olarak tanıtlamıştı. Bunun önemini, şimdilik tarihte, insanlığın her seferinde daha önceki açıklamalardan yetinmeden, Bütünlüğü daha açık bir biçimde ortaya koyma çabasında buluyoruz. Gene de sezgi ve simgeye dayalı hikmet öğretisi geleneğinde kelama dayalı geçişlerin ussal anlamda daha çok Aydınlanmacı Teosofistler tarafından ortaya koyulmaya çalışıldığını görüyoruz, onlar varoluşun gerçekliğini yadsımakla varlığı platonik bir düzeye, bir öte dünya tasarımına indirgemişlerdi ve gene yadsıdıkları fenomen dünyasını Varlığın bir belirişi olarak ileri sürmüş, giderek her şeyde tanrıyı görmüşler ve varlıktan kavrama geçişi çok açık ve net olarak ortaya koyamamışlardı. Her şey daha çok duygusal bir tasarımın gizinde yatıyordu, Tanrı kendini bilmek istemişti ve böylece kendine ilgisiz bir yan yaratmıştı. Ancak sorgulanması gereken şey, eksiksiz bir olgusallık olan Tanrının neden kendini bilmek istediği ve neden kendi olumsuzu olan bir evren yaratmış olduğudur. Arkasından gelen soru bu dışlaşmanın sorgulanmasına ilişkin ‘Nasıl’ sorusudur. Anadolu’da felsefe bu sorunu kendine başlı başına konu edinmiştir ve yanıtını aynı dizge içinde, kavramlarını tasavvuf felsefesinden ayıklayarak değil, ama olgunun kendisinden üreterek arayacaktır. Varlığın gerçekliğini somut gerçeklik olarak kavrayan ilkler metafizikçi Teosofistlerdi, varlığı arı düşüncede kavrayarak ilineksel dünya ile ilişkisini salt düzenleyici bir ilke olarak ortaya koymuşlardı. Belki ilk nedeni kavramışlardı, ikinci neden ve diğer belirlenimlerin geçişlerini de tanıtlamışlardı ancak onlar da varlık ile varoluşu birer geçimsiz yanlar olarak bırakmışlardı. Böylece salt tek yanlı bir belirlenim olarak tikel dünyanın karşısına konutlanan Evrensellik önceki denli eksik ve tikel bir belirlenime indirgenmekteydi. Düşüncenin nesnellik karşısında bütünsel kavrayışı sezgici Teosofistler oluşturmaktadır. Sezgiciler düşüncenin varlık ile ilişkisini, sonlu sonsuz ilişkisini ve karşıt kıpıların birliğini eytişimsel olarak kavramış ve varlığın konumlarını eytişimi aşan kurgul bir sürecin zeminine taşımışlardı; arı kavramsal olarak değil, arı kavramsal felsefenin zemini olan bütünsel kavrayışı kendilerine zemin edinerek. Sezgiciler, Doğayı ve Tini Tanrının kendini bildirdiği iki yan olarak ortaya koymuş, ancak bilinç için bu açılımı pek anlaşılır kılamamış ve daha çok tasarımın değil, simgelerin içinde devindiği bir giz düzeni içinde bırakmışlardı. Bunun nedenini anlayabilmek güç değildir. Bilinmesi gereken şey, bilinç düzeylerinin simgelerle ya da kavramlarla ilişkisinde evrildiği ve her ilişkide yeni anlayışlara ulaştığıdır. Bundan sonra yapılması gereken, bu zeminin ve bilinç düzeylerinin iyi kavranması ve sürecin doğru olarak, e.d. Kavramdan kavrama geçişleri bilinç için açık ve net kılarak, yeniden kurulmasıdır. Zorunlu bulduğumuz tek şey, geleneğimizin bilgelik sürecini ve onun kavramlarını tarihsel köklerinden koparmadan anlamaya çalışmaktır. Bu sürecin zorunlu açılımı felsefedir. Anadolu Bilgeliğinde bu sürecin tözsel öznesi Özgür insandır ve anlatılmak istenen görgül anlamda hiçbir şey ile bağlı ve koşullu olmayan ve kendi özündeki gerçekliği kavrayabilmiş özbilinç sahibi İnsandır. İbn’ül Arabi’nin söylediği biçimiyle ele alırsak, irfan sahibi birey, kendi içinde töz olarak taşıdığı varlığı bütünsel olarak kavradığından, dış dünyada bir inanç, bir görüş içinde kısılıp kalmaz. Anlayış çerçevesini daraltmaz. İşte bu anlayış ile anlatılmak istenen dünyaya ve insanlığa sonsuz bir özden sevgi ve şefkat ile bakabilmektir. İrfaniyet sözcüğün tam anlamıyla bilge severliktir. Bu ideal ülkü kendini kendi-başkasında bilen `Dost’ kavramıyla dile getirilmiş ve nice can bu ülkünün yeğin duygusunu gönüllerinde duyumsayarak antik bilgelerden kalan bilgelik ateşini omuzlayarak Aydınlanmayı toplumsal reforma kadar taşımışlardır. Anadolu’da köklerini Orpheus’tan ve Sokrates’ten alan bilge-ozan hareketi bunun somut kanıtıdır. İdea ya da ülkü terimleri, günümüzde terimin içeriğindeki anlam göz ardı edilerek yanlış anlaşılmalara neden olmaktadır. İdeal ülkü bir ideolojinin doğuşunu ya da bir görüşün veya inancın dirilişini imlemez, tersine imlenen Evrensel İnsanlığın hiçbir şeyi dışarıda bırakmayan İnsan ve hikmet sevgisi deneyimidir ve bu deneyimin dili Anadolu’da filizlenip, hayat ağacı olarak uygarlığa meyvelerini veren philosophiadır. Felsefenin kavramına uygunluğu felsefecinin eyleminde yatar. Eylemlerin kavram ile uygunluğunun sorgulanması genelde bir aklama çabası olarak anlaşılmaktadır. Çünkü insan “bozguncu, yanılan, yanıltan ve isyankar yanıyla bir günâh varlığıdır,” denilmiştir ve böyle olduğuna yüzyıllar boyunca inanılmıştır. “Böyle iken ölümlü ve sonlu bir insan nasıl olur da tanrısal ve bütünsel bir düzeye yükselebilir? Bu girişim tam anlamıyla bir aklamadır,” ilk tepkisel karşı çıkış budur ve ikincisi, sunulanın hiçbir tasarıma olanak vermeyen kavramsal yöntemine yönelik kuşkucu eleştiridir, sanki tasarım usun işiymiş gibi, denir ki, “Bütün bunlar belirli bir mantık dizgesinde anlam taşır ve doğruluğu tanıtlansa bile, asla duyusal gerçekliğinden pekin olunamaz.” Verilecek en uygun yanıt, tanıtlamanın bir sonuç değil, kendisinin bir süreç olarak saltık pekinlik olduğudur. Öte yandan bir olgunun aklanması başka bir şey, sürecin kavranmaya çalışılması, tarihsel tözün insanda açığa çıkması ya da dinsel bir söylemi yeğlersek, tanrısal tasarının insanoğlunda edimselleşmesinin bilincine varılması başka bir şeydir. Tasarı ya da idea salt kendinde, yalın ve ilişkisiz olarak alındığında kuşkusuz soyuttur, ancak onu somut kılacak olan biricik şey gene kendi olan düşüncedir; başkası olması belirleniminden salt bir ayırımla ki kendinde kavram olan varlık, eytişimsel doğası gereği, sonsuz doğası üzerine katlanmakta ve kendi sonsuz idealarının bütünü olan insan bilinci dolayısıyla kendini bilmekte ve her seferinde kendini yeni ve üst bir konumda üretmektedir. O halde `bilmek’ ve ‘üretmek’ somutluktur, bilmemek veya üretememek ise doğal olarak karşıtıdır. Anadolu’da felsefenin güçlü kökü olan tasavvuf bilgeliği bu somutluğu, `kendini bil’ deyişi ile insanda açığa çıkarmış ve erdemin en yücesini gene insanda bularak, açığa çıkardığı tözsel birleştirici değeri, ne töre, ne tüze, ne de diğer antik uygarlıkların temel ırasını belirleyen başka bir ölçüde, ama tarihsel, ekinsel ve toplumsal bütün değerleri insanda bir gören Dostluk değerinde aramıştır. `Kendini bil’ deyişi, tasavvuf bilgeliğinde `Kendini Dostunda bil’ anlayışı ile eşdeğer tutulmuş ve özgürlük salt bireysel bir aydınlanma
kıpısında tutulmayarak toplumsal anlamda özgürleştirici bir eyleme dönüşmüştür. Anadolu’daki bilge-ozan hareketi ve bilinçleri devrime uğratan bilgelikleri buna en iyi ve en somut tarihsel örnektir. Öte yandan İslamiyet ile temelleri atılan “Kendini bilen Tanrıyı bilir’, önermesi kelamcıların yaptığı gibi salt bilgi-kuramsal bir tasım olarak ele alınmamış, tersine Varlığın insanla ilişkisinde çelişik doğasını ve gene insan-insan ilişkisinde edimselleştirdiği hikmetin içselleştirilmesini, deneyimlenmesini, yaşantıya dönüşmesini ortaya koymuştur.

Bütün bu anlatımlar Anadolu’da felsefe nüvesinin varlığına ilişkin bir aklama çabası değilse, ne içindir? Eğer Anadolu’da felsefenin olanaksızlığı ileri sürülüyorsa ya da olabilirliği yolunda savunma niteliğinde bir dizi tartışma gerçekleşecekse, önce böyle bir başlangıcın, güçsüz dayanakları olan bir girişim veya entelektüel anlamda kurmuş olduğu mantığının zorlama bir çalışma olduğu ileri sürülecek ya da bunun karşısında yer alacak olan daha az iyimser görüş salt halk deyişlerinin, ozan edebiyatının veya özlü bilge sözlerinin belirli bir konu başlığı altında, örneğin erdem, aşk, hakikat, insan ve özgürlük ve devlet idesi olarak derlenmesi gerektiğini ileri sürecektir. Böylece salt öznel bir tarih bilincinin oluşturulması ya da ekinsel simgelerin belirli bir toplumun kesiminde belirli bir ritus eşliğinde imgelendirilmesi ve diriltilmesiyle açığa çıkan “kendinde coşku”, felsefenin yeterliği olarak anlaşılacaktır, ki bunların felsefeye ve onun kavramlarına katkıları kuşkusuz, içeriklendirme ve kavramın ekinsel ortamda tanınması açısından çok önemlidir, ancak felsefenin yeterliği kendindedir ve bu tözsel gücü hiçbir şeye bağımlı olmayan bir özyeterlikte, arı düşüncede aranmalıdır, çünkü kavramsal tanıtlamada, düşünce içeriğini ve biçimini kavramın kendi kendine devinen ve türeyen arı duru ırasından almaktadır. Düşüncenin özü gene düşüncedir ve bir şeyin kavramına ulaşmak o şeyi düşüncede kavrayabilmektir.

Anadolu’nun önemli bilgelerinden Hace Bayram Veli, kendi sufi geleneğine bağ kurarak Tanrı dedikleri cevherin İnsanın özü olduğunu ve bu özün kendi içine yansıyarak Tanrı ile birlik kur(ul)muş kavram olduğunu, bu kavramın bilincine varılmasıyla Rububiyet tacının insanda belireceğini ileri sürmekteydi. Her ne kadar Rabbilik taçta değil, insanın kendini bilmesinde ve erginliğine ulaşmasında ise de, Tinin Krallığının kurulmasının bir emek olduğunu en iyi biçimde sergileyen tarihsel bir simgedir taç. Tin bir edimselleşmedir, edimselleşme ise ideanın, tacını giyen içi dışı ‘bir’ etmiş bir gönül varlığı olarak insanda dışlaşmasıdır.

Felsefenin özünde, bir üretimin olduğu gerçektir ve kavramsal emek, kaynağını arı bilinçten almaktadır. Literatür, tarihin korunan bir belleği olduğundan, yazıyla aktarma yolu felsefe tarihinin ya da konusu olan an bilincin işlevinin ve tarihte kazandığı biçimlerinin ve kavramlarının tanınmasına olanak tanır, ama yalnızca tanınmasına, çünkü felsefe yapmak felsefeyi tanımak değil, felsefeyi üretmek, ve geçmiş belleğin sınırlarından ve kavramın donuklaşmış kayıtlarından özgürleşerek onu yeniden üretmektir, e.d. Literatürün yaratıcı imgelemi hapseden belirlenimci zincirlerinden kurtulmak için, önce o zincirlerin karanlıktan aydınlığa çıkarılması gerekmektedir. Böylece tanıma kıpısının aşılmasıyla sürecin yeniden üretimi başlamaktadır. Özbilinç için özümseme, kavramın kendi özgür bedenleşmesine olanak tanıdığından yeni her zaman bir yeni olmaktadır. Bu nasıl olanaklıdır? Arı kavramsal felsefe tam da bunu erek edinir. İdealist felsefe, kendine yeterli ve kendinden başka hiçbir şeye bağımlı olmayan Saltık bilinci gerçekleştirerek ve insanın duyulur dünyayı kapsayan duyulur-üstü dünyasında, felsefenin öz yurdunda özgürlüğünü üreterek, yaşamı saltık bütünlüğü içinde tanımayı ve onun sonsuzluğuna bitimsiz bir coşkuyla katılmayı erek edinir. Böylece kendi çalışmamız bağlamında denebilir ki, saltık bilinç, içi boş soyut bir kavramdır, kendi ekin tarihini içselleştirdikçe geniş bir anlayışa yükselir, başka ekinlerin simgeleriyle ve kavramlarıyla ilişkisinde içselleştirdiği bilginin -ya da bu tam anlamıyla hikmettir- kavramın edimselleşmesini sağlar. Bu olgusallık bilginin bilgi-işlem ve bilgi-iletişim süreçlerini kapsayan bir evrensel bilgi-üretim anıdır. Bilgi-üretim tasavvufun konusudur ve gene özünde tasavvuf, bilince pekin ve saltık bilgiye ulaşması için arı olmayan her şeyi olumsuzlamasını öğütler, bunu kendi keşfi ile üretmesinin yollarını gene kendi iye olduğu malzemeleri, bir bina veya bir demirci ustasının yaptığı gibi ham gerecini incelterek üretime hazırladığı bir yolla gösterir, incelecek ve hamlıktan olgunluğa dönüşecek olan, varlığın armonik birliğini algılamasına engel olan duygusu, duyumları ve doğal usudur, bir çırak ki, kendisinin kalfalığa yükselişine tanık olmakta ve bu yükselişin derin coşkusunu yaşamakta, böylece çoklukta birliğin algısına soyutlamayı ve somutlamayı birlikte deneyimlemiş olan, gene kendi olan bir özbilinç yükselmektedir. Tıpkı bir marangoz olmak isteyen insanın dirimli bir marangoz ustasına zorunlu olarak gereksinim duyması gibi, doğal bilincin de, bilincini hiçbir kayıt ve belirlenimle sınırlamayan ve kendini üretebilmiş dirimli bir özbilinç ustasına gereksinimi vardır. Bu bağlamda ustasının hikmetin içe doğuşunu sağlayan sözel aktarımında ya da Anadolu Sufiliğinin belirttiği gibi sohbet ortamında arı bir sevgiyle yer almalıdır. Bunu aşağıda belirteceğiz, geçmiş bir bellek salt sözlerin yorumsal boşluğunda yattığından, literatürün sınırlarının kaldırılması aynı zamanda kendisinin boşluğu olacaktır, bilincin boşluğunun tüketilmesi geçmiş belleğin bütün içeriğini bilmek ile olanaklıdır. Bu olanaksız mıdır? Olanaklıdır, arı kavramsal çalışma bilince anlıksal anlamda bir doyum buldurur, öte yandan bilinç kendi tümel tözünü arı kavramsal bir çalışmada keşfedeceğinden, özü olan saltık güzelliğin karşısında doyumsuz kalır. Ancak anlıksal doyum sonrası imlenen her zaman arı bilinç olacağından tanrısal güzele karşı olan bu doyumsuzluk devam edecektir. Böylece hikmet sevgisi tarihte hakim sevgisine dönüşmektedir. Çünkü bilinç özdoğasının aynasında dirimli ustasını görmektedir, ismini, resmini veya cismini değil, `Nereye baktıysam Güzeli gördüm’ gibi Platonik bir anlamda ideanın arı güzelliğini. Buradan yola çıkarak şunu söyleyebiliriz: Felsefenin özü hikmettir ve hikmet insanın özgür olan varlığıdır. Biz, insanın özgürlüğünü temele alan tasavvuf öğretisine hem literatürel olarak, hem de yönteminin işleniş biçimine uygunluk göstererek bilincin kendini bilme yollarını kavramlar yoluyla bir dizge içinde anlamaya çalışacağız. Anadolu’da felsefeye giriş kendine bunu erek edinmektedir. Ondan, sınırlarını aşarak diğer bilimleri ya da konusu olan tasavvuf bilgeliğini bir özet veya ansiklopedik bir derleme olarak sunması ve her bir önermeyi dayandıracak kaynakçalar ve literatürel bağlar kurması beklenemez. Eğer böyle bir girişimde bulunması istenirse, ortaya koyulan üretim salt geçmişin bir tekrarı olacaktır, felsefe ise geçmişi tekrarlamaz, o geçmişi şimdi ve burada hep yeniden kurar.

Her kıpı ideayı örten birer elbise gibidir, her defasında yeni bir biçimde bedenleşir. Anadolu’da felsefenin en önemli kaynağını oluşturan Anadolu sufiliği ve kendine özgü tasavvufunun özünde elbiselerle uğraşmak yerine ideanın kendisiyle uğraşma tutkusu vardır. Evrensel olanla uğraşma bilinçliliği, Yahudi geleneğinden kalan ve İsa’nın derin etkisiyle, kavramı her defasında yeni bedeniyle tanıma umuduna ve giderek bir tutku biçimine dönüşmüştür.
Belirtmek gerekir ki, Anadolu’da felsefenin olumsallığı üzerine konuşmuyoruz. Çünkü olumsallık bir olanaklılığı değil, tersine ilk bakışta bir olanaksızlığı söyler, sözcüğün sağın anlamı düşünülmeksizin. Biz diyoruz ki, Anadolu’da felsefe, felsefe olarak Anadolu’da işlenmiştir ve felsefenin tohumları, eğer benzetme yerindeyse, bu topraklarda Antik-İyonya bilgeliğince atılmıştır. Bu değerlendirme dayanağını şuradan almaktadır: Felsefenin başlangıç noktası, varoluş karşısında bilincin hem hayret; hem de hayranlık duymasıdır, ikinci adım ise kendi varlığını sorgulamasıdır. Anadolu tasavvuf bilgeliği, felsefeyi ve ona yönelmiş her bilinci her zaman başlangıcındaki gibi diri ve taze tutan, kendini bilmeyi en yüksek erdem olarak gören, kendini eleştirmeyi, edebli olmayı ve Saltık İyiliği estetik bir güzellik noktasında birleştiren ve hikmet-sevgisini içine alan bir bilge severliktir, bir süreç olarak gelenektir. Bu nedenle Anadolu’da felsefeye giriş ile ilgili olarak olumsallığı ileri sürmek, bu topraklarda meyveler veren deryayı görememektir. Ayrıca hikmet deryasının salt ilimle kavranamayacağı söylenmiştir, ama eklenmiştir: Varlığın derin özünün içselleştirilmesiyle yaşanmakta ve giderek o sonsuz derya olunmaktadır. Anadolu, Uygarlığa katkısını derya gibi aydınlanmış bireyler üreterek gerçekleştirmiştir.

Felsefenin diğer bütün bilimlerden bağımsız bir yanı ve giderek hepsine kaynaklık eden tözsel bir niteliği vardır. Özü olan kavram tarihte bir toplumun gereksinimleri, istenci ve duyuncu ile bedenleşerek dirilir, böylece felsefe olarak felsefe ya da düşünce, tarih içinde örtüklükten açıklığa doğru ilerleyerek toplumun tiniyle varlaşır ve başka toplumlarla gireceği ilişkilerle uygarlığa doğru genişleyen dirimsel bir boyut kazanır. Dirimli insanın eylemleriyle tutuşan felsefe giderek geniş kitlelere ulaşır ve Prometeus’un ateşi gibi dünyayı ve kitleleri aydınlatır. Nitekim bu topraklarda yaşayan ve özgürlük adına canlarını hiçe sayan nice bilgeler, tanrısal varlığın sevgi ateşini emek ve üretimleriyle bugünlere miras bırakmışlardır. Daha ne zamana kadar Atlas, sırtında dünya hamallığı yaparak bu bilgelik ateşinden mahrum kalacaktır? İşte felsefesiz bilimlerin durumu ünlü bir mitoloji kahramanı olan Atlas’in durumu gibidir. Kuşkusuz dünyanın dünya olabilmesi için onun bu ağır hizmetine de gereksinim vardır. ‘Sezar’ın hakkı Sezar’a verilmelidir.’

Felsefenin ve giderek Anadolu’da felsefenin evrensel yanının saltık noktada kavranabilmesi, doğru tarih bilinci ile olanaklıdır; doğru tarih bilinci aynı zamanda kimlik sorunudur, böyle bir bilincin inşası için gerekli olan şey, kronolojik bir bilgi birikiminden ve tarihsel, ekinsel ya da felsefesel haberlerin bellekte depolanmasından öte, ekin-tarihinin eleştirel ve kavramsal analizi ve tarihte aklın aldığı biçimlerin dizgesel olarak bilinmesi, kavranması ve bu sürecin bilinç için yeniden üretilmesi ile olanaklıdır. Bundan sonraki en önemli adım, özümsenmiş bilginin toplumsal anlamda insanın mutluluğu amaç edinilerek bilinçli ve amaçlı bir etkinlik olarak sürekli kılınmasıdır. Özümsenmemiş bilginin eyleminden söz edilemez. Belki kendinde bir çabadır, ancak ne anlamaya ne de değiştirmeye yönelik bir niyeti içinde barındırır. Daha çok varolanın bozulmasına ilişkin bir bilinçsiz çabayı dile getirir. Özümsenmiş ve kavramı içselleştirilmiş bilginin eylemi özgürleştiricidir, değiştirmek özümsemeyi, özümsemek de eleştirmeyi ve anlamayı gerekli kılar. Bütün bunlardan soma özgür eylem sorunu zorunluluğu yadsıyan bir edim olarak anlaşılamaz. O daha çok değiştirmek, dönüştürmek ve geliştirmek, bilgi, anlayış ve Us gibi özgür eylemin ilkelerine bağlı olarak zorunluluğun bilincine varmak ve özgürlüğün tarihte bir zorunluluk olduğunu kavramaktır. Salt kuramsal olarak eylemin insan için olduğunu ileri sürmek sadece ilgi çeken bir slogan olacaktır, bunun bir başkasına aktarımı ham yemişin hazmı gibidir. Hazmı zor olan şeyin açığa çıkardığı şey kabızdan başka bir şey değildir.

AYDINLANMA ve FELSEFE İLİŞKİSİ ÜZERİNE

Anadolu’da felsefeye girişin öbeğinde yer alan aydınlanma olgusu ile felsefe arasındaki özsel bağın ilişkisine arılayış sorunu bağlamında değinmekte yarar vardır.

Eğer aydınlanma salt bir ideolojik disiplin içinde yer alan bir olgu olarak görülüyor ve tarihsel sürecinden kopuk ele alınıyorsa, bu durumda aydınlanma gerçekten sanıldığı üzere bitmiş ve tamamlanmış bir olgudur ve böylece olgunun kavramında bulunan evrensellik kendisinden soyutlanmış ve giderek belirli bir coğrafyayla sınırlanmış olmaktadır. Aydınlanma bir zamanlar bir ekinin başarısı olarak literatürde anılır ve aydınlanmanın bu literatürü çok iyi bilmekle öğrenileceği söylenir. Bizim çoğu aydınımızın yaklaşımı bu yöndedir. Aydınlanma bu biçimde öğrenilemediği gibi entelektüel bir birikim olarak da görülemez.

Her bilinç kendi ekin tarihini, olay ve olguları nesnel olarak değerlendirmeli ve ‘bilgiyi’ eleştirerek onu farklı boyutlarıyla ve ilişkileri bağlamında anlamaya çalışmalıdır. Bu bir anlamda bilincin kendini sorgulaması ve eleştirmesi olacaktır. Çünkü içinde yer aldığı bu ortam aynı zamanda töre, alışkanlık, gelenek vs… Olarak kendisinde içselleşmiş durumdadır. Sorgulayıcı ve eleştirel olma bağlamında aydınlanma bir bilinç olgusudur ve bir uyanışı, bilişsel bir kavrayışı içerdiği söylenebilir. Bilincin kendi kendini konu etmesi, sorgulaması ve yargılaması Aydınlanmanın özsel olarak felsefe ile yakın ilişkisini ortaya koyar ki, felsefe, bilinçlenme ve insanın özgürlük sorununu kavramsal açıdan irdeleyen, eleştiren ve tanıtlayan bir ana bilimdir. Bu bilimin kavramında bulunan hikmet ve bilge-sevgisi olgusu insanı bilgi varlığı olarak sevgiyle kucaklayan bir anlayışın ürünüdür. Bu anlayışın tohumları Anadolu topraklarında filizlenmiş ve giderek, Batı toplumları birçok anlamda bu ekini kendilerine mal ederek insanlık adına büyük işler başarmışlardır. Öte yandan insanlığın evrimleşme düzeyinde geri sayılsa da, varlık sevgisi ve bilginin insan ile ilişkisi en üst biçimde Anadolu Bilgeliğinde ortaya koyulmuş ve yaşanmıştır. Özünde hikmet ve anlayışı barındıran bu bilgelik ve onun kişiliğini üretme bağlamında ortaya koyduğu tasavvuf felsefesinin bütünü, tarihsel bir evre olarak aydınlanmadır. Batı toplumlarınca bu tarihsel evre bir olgu olarak göz ardı edilmiş ya da tarihsel kökleri uygun kurulamadığı için sapkın eleştirilerle karalanmaya çalışılmıştır.

Anadolu’da ‘Nurlanma’, ‘Tenevvür’ veya ‘İşrakiye’ olarak kavramsallaştırılan bu olgu, bilincin kendini konu etmesiyle kendi saadetine ve özgürlüğüne giden yolun ve o yolun yasalarının bilincine varılmasıyla ilgili bir kimlik ve kendini bilme sorunudur. Felsefenin açığa çıkması, onu öğrenmekle değil, bizzat üretim sürecine katılmakla olanaklıdır, e.d. Bilincin kendini bilmesi, kendi kendini düşünmesi, eleştirmesi ve üretmesi aydınlanma yolunda bir etkinliktir. Bu etkinliğin arı kavramsal düzeyde bilinçli ve amaçlı, e.d. Yöntemli olarak gerçekleştirilmesi felsefi bir etkinliği ve üretimi gerektirir. Aydınlanma böyle bir etkinliğin içinde yer almak ve varoluşçu bir anlamla sınırlandırılmasa da bireyin ekinsel her alanda kendini özgürce gerçekleştirebilmesidir; toplumsal anlamda praxis, özgür-bireyin eylemidir, özgürleştirici bir etkinliktir ve aydınlanmanın özbilinç anlamında toplumsal boyutu praxis kavramı ile ilgilidir.
Diğer yandan toplumun bakış açısına göre aydınlanmanın insanın anlamlı bir yaşama kavuşması ve çevresiyle ilişkilerini anlam ve uyum içinde sürdürebilmesi olduğu ileri sürüldüğünde, gündelik-duyusal bilinç bu tanımın daha şimdiden yapıla gelen bir şey olduğunu ve kendisinin çoktan aydınlanmış bir birey olduğunu hiç çekinmeden söyleyecektir. Bu bilinç düşünmenin evrensel ruhundan yoksun olduğundan, aydınlanmanın yaşam ile ilişkisinde bilme ve sevgi edimini göremeyecektir. Böyle bir bilinç daha çok tasarımlarını ve duygularını gerçeklik olarak yaşama yüklemekte ve aydınlanmayı genelde sabahları gerçekleşen bir olay olarak tasarlamaktadır. Ancak felsefe ruhunu kendinde diriltebilmiş bir bilinç için bilmek, yaşam koşulları içinde ilişkiye girilen olay, olgu ve nesneleri anlamlandırabilmektir; yaşamak, sevmek ve yaşatmaktır. Bu ise bir özümseme ve içselleştirme süreciyle edinilecek bir anlayış ve bir yaşam biçemidir. Bu sürecin deneyimi, yaşama ilişkin özsel kavramların bilinçliliği ve bunların içgüdülerden başlayarak, bilinçaltı, duygu ve düşünce alanlarından yükselerek varlığın armonik-bütünlüğü içinde sezilmesidir.

“Uyumlu yaşamın ölçüsü yaşam deneyimlerinin yürekte ve gönülde uyandırdığı coşkudur,” denir. Bu coşkunun kaynağı bende bulunan arı bir sezgidir, bir yokluk deneyimi ki işlevi dış dünya ile iki yönlü gerçekleşmektedir; bu ben kendi yanından doğruluk, güzellik ve iyilik ilkeleriyle içkaynağının gönül evini bütün insanlardan kurarken, bu içkaynak bütün eylemlerine eşlik eden Adaleti doğurur; arka-tasarında büyük bir bilgeliğin varolduğu sürekli doğuşların kaynağı Gönüldür, ya da başka bir deyişle aşka düşmüş olan akıl, (loving mind), Anadolu bilgeliğinin üretmiş olduğu en yetkin kavramdır. Kavram olarak bilincin tikel bireyselliğinin yokluğu saltık kaynağın tümel varlığıdır ki, bilinç kendi özü ile kenetleşmenin duygusunu AŞK olarak yaşar. Arı bilinç kendinde coşku olarak gönüldür, ve AŞK, ‘gönül’e duyulan ‘sonsuz yöneliştir.’ Bu yöneliş, varlığın kendi içine gömülmesi olurken, aynı zamanda varlığın dışlaşmasıdır ve onun dili tekil-bütünlüğün fışkırması olan ‘doğuş’lardır. Bu doğuşlar tarihsel ölümsüz kişiliklere gönül bağıyla ve tarihte içkin bulunan törel öz dolayımıyla ve bir ekinin yaşama sevinciyle birlikte kendi tarihsel tözünü biçimlendirmiş, üretimlerini kendine varlığın armonik bütünselliğini iç ayna ederek ve oradan yansıyan hikmeti sanatsal bir yolda, genellikle de şiir düzeninde edimsel kılmaktadır; sokratik doğurtma sanatı içkaynağın keşfidir ve gerçekleştirildiğinde sağıltıcı bir yanı olan sezgi ya da yokluk bilincinin bir eylemidir. Bu noktada bu tür doğuşları, şiirden ve diğer türlerden ayırmak gerekmektedir. Çünkü şair şiirde özgün bir biçimde, öznel duygulanımlarının imgelerini dolaylı olarak ortaya koyarken, doğuşlar varlığın doğrudan sesi ye doğrudan üretimi olup, aracısız olarak gerçekleşmektedir. Böylece varlığın dolaysız kuvveti, doğrudan her şeyi kuşatan gücü açığa çıkarmakta ve buna ‘hal’ denilmektedir.

Sevinç bilgi üretimin emeğinde yaşanan bir lezzettir. Sevinç yanıyla aydınlanma toplumsal paylaşmayı gerektirir ve toplumsallıktan, paylaşımdan uzak bir eylem soyuttur, asla insancı değildir. Böyle bir tutumun kaçınılmaz sonu, toplumdan soyutlanma ve kendini toplumdan büyük görme anlayışı olmakta, temelinde ise korkuyu barındırmaktadır. Paylaşıma dayalı aydınlanma etkinliği ise kendine güveni doğurur, korku yalnızca özgüvenden yoksun insanlar içindir. Coşku ve sevinç gibi insanın doğal duygulanımını ve ruh yapısını yansıtan bir duygu varsa, o da korkudur. İnsanın bilmediğinden korkması doğaldır; bu doğal deneyim Batı ekinini kökten etkileyen Kitab-ı Mukaddes’in Vaiz bölümünde belirtildiği gibi bazı içrek öğretilerce de bilmenin ve bilgeliğin başlangıcı olarak görülmektedir. Ancak bilmenin bir sorumluluk olduğu ve bu sorumluluğun sevgiyle üstlenilmesi gerektiği, sevginin hikmet ile kucaklaştığı felsefe kavramında gizlidir. Korku ve günah temelli bir anlayışın ürünü olarak yükselen felsefe, özündeki sevgi boyutu dışarıda bırakılarak salt bilme edimi olarak görüldüğü sürece, düşünmek ya da bilmek gibi insanca etkinlikler söz konusu olduğunda gündelik-duyusal bilinç bunları sıkıcı, bunaltıcı ve genelde boş işler olarak değerlendirecektir. Evrik olarak herkesin düşünmeyi doğuştan becerebildiği konusunda bir ön koşullanma ve önyargı günümüzde çok yaygındır, bu nedenle bilinci kendine bilme konusu yapan böylesine özel bir bilimin deliliğe yol açacağı ileri sürülmektedir. Bu nesnelleşmiş ve inanca dönüşmüş yargının kaygısı arayış içinde bulunan insanları felsefeden uzaklaştırmaktadır. Özellikle genç yürekler, üzerlerindeki ruhsal baskısı yeğin olan bu yargı yüzünden hikmet-sevgisini anlamaya çalışmak yerine ondan kaçmaktadırlar.

Her bilimin olduğu gibi bilmeyi ve düşünmeyi konu alan felsefenin de kendine özgü bir kavram dili ve yöntemi vardır. Bir ön eğitim olmaksızın felsefeyle karşılaşıldığında, anlaşılmaz gelmesi doğaldır, ancak bu yabancılık her bilim, her sanat ve zanaat için geçerlidir. Belki bu anlaşılmaz olanın yarattığı panik birtakım sanılara neden olmuş olabilir. Ancak `alıştırma’ denen olgu sadece spor, sanat, dil ve matematiğe v.b. Bilimlere özgü bir sürekli çalışma etkinliği değildir, çünkü sürekli bilgi etkinliği ve kavram çalışmaları da alıştırma yapmayı gerektirir. Mantık biliminin felsefeyi anlamak isteyen her bilinç için bir alıştırma alanı olduğu söylenebilir. Böylece kavramlarla ilişkisinde kendi bilincinin işlevselliğini tanıyan bir bilinç, felsefeden büyük bir zevk almakta ve onu kendisi için üretmesi gerektiğinin zorunluluğunu anlamaktadır. Tikel ideası ne olursa olsun, felsefenin arı kavramsal dünyasında devinen ve onu kendi için üretmiş her bilinç için evrensel idea, insanın özgürlüğünün gerçekleştirilmesi olacaktır. Kuşkusuz bu anlayışa salt mantıkla ve felsefesel konu ve kavramlarla sınırlı kalınarak gelinemez. Kavramların diğer bilimlerle, farklı alanlarla ve kavramlarla ilişkisinde kazanacağı yeni biçimlerin, anlamların, düşünce tarihinde kavramların yolculuğunun izlenmesi ve felsefe tarihinin bir bütün olarak kavranması aynı zamanda bilincin diğer yetilerini de olgunlaştıracaktır. Böylece belki de felsefenin üretilmesi ve `kendini bil’ önermesinin edimselleşebilmesi için gerekli olan en önemli yeti, kavramında bulunan bilge-severlik bağlamında üretilecek olan duyarlık olacaktır. Yine de bilinci ve içeriğini konu alan her bilim için var olan genel tutum bir anlayışsızlık sorunuyla iç içedir. Anlaşılmazlığın bir diğer nedeni ise, ne işe yarayacağı yönündeki asılsız ve pragmatik kaygıdır. Diğer bilim dallarına göre felsefenin biricik ayırım noktası, bilinci, daha önce tanışık olduğu tasarım, düşünce ve kavramlarla yeni bir konumda farklı içeriklerle karşı karşıya getirmektir ve en önemlisi mantık yoluyla edimsel olarak bilince doğru düşünmeyi ve uslamlama biçimlerini öğretmektir. Bunu her biçimi konu edinerek yapması başka bir şeydir, süreç içinde bilince kavratması başka bir şeydir. Çünkü felsefe, bilinci tasarımlardan arı düşünme biçimlerine taşıyarak, kendi özü ve kaynağı olan an duru biçimîne dönüştürür ve orada özgürce devinmesine ve kendini yeni baştan üretmesine olanak tanır. Bu biçim evrensel olan özbilincin olay, olgu ve nesneleri bütünsel bir dizgede kavrayabilen kavramsal düzlemi ve uslamlama biçimlerini uygulamada öğrendiği bir derin düşünme noktasıdır. Bu kavramsal düzeyin kendini yaşam gerçekliğinde dışlaştırması, gene -zorunlu bir süreç izleyerek- belirli bir disiplin doğrultusunda olacağından, bir törel sanatsal-düşünsel-eylemsel yaşam-biçemine dönüşür. Törel anlamda felsefe, edeb ve ahlakı kendine ilke edinirken, sanatsal anlamda estetik, güzelliği bireyin yaşamında öne çıkarır, düşünsel olarak özgür vicdanı ve özgür düşünceyi insanda baş tacı ederek eyleminde, gerçekliği sürekli örtme gibi bir tutumu olan boş inanç ve cehaletle savaşır.
Bir şeyin sorgulanması, kısaca onun içinde bulunduğu konum, zaman ve ilişkiler bütününün ortaya konması ve tanımlanması, eleştirilmesi ve ussal kılınması demektir. Söz konusu olan şey, bilincin sorgulanması ve eleştirilmesi ya da ussal kılınması ise o zaman o şeye yüklemler dışsal bir kipte ilişkilendirilemez ve sorgulama düzeyi deney odalarında bilinci bin parçaya bölerek gerçekleştirilemediğinden, bilincin irdeleme ve sorgulama bağlamında bütün ortamı, gereci ve nesnesi düşünce olmaktadır; kendisi. Öznesi yine kendi olan bir an düşünme, e.d. Kendini bilen kendinin ya da bunun bilimi olan felsefenin böyle bir birlik noktasından düşünme edimini gerçekleştirdiğini, gündelik-duyusal bilinçten ayrıldığı noktanın ise onun daha şimdiden tasarımları olumsuzlayarak arı düşünme biçimine yükseldiğini söyleyebiliriz. Böyle bir bilinç sanıldığı üzere fildişi kulesine çıkmış, sürekli dalınçta kalarak sosyal yaşamın gereklerini ve sorumlu olduğu ödevleri unutarak, dünyayı umursamadan, soyut kavramlarıyla birlikte, elinde kağıt ve kalemi metafizik konular üzerinde yazılar yazarak vakit geçirmez. Tersine böyle yapanlar düşünmenin eksiksiz özünden yoksun insanlardır ve tarih boyunca dünyaya hep parazit olmuşlardır. Ancak sonsuz özü düşünebilenlerdir dev akıntılara yön verenler.

Felsefe bilinç için ‘farkındalığın’ üretimidir, onun ilkelerini ve yöntemini saptar ve bir disiplin içinde tanıtlar. Aydınlanma ise bu farkındalığın ilkelerini eleştirir, değerlendirir, yargılar; daha çok farkındalığın farkındalığıdır Aydınlanma.

Barışı felsefe sağlar ya da hiç olmazsa barışın yollarını arar diyebiliriz. Ancak aydınlanma yeryüzüne kılıç getirmektedir, bir savaştır aydınlanma. Zerdüşt’ün ortaya koyduğu biçimiyle bir tarih yasası gibi salt iyinin ve kötünün savaşımı değil, insanın kendi cehalet ile olan amansız savaşımıdır. Ünlü gölge oyunu örneğinde olduğu gibi, kendi bilincinin karşısına gene kendi olan bir boş inanç dikilir ve boş inanç arı bilincin aynasında anlam sürçmeleriyle devrildikçe, arı bilinç bu yansımadan kendine pay çıkararak evrilir ve kendini bilme sürecine yükselir. Bu noktada, aydınlanmanın felsefe ile özsel bağını kurarken ve aydınlanmanın boş inanç karşısında takındığı tutumu belirtirken, söylenmesini zorunlu bulduğumuz bir nokta da, özgürlüğü erek edinen bir bilincin kendini ellerinin arasına alıp onu özgürlüğüne kavuşturma sorumluluğuna gelmesidir. Ama türlü güçlükler yolumuza engel olabilir, bunlardan en zahmetlisi kendimizle ilgili olanıdır; anlayış sorunu. Kişi felsefeyle uğraşıyorsa anlamanın labirentli yollarında dolaşıyor demektir, eğer felsefeye tutkusu kavramı denli tutkuluysa her şeyden çok anlamayı istemelidir. Bunu samimiyetle isteyen bir bilinç, anlamadaki zorluğu görecek ve kendini sonsuz bilgi yığınları arasında yiterken bulacaktır. Ancak anlamadaki acziyeti anlayabilmek anlamanın ilk kıpısıdır. Bilgiyi küçümseyerek değerlendirme uyuşukluğuna ve cehalet karanlığının neden olduğu ‘Zaten biliyorum’ deme alışkanlığına karşı gelen ilk başkaldırıcı tutumdur. Bu tutum bilinçlenme yönünde emeğin sevinci ile desteklendiğinde, aydınlanmanın zeminini oluşturan ve özgürlüğün gerçekleştirilmesi için kendini değiştirecek, dönüştürecek ve geliştirecek bir ilkeye dayanması gerektiğini anlayacaktır. İşte bu ilke evrensel olandır ve ona yönelik tarihsel zorunlu açılımın gücüdür. Bu güç idealist felsefede evrene içkin olan tümel istenç ve Batıda töz felsefesinden tin felsefesine geçiş sonrası idealist felsefenin kaynak aldığı Hıristiyanlık dininin gnostik felsefesinde, İsa Mesih’in tanrısal sevgiyle bütünleşmesi olarak belirtilmiştir. Tasavvuf felsefesinin amacı bu gücü gönülde uyandırabilmek ve evrenselin doğasına uygun bütünsel bir anlayış ve duyarlıkta, emek ve üretimlerle insanlığın özgürlüğü uğruna hizmet etmektir. Gerçek Bilgelik bu hizmetin sevincini duyumsamak ve bu sevinci insanlarla paylaşmak gibi daha üst bir konumda durmaktadır. Anadolu’da felsefe, bu şahit olduğu hakikatin sürecine katılmakta ve onu arı bir kavramsallıkta üretme gibi zorlu, ama sözcüğün tam anlamıyla zevkli bir girişimi denemektedir. Bir başka açıdan aydınlanmaya baktığımızda kavramının özünde kökenbilimsel ve tarihsel olarak tikel bilincin evrensel bilince taşınması olgusu yatmaktadır. Felsefe tarihini bu kavrama dolaysızca bağlayan felsefenin evrensel bilince olan yakın ilgisi ve daha çok yeğin sevgisidir. Bu sevgi zaman zaman o kadar derinleşebilir ki, hikmet için bu yolda iye olunan bütün başka tikel arzu ve emeller bir kenara bırakılır ve varlığın giz perdesini aralamak için gönülde bir ışık uyandırılır. İşte bu ışık, anlamak ve bilmek için tüm engelleri aşacak olan bir cesaretin kaynağından yansımakta ve başarısının kaynaklarını tanıdığında bu cesaret bir özgüvene dönüşmektedir. Evrik olarak kuşku, sorgulama, eleştirme ve yargılama gibi yetilerden yoksun bırakılan bilinç, salt bir inanç kabuğu içinde sıkışıp kalarak, ya bilmediğinden korkarak inancının ona vadettiği saadete değil de, salt söylemlerine sarılacak ya da anlamadan yadsıdığı şeylerle kendisini bir anda kuşatılmış bulacaktır, ya da inancı yadsıyıp, onun tarihsel ve bireysel gelişim sürecindeki zorunluluğunu kavramadan, yerine günümüzde çokça yapıldığı gibi bilim koyulacaktır, bilim dini çağımızın alternatifi olmayan yeni dinidir, elçileri ve kutsal kitapları ise tahmin edileceği üzere, bilginler ve onların laboratuar raporlarıdır. Bu noktada meleklerin kanatlı varlıklar oluğuna inanan bir mümin ile dünyanın yuvarlaklığın ve döndüğünü deneyleyip gözlemlemediği halde, aydın olmak adına öyle olduğunu ileri süren bir tanrıtanımazın aynı çıkmazda bulunduğunu ileri sürüyorum, bir dinsel tutumda ve korkaklıkta. Dinsel tutumun ve korkaklığın nedenlerine gelince, her birey toplumsal bir varlık olarak dünyaya gelir. Kendisine verili bir kimlik giydirilen birey henüz olan biten hiçbir şeyin ayırdında olmayan arı bir bilinçtir. Bu bilinç dolaysızca bu verili kimliği zorunlu olarak özümser, o artık o olmayan bir başkadır, kendine yabancıdır. Kendine yabancı birey zorunlu gelişim sürecinde iç ve dış belirlenimlerin, tarihsel ve ekinsel koşullanmaların etkisiyle ve giderek eğitimin ve öğretimin, törenin, alışkanlıkların ve bilginin oluşturduğu algı kalıplarının darlığı nedeniyle bir anlayış karanlığına itilmiş, doğasında taşıdığı saflığı yitirmiştir. Şimdi aynı karanlık kendi doğasının ve ona içkin bulunan evrenselin ışığını görememektedir. Gündelik-duyusal bilinç dünyanın iyelik yükleri altında öyle ezilmektedir ki, o ışığı görse bile tanıyamamakta, öte yandan algı kalıplarının, arzu ve emellerin zincirlerinden bir an olsun kurtulamamakta ve kendisine ‘kendini bil’ dendiğinde, tikel bireyselliğini yitireceği ve sonlu dünyada öleceği kaygısıyla o ışıktan korkmakta ve kendi aslından kaçmaktadır. Ancak unutulmaması gereken şey, insanın kaçtığı ile koşullu olduğudur. Kaçma edimi inanan bir dindarın veya inancı hoşgörüsüz bir biçimde salt yok etmek uğruna yadsıyan modern entelektüalizmin bir ve aynı olan, sorgulamadan, eleştirmeden ve bilmekten uzak olan dinsel tutumudur. Dinsel tutumun sorgulanması, ama her alanda sorgulanması gerekir ve bu, aydınlanma bağlamında önemli bir bilinç sorunudur. Ne ilginçtir ki, sıkı sıkıya bağlanılan pekişmiş inanlar ve inanç haline dönüşmüş ideolojiler, dinler ya da görüşler, artık ilk çıkış biçimlerinden eksen kaymasına uğramış biçimleriyle -kendileri alternatif birer araç olarak insanın mutluluğunu amaç edinmek yerine, dogmalar amaç edinilerek insan ütopik bir serüvene araç edilmiştir- günümüzde artık en çok kuruntu duyulan tasarımlar durumuna düşmüştür. Eğer çağdaş insanın duyarlılığı ezilen ve aç insanlar karşısında duyduğu derin üzüntü olarak anlaşılıyorsa, bilinci köle eden ideolojilere ve boş inanca olan isyan daha üst bir duyarlılık değil midir? Bu bağlamda istenirse her şey birden yadsınabilir, ama eleştirel bir tutumdan uzak ve hiçbir şeyi sorgulâmadan yaşamak yeğleniyorsa karanlıklar ülkesinde yaşamak isteniyor demektir. İşte bizi bırakmayan korku bu ülkenin biricik efendisidir. Aydınlanma bu karanlığına karşı bir devrimdir, efendiye karşı bir ayaklanma, bir isyandır; bilincini kölelik zincirinden kurtarmak ve onu karanlıktan aydınlığa kavuşturmaktır. Yanlış anlaşılabilir kaygısıyla, bilincin kölelik zincirinden kurtulmasının ne demek olduğunu tarihsel bir kişiliğin yaşam deneyimine göndermede bulunarak kısaca şöyle açıklayabiliriz: Cehalete karşı yapılan eleştirel ve sorgulayıcı bir yaklaşım, ussal olsun olmasın, doğru tarih bilinci ile kişiliğini üretme sürecindeki bireyin önce kendi gözündeki çöpten kurtulması ve bir başkası olarak gördüğü diğer insanı kendi başkası olarak görmesi bilincin devrimini ve özgürleşme sürecinin bir kıpısını anlatır. Çünkü kişi önce kendini eleştirmeli, kendi tutumunu sorgulamalı ve kendi cehaleti ile savaşmalıdır. Bu anlayış İsâ da çok net olarak ortaya koyulmuş ve onun insancı yaklaşımı Anadolu bilgeliğinin özüne işlemiştir. Örneğin bilge Niyazi Mısri aynı anlayışı `Kendini bil’ deryasına taşımış, bir insanın kendini bilmesinin onun özünde varolan bir idea olduğunu, ve bu ideanın edimselleşebilmesi için insanın başka yerlere yönelmemesi gerektiğini, bu ideayı başka insanlarda değil de, kendinde arayıp, kendinde bulmasını anlatır.
“Zatı Hakkı anla, zatındır’senin,
Hem sıfatı hep sıfatındır senin,
Sen seni bilmek necatındır senin,
Gayre bakma sen de iste, sen de bul.”

Bilmek, felsefesel anlamda bilincin tanımlı bir işlevselliği olup, kavrayıcı bir niteliktedir. Bilmeyi bilmek ise kendini bilmektir ve kendini bilmek Evrensel insanlığın bilincini bilmektir. Çünkü bilmek kavramlarla gerçekleşir ve kavramlar öznel ve nesnel yanları, bir arada veya karşıtlıkları içinde ortaya koyan ilişkilerdir, böylece bir insan kendini bilme konusu yaptığında ilişkiyi kendi üzerine döndürmüş demektir ve bilincin nesnesi gene kendisi olduğunda kavram özne nesne birliğine taşınmış olarak evrensel bir içeriğe iye olur. Bu bağlamda bilincin belirlenimleri içerik açısından birer kendi olan belirlenimlerdir ve bu özdeş bütünlük içinde bilinç evrenin her köşesinde evrenseldir.
“Anadolu’da Felsefeye Giriş Üzerine,” onun belirli sorunlarına kısa da olsa değinerek bu sorunlar ışığı altında, tasavvuf felsefesinin kavramlarının ussal yönünü görebilmeyi ve üretimini ne kadar varsıl bir kaynaktan dayanak alarak gerçekleştirdiğini gösterebilmeyi amaç edinmiştir. Bir şeyi ussal kılmak genelde ussal olamayan bir şeyi ve hatta usdışı olanı bile usun sınırları ile sınırlamak ve anlaşılır kılmak olarak düşünülür. Gerçekte ussal kılmak, bir şeyi kendinde neyse kendi için de aynı yasaya bağlı olarak bilinçte yeniden üretmektir. O halde arı kavramsal olmayan, simgesel ve sezgisel bir hikmetin ussal kılınması ya da arı kavramsal düzeye taşınması sadece kavramın özgür gelişimini izlemekle açığa çıkan bir bilgidir. Bunu, felsefenin özündeki bilme ve sevgi edimini saltık bilgi sürecinden ayırmadan ve giderek bilge-severlik yönünü de vurgulayarak bilim düzeyine taşımaya ve tabi ki bu dönemde evrenselin dilini Anadolu’nun gönül gözünden bakarak anlamaya çalışacağız. Bir zamanlar bu gönül gözünden etrafına bakıp Saltığın yanında kendini bir hiç olarak bilen bilge Neyzen’in sözleri, belki de bu çalışmaya sürekli eşlik etmelidir

“Hicran destanını kendinden oku,
Mecnundan duyup da rivayet etme,
Aşkın Leylasını gördünse söyle,
Söz temsili bulup hikayet etme.”

Kaan Demirdöven
+ Son Yazılar