Okuma süresi: 37.58 mintues

1. Anadolu tarihi tıpkı genel tarih gibi yazının ortaya çıkışı ile başlamaz, çünkü yazının bulunuşu ve kullanılışı tarihin daha geç evrelerine rastlar. Oysa yazıyı tarihin başlangıcına koymak yalnızca yazılı tarihin sınırını belirler, tarih olarak tarihin değil. Bana göre tarih—kavramın kökünden yola çıkarsak bir tanrısal görüş anlamını da içerir—theoria ile, bilinç ile başlar. Bu ise Tin felsefesinin alanına girer, öyleyse Tarih felsefesi aynı zamanda Tin felsefesidir, çünkü Tarih Tinin edimsel özgürlük alanı olarak kendi dünyasıdır. Bu yüzden Tin hem gereci hem de nesnesi olan bu alanda Tinin özbilinçliliği olarak kendi saltık ideasının ardına düşer, çünkü theoria bir dizgesel şekillenmeler sahnesidir, ve herbir şekil tinsel olgu olarak özgürlüğün müjdecisidir, bu nedenle tarih salt olay ve olgular veya yasalar alanı değil, ama o denli de Tinin kendi yazgısını belirlediği bir bilinç alanıdır da.

2. Anadolu için uygarlıkların beşiği ya da kavşağı benzetmeleri kullanılır. Bu haklı ve yerinde bir benzetmedir, çünkü çok eski tarihi kalıntıların, bilimsel bulgu ve verilerin ve yazılı tarihin bizlere aktardığına göre, Anadolu insanlığın ilk sahnelerinden biridir ve özellikle iç kısımlarında çok erken dönemlere ait ekinsel yaşamın ilkel oluşumlarından söz edilmekte, yerleşik törel yaşama geçildiği ve şehir devlet otoritelerinin ilk tohumlarının atıldığı da bilinmektedir. Anadolu’nun bu konuda çok sağlam temellere sahip antik ekinlere ve tapım biçimlerine vatan olduğunu öğreniyoruz. Özellikle de coğrafik, jeopolitik ve iklimsel koşullarından dolayı dünya bütünlüğü çerçevesinde düşündüğümüzde Anadolu’da başgösteren uygarlaşmanın ilk ve en çabuk olduğunu buluyoruz, bunun nedeni çok iyi bilindiği üzere Anadolu’nun dünya üzerinde ve yarımküre açısından sahip olduğu stratejik konumudur—Doğu ve Batının arasında bir uygarlık köprüsü ki dünyanın merkezi bir noktası durumunda ve bunun önemi dünya tarih sahnesinin ilerleyen perdelerinde daha da artacak, bunu az çok Türklerin tarihini okuyan bilir.

3. Öte yandan Tin felsefesinin tarihsel bakışı yalnızca verili bilgiler doğrultusunda değildir, ya da bu bilgileri yalnızca sıralı bir düzene indirgeyip aralarındaki bağlardan öznel yorumlar çıkarmaz, derin düşünmeyi de kullanır. Nasıl ki düşünme özdeğin içine işleyerek onun evrenseli ile buluşuyordu, burada da tarih özdeğinin içine yansıyarak oradaki evrensel kavram ile buluşur. Bu Tinin kendini kendi edimsellik alanında dolaysızca deneyimlediği bir özdek olarak onun öz kavramıdır, bir kavram ki tüm diğer kavramlar onunla ilişkisinde anlam kazanacaktır, bu özgürlüktür ve bir edimsellik nesnesi olarak tarih özdeğidir, özdevimdir, ilişkidir, tarihin tözsel öznesi olan Tinin kendi gerçek ve koşulsuz ereği olarak özkimliğidir.

4. Ayrıca yazılı tarih dışında biçimlenen bir başka tür tarih de vardır. Bu sözel tarihtir, ya da sözel gelenek olarak adlandırılır, kulaktan kulağa iki biçimde aktarılır: biri gerçekliği unutulan ve saptırılan, diğeri de gerçekliği örtülen, ki aynı şey yazılı tarih için de geçerlidir. Yazılı tarihte önemli olan bilginin yazılı ve referanslı olmasıdır, ama aynı yolla yazılı tarih tarihin yalnızca bir yanını görgül yanını, oluşturur, çünkü görülen ve duyulan şey yazılmıştır, hatta bir deneyim bile yazıya aktarıldığında görgül gerece indirgenmiş olur. Oysa tarih salt görgül bir ortam değildir, orada kavramların çarpıştığına, düşüncelerin imparatorlukları yıktığına ve özgürlük için duyulur dünyayı aşan bir iman ile neler yaşandığına tanık oluruz, bu nedenle sözel tarih yazılı tarihin ulaşamadığı bir alandan bakar tarihe: imgelemin ve sezginin alanından. Ancak bu, gerçeğin saklandığı ve korunduğu içreklikte imgelemin ve sezginin ne olağanüstü işler başardığını kanıtlamıştır, öte yandan halk dilinde gerçeklik kavramına yabancılaşır, ve bu yüzden halk tarihi salt efsanelerden ve mitlerden oluşur, oysa onların da tarihte yerleri vardır.

5. Dolayısıyla Tin felsefesi tarihte usun sezgisini anlatır, tarihe kendi döneminin saltık soyutlaması içinde bakmaz, ama bir içbağ içinde tarihte bilinç biçimlerini irdelerken Tinin varlık birliğini herbir ayrı biçimde kavrar, böylece Tin için edimsellik neyse tarih de odur.

6. Anadolu ise Tinin tümel edimsel ışığının ilk doğduğu yerdir; güneşin doğduğu yer anlamına gelir Anatholia. Ama başka anlamlara geldiği de söylenmektedir. Bu yere tam olarak ne zaman ve kimler tarafından bu adın verildiğini bilmiyorum, ama bildiğim şu ki çok eski mitlere kadar dayanıyor adı.

7. Tinin tümel edimsel ışığı ilkin kendini Kybele’de gösterir. Ana tanrıça, özgürlüğün yaratıcı kendinde ve kendi için doğurganlığı, saflık, bereket ve güç ile desteklendiğinde, Tin için kendi edimsellik dünyasının ilk yalın iç- bağıntısı oluşmaktadır. Bu, özgürlüğün dişil belirişidir, çünkü yaratıcı güç henüz koşulsuz ilke olarak tanrısaldır ve güç yalnızca onu destekleyen eril ilkeyi simgeler. Öyleyse yalnızca doğurmakta olan Kybeledir, çünkü Kybele yere yakındır ve elleriyle kaplanların başlarını tutmaktadır. Kutsallık dişil güçte kendi için varlığını açığa serer, çünkü o yaşamın başlangıcıdır ve bunun sıkıntısına katlanmaktadır. İri memeleri şefkati gösterir, sonsuz çocukları onun kendi etinden et, kanından kandır, o dirilmiş Gaia’dır, toprak anadır.

8. Böylece Tin için toprağın bereketi ve saflığı ile ananın doğurganlığı ve şefkati ekinsel yaşamın törel özü olarak belirir ve orada Tinin özbilinci yaşamı kutlar. Kybele için törenler düzenlenir, toplu ayinler yapılır, kurbanlar ve adaklar sunulur, kadının hakimiyeti ölümsüzleştirilir, ona adanan her kurban ona o olarak dönüş yapar ve erkekler cinsel organlarını kesip onun önünde dişil ruhun içlerine girmesi için şarkılar söylerler.

9. Gerçekten ilginç olan şudur ki özgürlük Tin için ilk yalın belirlenimini cinsellikte bulmaktadır: yaşama katılışın dolaysızlığı olarak Ona ilişkin mitler çeşitli şekillerde kendini saflık, bekaret, bereket, dölleme, doğurganlık, çoğalma vb. olarak yaşama dolaylı yoldan katılan belirlenimlerde gösterir, cinsellik dolaysız ilişkisini cinsel organlarda bulduğundan bilinç için ilk yalın şekillenmenin neden mitsel olarak yaşamın başlangıcında odaklandığını anlamak zor değildir. Öyleyse doğadan ilk kopuş ve ekine geçiş insan için dolaysızca kadının doğurganlığında gerçekleşmiştir ve bu Tin için kendi dişil gücü olarak edilgin kıpısının doğurganlığıdır, eşdeyişle kendi üzerine yansıması olarak ilk arı düşünme.

10. Düşünme Tinin kendi edimsellik dünyasında ilk somut belirişini anaerkil yaşam biçiminde gösterir, kadının hakimiyeti kaba güçle değil ama bilinmezin gizeminden kaynaklanmaktaydı. Anadolu tarihinin başlangıcı kadının gizemini saklı tutmaktadır, onda yüceltilen değerler sonraları Anadolu insanının yüreğinde ona duyulan saygı ile birleşerek devlet yönetiminde bile kadının hakim yönü ortaya çıkacaktır; ortaya çıkacaktır diyorum, çünkü insan davranışları kavramın ilişkilerini edimsellik noktasından yansıtır.

11. Anadolu’da ortaya çıkan ilk uygarlıklara göz attığımızda, bunların mitlerle içiçe olduklarını ve mitlere yaşamlarının her anında yer verdiklerini görüyoruz. Doğa ve çevre ile ilişkileri birer törel yasa gibi mitlerle belirlenmekteydi sanki, öyle ki mevsimler bile ister göçebe ister yerleşik toplumda olsun, insan için toprakla ilişkisinde önemli bir yer tutuyordu, salt bir biçimcilik olarak değil ama metamorfozun en yüksek duygulanımlarda şekillenerek doğal kuvvetlerin yerine geçtiğini görüyoruz, İştar ve Tammuz’un ölümsüz aşklarının doğanın bir döngüsünde kanun olması gibi. Hayret verici olan o döngüsünde kanun olması gibi ve hayret verici olan o döngü içinde aynı duygulanımı yakalatıyordu. Tin bu mitlerin gerçeklik ile imgeler dünyası arasındaki ilişkisinde kendini yalnızca arı duyumsamanın varsıl şekillenişine bırakmıştır, orada özgürlük ve olumsallık törel öz ve mitler denli içiçedir. Burada insanın yaşantısı tek bir erek üzerine kuruludur, kendilerine yaşamın nimetlerini sunan tanrılara karşı saygılı olunmalıdır, aksi durumda lanet, kıtlık ve savaş çıkar, ama ne olursa olsun tanrılar da hak bilmelidirler.

12. Tin bu düşsel uygarlığın mitleri arasında törel yasanın keşfi için en katlanılmaz çilelere bile göz yumar, çünkü hak aranmaktadır ve bulunacaktır da, bunun uğruna kıskanç tanrılar ve aciz insanlar savaşsa bile. Oysa yazgının bedeli büyüktür, çünkü Tin için yengi yalnızca özgürlük için çekilen bedelle ölçülebilir, evrik olarak Zeus bile Tinin huzurunda diz çöker ve yalvarır, “Bağışla beni baba” diye, çünkü nedamet yalnızca acizlerin kurtuluşu değildir, o aynı zamanda kahramanın kavramıdır, öyle bir kavram ki Tin onda kendinde düşüncesinin yüceliğinden hiddetlenir, bu hiddetin korkusundan her şey bir anda taş kesilir.

13- Törel yasanın ilk keşfi kendini doğal şekillenmelerin tinsel örtüsünde gösterir—varlığın kendi içine yansıyarak kendi iç görüngüsünün ışığını gökle bağlayan toprak ananın şişen karnında. O yüceliği ile destanlara, şiirlere, remizlere konu olmuştur dağlar. İnsan dağlara bakıp devasa sağlamlığını kimi zaman tanrısal övgülere boğar, kimi zaman yalvarır, kimi zaman da küçümser, çünkü her devirde dağlar Anadolu tini için tanrısallık ifade etmiştir. Ama Tin söz konusu olduğunda dağlar aşılmalıdır, onlar insana Tine kavuşmak için yol vermelidir, haksızlık için savaşan iyi yürekli kahramana ev olmalıdır, bu nedenle asi yüreğin dağa olan ilgisi göz ardı edilemez, onun için dağın zirvesi özgürlüktür. Oysa bu ilgisiz duygulanım kargaşaya neden olacaktır, çünkü dağların zirveleri tanrı ve tanrıçaların ülkeleridir, dolayısıyla oraya ulaşmak demek belki de tanrılaşmak demek olacaktır; ama bu zor ve aşılması güç bir yolculuktur, kıskançlığın kötülüğünü katmaksızın. Ama kıskançlık yok edilebilir, ona adaklar sunarak. Oysa engelleri aşmak için adaklar yetersiz kalır, kurbanlar verilmeli ve ölümsüz anıtlar dikilmelidir, böylece saygının göstergesi yeniden şekillenir. Bunlar doğanın gizil güçlerinin açığa çıkışıdır, öyle ki oradan varlık kendi kendini gözetler ve kendi parçalarını bir araya getirmek için toplanır— “Peri bacaları ki taşlar bile Tine yükselmek isterler” bunun için söylenmiştir. Varlığın bu iç görüngüsünün dünya ideası ilkin kendini bir oyun olarak gösterir, öyle bir oyun ki insanlar orada evrensel şenliğin her anını kutlarlar. Mağara evler bize ya anıtlar ya da mezarlar olarak kalmışlardır, oysa oralar tinselliğin deneyimlendiği Tinin iç odalarıdır ve onlarla insanlar doğal sözleşmeyi anımsarlar. Bir bebeğin ana rahmi insan kavramının iç odasıdır ve cennetten düşüş mitosunda anlatılan ilk ağlayış sürekli tekrarlanmaktadır. Doğal ritus eşliğinde ilk doğanlar ve rahmin ağzını ilk açanlar tanrılara sunulurlar, böylece doğal sözleşme kutsanarak tanrısal ölümsüzlük için işaretler alınır. İlk işaret gulfe etinin güneşin geometrisi ile işaretlenmesidir ki böylece erkek yapay olarak dişilliğin görüngüsüne adım atmış olur; ama cinsel organı kökünden kesmek, bu bir işaret değildi, tam tersine başkası olarak dişilliği yüceltmekti, oysa sünnet ile kendi ve kendi başkası birlenmiş olmaktadır. Güneşin önemi büyüktür ve onun tanrısallığının var olduğunu görürüz, özellikle Anadolu tarihi içinde güneş her zaman varlığın dolaysızlığının dışsal işaretidir—bir evrensel ışıma ki aynı zamanda dışsal, çünkü o gökte duran parlak yıldız, aynı zamanda içtedir de, içe yansıtılmış olarak güneş Tinin tözüdür. Böylece gök ve yer ve ikisi arasında olan her şey bir dışsal bir de içsel anlamlara iyedir. Şimdi Anadolu Tarihinde Tinin tözsel şekillenmesini öncelikle mitler biçiminde buluyoruz; topluluklar bu mitler aracılığıyla yaşam biçimlerini düzenliyorlardı, öyle ki iki uygarlığın ilk büyük savaşında güneşin tutulması barış için bir işaretti, böylece antlaşma yapılmıştı ve tanrılar bu savaşı onaylamadıklarını bu yolla dile getirmişlerdi. Öyleyse Tini burada edilgin bir beliriş içinde buluyoruz, öyle ki yukarıdan insanları gözetlemekte ve denetlemekte, onlara müdahale etmektedir, yani insanlar ve Tin ayrıdır. Tin isterse onları cezalandırmakta ve ödüllendirmektedir, oysa barış için dolaylı bir işaret göndermiştir; güneşin önüne ay geçmiştir, ve bundan o topluluklar şunu çıkarmıştır ki savaş kötüdür ve iyiliğin önüne geçmiştir, oysa ay kötü değildir, yalnızca yansıtıcıdır ve bu durumda Tinin bu isteği ilgisizdir, çünkü güneş tutulması dışsal şekillenmede içeriğe ilgisizdir, öyleyse Tin salt kendini göstermiştir. Ama kendini her zaman göstermez, bazen de gizler, öyle ki zulüm karşısında ve namus için Tin kendi tözünü olumsuzlayabilir, ve böyle de olmuştur. Tinin kendi tözünü olumsuzlamasıyla töz yeni bir biçim kazanır, bu törel özün erdemidir, kendini sevdiklerinin mutu uğruna feda etmektir, çünkü zulüm haksızlıktır ve hakka korumak kadar büyük bir erdem varsa, o da böyle bir erdem karşısında diz çökmektir. Kendini başkası uğruna feda etmek Anadolu tininin tutkusu olmuştur.

14. Devletler gelir ve geçer, tıpkı gökteki yıldızlar gibi her birinin bir doğuşu, bir parlayışı ve bir de sönüşü vardır. Anadolu tarihi de böyle bir göksel sahneye öykünür: Nice milletler devletler kurmuş, nice devletler tarihe büyük izler bırakmıştır, çünkü yok olup gitmişlerdir, oysa kalıcı olan ve devam eden iz bırakmaz, anısı da yoktur—tıpkı güneş gibi, tıpkı Tin gibi, o hep oradaydı ve şimdi de orada, her şeyi aydınlatmakta, esirgemeden en küçük bir karıncayı bile.

15. Tinin kuvveti ne denli belirişi bağlamında büyükse, onun büyüklüğü de ancak yeğinliği denli ululanır. Çünkü bilgi, ister tanrısal ister saltık densin aynıdır, sonsuza yayıldığı oranda derindir, Tinin orada gizlenişi zorunludur ve her parçasında sonsuz bir varsıllık sergiler, kendini sonsuz çeşitlenişinde bilmek ister, bunu gerçekleştirebildiği ortam onu arayan gönüllerdir. Talih gerçekte olumsallığı anlatmaz, zorunluluğun güdülenmesini anlatır, bu yüzden Anadolu böyle bir talihe iyedir. Orada toplumlar kaynaşmış ve Tinin törel yaşamının unsurları olmuşlardır. Yaşamın başlangıcından bu yana bu unsurlar Tinin kavramının içeriğini oluştururlar, bu nedenle yitmezler ve son bulmazlar, ancak gelişirler. Onların saklılığı Tinin onlardaki içrekliğine bağlıdır ve ne denli içrekse o denli dışraktır.

16. Tinin törel dünyası edimler dünyasıdır, orada töz kendi kavramıdır ve ilişki onun kavramının özü olarak Tinin kendi ve kendi için arasındaki bağıntının yayıldığı uzamın derinliğine göre dışrak olarak şekillenir, çünkü burada her bir edim kendinin dolaysız birliğini yansıtır ve diğer bir edim onun kendi iç olumsuz kıpısıdır ve onunla birlikte yalnızca ortadan kalkmaz, ama onu ortadan kaldıran edimin içinde kendini var ederek kaldırır. Bu çok yalın bir anlatımla insan insan ilişkilerini düzenleyen halk yasalarıdır. Mitler artık halk destanlarına dönüşür, çünkü toplumların tarihleri birbirleriyle ilişkiye girdikçe, ayırımlar netleştiği gibi aynılıklar da kendini belli eder ve giderek kimlik bilinci oluşmaya başlar. Tinin kendini imge yerine olgu olarak bulmasıyla kimlik bilinci mitsel bilinçten daha özgür ve daha arınmış bir bilinçtir, ancak bu kez yeni bir koşullanma bekler Tini: bir diğer kimlikle koşullanma, bu durumda diğer kimlik ya yok edilmelidir ya da hapsedilmelidir. Evrik olarak ya kendi yok edilecektir ya da mahkum, ki ikisi de bir ve aynı şeydir: yok etmek, ama Tinin içinde duyumsadığı özgürlük tutkusu özgürlüğünün elinden alınmasına izin vermediği gibi sınırlanmasına da izin vermez, ancak koşullar farklı oluşmaktadır, varsıllar ve soylular güçlü ve efendi, yoksullar ve halk sınıfı zayıf ve köledir.

17. Bu iki sınıfın çatışmasına bin yıllardır Anadolu ev sahipliği yapmıştır, onun tarihi efendi köle savaşına dönüşmüştür, çünkü devletler kuruldukça Tin ikiye bölünür: bir devletin yönetim gücüne, bir de özbilince ki devletin zorunlu ilkesidir özbilinçli Tin, salt yasanın öznelerarası ilişkisinin bi- linçliliği nedeniyle; öte yandan erk kendi kendine yabancılaşan Tindir, sanki ayrı bir ruhtur ve halktan kopuktur, oysa devletin içindeki bireyler kendilerine ne denli yabancılaşmışsa erk de öyledir, ve bu ruhların dansıdır. Erk kalıcılık için ve refah için özgeci değil, özerkçidir; oysa halk devletin temelidir, vergiler ondan gelir, devletin hazinesi halkın kazancına ortaktır.

18. İlk milletleşmelerde bu denge iyi korunuyordu, halk özgürdü, en azından devletle bir sorunu yoktu ve halkın refah düzeyi yüksekti, çünkü yöneten erk özerkçi değil özgeciydi. Bu nedenle devlet halk için vardır, oysa imparatorluk böyle düşünmez; o tanrının, kutsalın yer yüzündeki halifesidir. Dolayısıyla onun adaleti tanrının adaleti ile eşdeğerdir, o affederse bilinmelidir ki tanrı affediyordur ve onun kestiği başlar için asla hesap sorulamaz—tanrının yeryüzündeki kılıcı.

19- Hakimiyet alanı ne kadar artarsa sorumluluk da o kadar artar, ama bu duyunçsuzluğu getirmez, tersine efendi duyunçlu olduğu ölçüde halkından saygı görür ve hizmeti onları ezerek kendi tikel çıkarlarını gerçekleştirmek değil, onları özgürlüklerine kavuşturmak olmalıdır. Kralın kavramı budur, oysa gerçek krallar hep meşru kral olmayan kahramanlardan çıkmıştır, çünkü duyunç refah içinde gelişmez, ancak orada duygusallık ilerleyebilir, oysa sefalet duyuncu geliştirir, ama bunların dengelenmesi kavramları gereği zorunludur.

20. Refahlık içinde ilerleyen duygusallık öyle bir alana yükselebilir ki tahtı bile terkederek kendini mutluluğun sonsuzluğuna dayayabilir ve gene aynı yolla sefalet içinde duyunç duygusallıktan yoksun kaldığı sürece korsanlığa başlar.

21. Korsanlık ilginçtir. Tin denizin dingin deviniminde kendi şekillenmelerinin yalın tözü ile karşılaşır, orada tıpkı çöldeki gibi peygamber gibi isyankar bir ruh dirilir, gökyüzü aynıdır, gökte asılı parlayan kandiller ve yol göstericiler, paylaşılmayan yalnızlık, hırs ve umut, bütün bunlar bir bilinçte içselleştiğinde denizlerin hakimi kesilir Tin. Su onun karşıtı olmuştur artık, çünkü alev alev parlayan us bu karşıtlıkta ar ve namusu geride bırakmıştır. Onun tek bir şeyi vardır: hırs ve bu yüzden hırsızlık onun hedefidir, öyle ki bir doyumsuzluk içini kemirir; saldırır, alır ve sahip olur, öldürür, yakar ve yıkar, kız kaçırır, yerinde duramaz, suda yüzen bir ateş gibidir, ama su bu ateşi er geç söndürecektir, tıpkı çölün sıcaklığında su gibi arı ve duru Tinin buharlaşması gibi.

22. Anadolu tarihinde insan kavramını içeriklendiren ve özgürlük kavramı ile ilişkisini özsel olarak kuran bir diğer olgu da isyanlar, ayaklanmalar ve başkaldırılardır. Bu tür olaylar bizlere haksız ve kötü olarak aktarılmıştır. Oysa her biri belirli bir hak aramadır, ama hak aranmaz üretilir denirse, şunu söylemeliyim ki bir şeyi göz ardı edemeyiz. Eğer üretim araçlarınız elinizden alınmışsa, diliniz kesilmişse, düşünceniz engelleniyorsa, yaşam biçiminiz horlanıyorsa ve aşağılanıyorsanız, mallarınıza zorla sahip olmaya çalışılıyorsa, istenciniz kırılıyorsa, emeğiniz köreltiliyorsa, buna karşı yapılan bir mücadele hakkı aramaktır ve gerçekten de özgürlüğün üretilmesidir.

23. Ama her zaman bu mücadelenin adı savaştır ve silahla olur ve kan akar. Kimi zaman kılıç silahtır kimi zaman da söz, ve kan kimi zaman kırmızıdır kimi zamansa alçalıştır. Ama amaç kurtuluştur.

24. Tin için kurtuluş bir imge avcılığı yapmaktan öte bir şey değildir ve kendisi o imgedir, avcı ava giderken avlanır, çünkü tarihin belleğine işlenen kendi ilişkileridir ve kendi için bir başkanın umutları olarak üretilmiştir. Böylece kendi bir yandan yeniden dirilişin müjdecisi olurken diğer bir yandan da ölümün ve kapanışın habercisi olur. Bu, Anadolu tarihinin törel şekillenmelerinde kuşlara yüklenen bir kavramda bulunur. Kuşlar kendi doğal türlerinin de içerik olarak katıldıkları idealara dönüşürler. Kartal, turna, güvercin, balaban—gücün, hüznün, barışın ve bağlılığın işaretleridir artık kuşlar ve bu yüzden mübarek kılınırlar, uçarlar ve özgürdürler, onlarda Tinin soyut ideası bulunur ve Tin o imgelerde kendini edimselleştirir, böylece “Güvercin donunda Anadolu’ya geldim” derken barış için buraya göç ettiği söylenir, ama bunu bir öyle söylemek vardır bir de böyle. İkincisi doğrudur ama gerçek değildir, birincisi ise gerçektir ama henüz doğru değildir, ancak erek olarak bunu edimselleştirmek üzere. Çünkü bir şey tasarımına uygunsa doğrudur ama gerçek değildir; bir şey kavramına uygunsa gerçektir ve doğruluğu kuşkusuz doğruluk taşır, oysa buradaki simgesellik bir süreci anlatır. Barış, eşitlik, özgürlük, dostluk ve insanca yaşam—bunların her biri Anadolu insanının özünü oluşturan tarihi deneyimlerdir ve insan kendini bu deneyimlerin içinde var kılabilir.

25. Kuşkusuz Anadolu tarihi dünya tarihi içinde yalnızca önemli bir kesittir ve dünya tarihinin bütünü açısından bakıldığında, Batı ve Doğu dünyası ve çevresindeki diğer uygarlıklarla ilişkisi kopuk düşünülemez. Ama genel olarak baktığımızda, çevresini kuşatan diğer dünyaların buraya savaş, ticaret ya da bilgi için birçok yolla aktığını biliyoruz. Kuzeyden Proto-türkler, batıdan Anglo-saksonlar, doğudan Hint ve güneyden Mısırlılarla başka uygarlıklar ekini haline dönmüştür Anadolu. Antik İonya’nın kökleri güneyde Mısır, doğuda Hindistan’a kadar uzanır, ama yerleşik yaşam içindeki Anadolu insanları da kendi içlerinde bir farklılık gösterirler. Gerçekten Anadolu’nun yerlileri kimlerdir bu bilinmiyor, ama yapılan araştırmalara göre yerli halkın daha çok iç bölgelerde kaldığı ve daha sonra ekinsel karşılaşmalar sonucunda eridiği sanılıyor.

26. Şimdi soru şu: Farklı ekinlerin birarada yaşamalarından nasıl bir etnik görüntü ve nasıl bir yaşam biçimi doğmuştur, ve bu giderek törel dünyayı hangi yönlerde ve nasıl etkilemiştir? Tarih kitaplarının aktardığına göre, yazının bulunuşu ile tarih sahnesine çıkan Anadolu’nun denize kıyı ve yakın yerlerinde yerleşim birimleri bulunmakta ve buraların halkı ticaret ve balıkçılıkla uğraşmakta. Gemicilik hem ticaret hem de savaş alanlarında yaygınlaşmakta. İçlere doğru kaydığımızda ise, toprağın ürünlerine bağlı bir yerleşik yaşam biçimleri ortaya çıkmakta. Hayvancılık dağlık kesimlerde kendini gösterirken, seramik ve el sanatlarının genel olarak her yerde başgösterdiğini ve dünyada ilk kez paranın burada Anadolu’da kullanıldığını görüyoruz. Bu demektir ki ilkel değiştokuşun yerini değer olarak bir birim almakta ve gereklilik yerini zorunluluğa bırakmaktadır, çünkü değiş tokuş ilkesinde ölçü gereklilik oranına göre değişebilir. Toplumsallık ve bireyin kimliği henüz tamamlanmış değildir, ama burada özsel olan herkesin bir şeye sahip olmasıdır, yoksa başka gereksinimlerini karşılamak üzere değiştokuşa giremez. Ama bu bir sorunu beraberinde getirmektedir: özellikle yerleşik hayattaki iş bölümünden kaynaklanan sınıf farklılığını, öyle ki beraber yaşam bir anlamda ortaklaşa bir yaşamdı ve göçebe yaşam biçiminin zorunlu ilkesiydi, oysa yerleşik yaşam biçiminde aile vardır, kurum vardır ve tüze vardır. Bütün bunlar emek bilincini doğurur, oysa göçebe yaşam içinde emek salt iş gücüdür ve başarı daha önemlidir. Ancak yerleşik yaşamda emeğin kendisi insanın ölçüsüdür ve bu ölçü ticarette para olarak kendini gösterir—bir soyut birim ki onda sabitlenen değer iş gücünü ve insanın emeğini yansıtır ve sınıf farklılığını dengeler ve bu nedenle hak olarak belirir.

27. Ama ilişkiye sokulan salt para değildir, onu işleten insan ahlakıdır, bu yüzden ne kadar uygar olursa olsun insanın ahlakı değişmez bir yöneliş gösterir, kendi elleriyle ürettiğine tapar. Soyut birim somut tanrısallıktır ve ona tapım başlar, çünkü sahiplenmenin temelinde para vardır ve eskilerin doğatapımcı büyüsü yerini paranın büyüsüne bırakmıştır. Artık güç, erk ve ihtişam en çok paraya sahip olanın elindedir. Emeğin yazgısı her dönemde çiğnenmektir, bu aynı zamanda insanın yazgısıdır da, çünkü insan edimleri iki yönlü gelişir: biri yapmak, diğeri bozmak. Habil-Kain miti bile bunu doğrular; toprağı işleyen emekçinin ürünü kabul olmaz, ama göçebe hayvan adaklarından dolayı saygınlık görür. Oysa mit Habil’in öldürülmesiyle devam eder, çünkü soyu kesik olan odur ve toprağa lanetle bağlanan Kain bundan böyle devamlı gizlenecektir, çünkü toprak kardeşinin kanını isteyecektir. Bu mit gerçek midir, uydurma mıdır gibi polemiklere girmek saçmadır, ortada bir olgu vardır ve bu olgu bin yıllar önce efsaneleştirilmiştir ve uluslarca saygınlık görmüştür.

28. Mitlerin egemenliğinin yitmesindeki neden paranın hakimiyet gücüdür, oysa para da yeni bir mite dönüşecektir. Şimdi paranın satın alma gücü beraberinde devlet ekonomisinin ve tüzesinin gelişimini getirdi, çünkü para ilişkilerinin yasa altına alınması gerekiyordu ve yasalar düşüncenin alanına girmekteydi. Öte yandan mitler yazının bulunması ile düşünceye konu olmuşlardı, şiirlere, öykülere ve sanata bile, ama yazının yeri büyüktür, çünkü yazıyla Tin kendi gerçekliğinin tarihsel dışlaşması ile karşılaşmıştı, bu dışlaşma düşünen insandır. Böylece Anadolu tarihinin düşünme evresi başlar. Antik İonya logosun keşfini anlatır. Mitoloji, tüze, sanat, bilim, felsefe ve din gerçek anlamda bir patlamadır. Her şey düşüncenin konusu oluyordu, tek kelimeyle düşünmek özgürlük, düşünmek erdemdi, düşünmek güçtü ve düşünmek her şeydi. Burada saf bir heyecan vardır—Tin için bu saf heyecan bir çocuğun yeni bir şey gördüğünde heyecanlanması gibidir—böylece Tin kendi gizem perdesini aralamış ve özünün evrensel varlığı ile karşılaşmıştır: arı idealar. Bu öyle bir güçtür ki en karanlık noktaları bile aydınlatabilir, korkunun üstesinden gelirsiniz, bilinmeyeni bilinir kılarsınız. Böylece Antik İonya ilginç bir konumda durur, Anadolu’nun güneybatı kıyısından kuzeybatısına kadar uzanır bu uygarlık. Antik Mısır’ın büyük etkisi vardır; Hermes bilgeliği kendini bir koldan Ortadoğu’ya taşırken bir koldan da Anadolu’ya geçmiştir ve daha sonra bu iki ayrı kol gene Anadolu’da buluşacaktır. Anadolu’nun bu tarihi dönüm noktası Tin için tarihte yeni bir sayfadır, orada salt gücünün değil ama bilgeliğinin etkinliğini görürüz. Bir yandan Diyojen gündüz vakti elinde mumla insan ararken, diğer bir yandan da Büyük İskender Helen projesini gerçekleştirmek için dünyanın doğusuna ve batısına seferler düzenlemektedir; öyle ki yanına bilim adamlarını, düşünürleri ve sanatkârları alırdı. Bir uygarlık inşaatçılığına soyunmuş olmak o çağın tininin kavramından kopuk düşünülemez, ne de Anadolu’nun geçmişinden.

29. Öte yandan Anadolu nasıl ki ekinlere ve milletlere tözsel bir dirimlilik göstermekte ise, onda tarih boyunca olgunlaşan insan da tinsel dirimliliğin düşüncesine kavramlarla varmaktadır. İnsanın bir mana, bir İdea olarak sezilişi, Anadolu tarihinde önemli bir dönüm noktasıdır. Tin burada kendi özgün kavramının dolaysız belirişi ile karşımıza çıkar, bu dolaysız beliriş törel insan tininin sonluğunu sonsuzlaştıran ‘Yetkin İnsan İdeası’dır.

30. Yetkin İnsan Tinin kendisini değil, ama kavramının dolaysız belirişi olarak özbilinçli Tini anlatır. Anadolu yetkin insan ideasına bir yandan içerik olurken diğer bir yandan onun düşüncesinin nesnesine dönüşür, çünkü töz olarak ondadır ve tin olarak kendidir, bu nedenle tüm gereç kendi yansıması olarak belirir ve her bir belirlenimde kendini yansıtır, ama özellikle bazıları vardır ki onlarda törel yaşamın kavramlarını örtük olarak saklar. Tam anlamıyla simgeselliği yarıp gün gibi ışıması—bu Tinin yöntemine aykırıdır ve onun yöntemi kendi oluşum zorunluluğu olarak kendi iç yasasıdır, dolayısıyla kendi ne denli belirli ise kavramları da o denli örtülerinden sıyrılmaktadır.

31. Yetkin İnsan İdeası Tinin törel bilgeliği olarak edimsel özgürlüğünün ya da ruhsal enerjisinin yaratıcı gücüdür. Tinin törel bilgeliği onun kendi bilinçliliğinin duyulurüstü bir etkinlik içinde olmasına bağlı olması yönünde görüngü olarak tinsel bir güç açığa çıkarır, bunun bilgisi özbilgi olarak insanın tininde yoğunlaşmış düşüncesidir, buna himmet denir. Himmet, Yetkin İnsanda Tinin hakimiyet gücü olarak edimsel özgürlüğüdür, İstençtir. Böylece himmet görüngünün yoktan var edici ilkesidir, bu ilkeyle şeyler varoluşa çıkarlar. Böyle bir güç Kuran’da peygamber, bilge ve aynı zamanda kral Süleyman’a bağlanır. O doğa olaylarını yönetebiliyordu, çünkü ona doğanın hakimiyet gücü Tanrı tarafından dolaysızca verilmişti—bir lütuf olarak. Ancak onunkisi himmetten ayrı olarak salt emre bağlı kılınmıştı. Emir kendinde ve kendi için Tinin pekinliğidir.

32. Anadolu’da Felsefe baştan sona Yetkin İnsan İdeası çevresinde üretilen bir Tin felsefesidir. Bütün olay ve olgular gibi kavramlar da en sonunda onunla ilişkisinde anlam kazanırlar. Soyut tanrısallık ve ideasına karşı olarak Anadolu’da felsefe, bir erek insan biçiminde somutlaşmış idea merkezinde açığa çıkmıştır.

33. İlk kez Varlık düşüncesi ortaya çıktığında bile bunun anlamı ancak İnsan ile tamamlanabiliyordu.

34. İnsanın her şeyin ölçü ilkesi olarak ortaya koyulması bunun en açık ifadesidir. Ama bunu ileri sürenler şüpheciler ya da balagat ustaları olarak anıldılar, oysa ki İnsanı en yüksek biçime oturtanlar gerçek felsefenin ekicileridir.

35. Ama biçim olarak felsefe tarihinde değer son halkadaki biçime verilir, çünkü en son gelinen bilgi eğer kendinden öncekileri kapsıyor ve eksik oldukları yerleri tamamlayarak onları aşabiliyorsa, tüm sürecin ırasal özelliklerini yansıtır, bunu yansıtacak olan zemin ekin kavramlarıdır.

36. Anadolu tarihi amatör bir takipçi için karmaşık bir tablo sergileyebilir, ama her şeyden önce, Anadolu’ya bakarken nesnelliği yakalayabilmek için düşüncemizi yalın bir noktada tutabilmeliyiz. Gene de karmaşık ve kaotik bir tablo sergileyebilir, çünkü saf algı için salt devinme bir kaos’tur, kavramsız bir olgu olay yığınlarına dönüşür. Bu nedenle öncelikle bu olaylar yığını içinden kendi kavramını bulmalıyız, ki böyle yaptık. Bu kavramın Anadolu İnsanının Özgürlük ırası olduğunu söyledik, ve bunun bir İdea olarak Yetkinleşmiş İnsanın edimselliğinde biçimlendiğini ileri sürdük. Ama hemen bir şeyi yeniden anımsatmalıyız ki—Tüze felsefesinin giriş taslağında da belirtildiği üzere—olgu ussaldır ve onun ideası edimselleşmek zorundadır, çünkü bir idea ussal olarak kavrandığı sürece olgusallığı kendinde ve kendi için Tinin olgusallığıdır, böylece gerçekliktir. Bu nedenle İdeaya yükselmek, İdealaşmaktır. Öyleyse Anadolu’nun ideası İdeaya yükselme tutkusu içinde İdeanın açılışıdır.

37. Bu açılışın ekinsel izleri ilk kez Tinin emeğini Anadolu’ya getiren Alp erenlerin içrek öğretilerinde görülmektedir. Tin bu Alp Eren ruhunda en yetkin İdeasını bulur, çünkü toplumsal eşitlik ilkesi Tinin tüzesidir ve yetkinlik tüzede edimselleşebilir, kavram Tinin yetkin edimselliğini gösterir.

38. Tinin yetkin edimselliği kendinde ve kendi için usun ve özbilincin istenç birliğidir ki bu Tinin tüze arayışıdır ve tüzeyi toplumsal eşitlik ilkesinde bulur. Bütün insanlar eşittir ve Tanrı huzurunda her insan eşittir; bu ikinci törel olarak insanların toplumsal yaşam biçimlerindeki eşitliği imler, böylece denmiştir ki mal ortaktır, ancak gene denmiştir ki yalnızca kadın dışında. Çünkü din tikel belirlenimde Tanrının buyruklarını yeryüzünde ilk kez Adem’e bildirmiştir ve kadını onun himayesi altına sokmuştur, oysa tüze arayışı tümeli erek edindiğinden, yalnızca istenç varlıkları birbirlerinin himayesi altındadırlar. Böylece kadının mal nesnesi olması ortadan kalkar, ama bunun karşısında dinin tikel törel boyutu ortadan kalkmaz ve bu ilkeye karşı direnir. Kadın maldır ve olmalıdır, ayrıca toplumsal eşitlik burada olumsuzlanmış olur, bundan dolayı dinin erkine sahip olanlar ve saltanat bir köle ile eşit olamaz, oysa bu dinin özü ile çelişir.

39- Ama Anadolu’da Tinin tüze arayışında ilk somut eylem kadınlardan gelmiştir. Bacegan örgütü ve Seyyid savaşçı kadınlar ve Hatunlar vakfı bunun en önemli örneklerini oluşturur.

40. Dinin özü ile çelişen yalnızca eşitsizlik değil, aynı zamanda insanın insana zulmü idi. Zulüm halkın duyuncunda kapanmayan yaralar açabilir. Anadolu insanı hep kanayan yürek yarasına derman aramıştır, gene kendi dermanı bu kanayan yaranın içinden gelmiştir. “Yetiş ya Dede Sultan”, derken Ozan, halkın saltanatın başında bulunan Sultanı hiçe saydıklarını, ama kendilerine önder olan tinsel kurtarıcıyı Sultan olarak gördüklerini dile getirir. Dede Sultan gelecek ve kanayan yaralarına derman olacaktır. Tin için kendi için varlık ve kendinin ilişkisi karanlığı aydınlığa, aydınlığı karanlığa boğan bir devim olmaktadır, ama her seferinde gerçek olan uzlaşımdır, ve bu Anadolu’da halkın dingin yaşamına bir geri dönüşüdür. Tüzel arayış tamam oluncaya dek acı ve mücadele devam edecektir, geceyi gündüz, gündüzü gece takip edecektir, ölüm bedeni buluncaya dek. Sonra sonsuz ışık, tanrısal ruha katılış, Tinin en yüksek erdemi olarak kendi tözüne katılışı olacaktır.

41. Tin tüze arayışını tüzel kişiliğinin özgür ediminde ideası ile tamamlar, bu ise her edimin kendi içine katılışı ve orada bir şekle bürünmesidir, böylece bir davranış ya da törel bir edim için denir ki: “Bana dedelerimden miras kalmış.” Bu gerçekte içselleşen Tinin kendi emridir, onda bu emir ruhlar olarak davranır, öyle ruhlar ki ne uçup kaçan ne de nane ya da tuz ruhudur onlar, ama edimsel idealar olarak görüngülerdir ve bu görüngülerin algısı aydınlanmış dünya öğretmeninin dilinden şu sözle dökülür: Algılayan algılanandır, e.d. olumsal varoluşun değil, ama edimsel varoluşun içselleşmiş bireyselliğinde Tin onun gözü, kulağı, eli olur. Bu benzetme, göz, kulak ve el, bu iç organın birliği Tinin simgesi olarak Alp Erenlerin Nazarındadır, böylece anlatılmak istenir ki Tin kavram olarak kendi özünü kendinde ve kendi için kavrayan kendi ile özdeş varlıktır (Besmele).

42. Öyleyse “eli, eli lama sabaktani” dendiğinde, bu terkedişte olumsuzlanmış benliğin bir haykırışı olarak aynı zamanda Tinin kendi ile kutsal ittifakı olmaktadır—bir fetih hazırlığı ki mümin ona secde ederken Tin de ona secde etmektedir ve kutsal tapınak tümel ve tikelin birliği olarak be- denleşmektedir. Bu “kelam sizde beden bulacak” sözünün gerçeklenmesidir, Ortaçağın azizleri tarafından kutsal tapınaklar insan tininin doğasının kitabı olarak yorumlanmışlardır, kuşkusuz bu yorum ona ilgisizdir, çünkü Tin mimarisini bu amaçla yapmıştır zaten.

43. Bu durumda Tin için yeni bir yaşam biçimi başlamaktadır, kendini kendi başkasına bildirmek için yeni yollara başvuracaktır. Bu yollardan ilki ve en yalın olanı kuşkusuz konuşma olacaktır, salt tüzenin yalın kavramı dilde bir sözleşme olduğundan. Öyleyse konuşmada yayılan biçimler ilişki olarak tinsel bir derinleşmede içselleşerek kurulan bir tapınağın ikonaları gibidir. Her ikona tüzel bir içerik sergiler, şöyle ki her biçim yalnız kendini anlatmaz, ama aynı zamanda kendi başkasına gönderme yaparak ve onunla bağlantıda bir gösterge kurar. Burada öyle bir düşünce erek olarak kendini belli eder ki konuşma başlı başına bir suskunluktur ve tüzenin açımlanmış biçiminde düzenin sağlamlığı yazılı olmayan yasalardır, çünkü orada artık yasa yüreklere yazılmıştır ve ‘zikr’ denilen olgu suskun konuşmadan ve anlaşmadan başka bir şey değildir. Şimdi bir aşıkın sözlerine kulak verelim:

“Kâinatın varlık deryasıyım
Hak bende ben haktayım
Ne ararsan var insanda
Çok marifet var insanda
Madem ki ben bir insanım dost”

Ne ararsan var insanda, bu insanın kavram boyutunda kavranışını gösterir, çünkü bu yalın önerme anlıkalır bir önerme değildir, ve duyulur düzeyde yalnızca insanda sınırlı bir tin dünyasına ait şeylerin olduğu söylenebilir. Ama kâinatın varlık deryası olmak düşüncenin sonsuz kapsayıcı ırasından başka bir şey değildir. İnsan özsel olarak düşünebilen bir varlık olarak bağımlı olduğu bu dünyadan ve onun diğer varlıklarından ayrılmaktadır, öyle ki melekler bile ona boyun eğmektedir.

44. Meleklerin Adem’e secde etmeleri mitosu Kuran’a dayanır, bu mitsel anlatımda ilginç bir sözleşme bulunmaktadır. Dinsel söylemleri kendine konu nesnesi alması ve bundan da hiçbir zaman kaçmamalıdır. Şimdi anlatıma göre Tanrı dünyaya kendisini temsil etmesi ve doğaya hükmetmesi için bir halife yaratacağını meleklerine söyler, kuşkusuz burada melekler tıpkı bir yüksek konseyin danışmanları gibidir. Ancak onlar bu halifenin kendileri arasından seçileceğini düşünürken Tanrı Adem’i halife kılacağını söyler, melekler bu defa yeryüzünde kan dökecek ve fesat çıkaracak birini mi halife yapacağını sorarlar, daima onu zikreden ve ona itaat eden kendileri verken. Tanrı onları ikna eder sonunda ve “Ben sizin bilmediklerinizi bilirim” der, Adem’e kelimeler verir ve gizli gizli görüşüp sözleştikten sonra ona eşyanın bir bir isimlerini öğretir, melekler eşya isimlerini bilemezler, oysa Adem bilir. Mit ona itaat etmeyerek Şeytan olan meleğin lanetlenmesi ve diğer tüm meleklerin Adem’e secde etmesi ile devam eder.

45. Burada çok ilginç bir şey karşımıza çıkar: Tanrının dünyadaki temsilciliği ve halifesi konumunda insanı seçmesi—bir tüzel kişilik ki adaletin ve hakkın bulunabilmesi için bu zorunluydu. Oysa melekler veya meleklerden biri, şeytan, cin halife olsaydı ne olurdu, belki bu soruyu sormak çok saçma gelebilir, ama yanıtı hiç de saçma değildir, çünkü sorun mitsel varlıkların neleri simgeledikleridir ki bunlar Kuran’ın içinde eylemleri ile tanımlanırlar, öyleyse soruyu şu şekilde de sorabiliriz: Adem halife seçilmeseydi ne olurdu?

46. Bu dinin kendine özgü olmayan mitosuna dayanarak şunu söyleyebilirim ki Adem yasak olanı çiğnemekle bunu hak etmiş ve arkasından cennetten kovulduğunda ağlamış, pişman olup tövbe etmiş ve Tanrı Adem’i işitip tövbesini kabul etmiş. Böyle olunca Adem tanrısal tüze olarak belirmiştir.

47. Öte yandan melekler, ki İbnü’l Arabi onları doğa yasaları, nesnel özellikler ve yetiler olarak yorumlar, Adem’e secde ederler, çünkü o tüm kelimelere sahiptir. Burada kelimeler kuşkusuz felsefenin anladığı anlamda kavramlardır, varlığın ve ondan dışlaşarak oluşan şeylerin özü olarak belirirler, öyleyse yukarıda aşık ozanın dörtlüğü şimdi daha bir anlam kazanmıştır, İnsandır ki onda tüm kavramlar içkindir ve her şey onunla anlam kazanmaktadır.

Kaan Demirdöven
+ Son Yazılar