biri size birdenbire damdan düşer gibi nedir yahu bu mobilyacıların tahta cilalama hakkı diye bir sual sorsa.. şaşırır kalırsınız. ne cevap vereceğinizi bilemezsiniz. çünkü hayatınızda ne mobilyacılarla ne de cilalama işleriyle yakından uzaktan hiçbir ilişkiniz olmamıştır.. kaldı ki hakları..

yani bir tahta cilalama işi için hak’ mı lazım..

dur bakalım dersiniz.. bi araştıralım..

insan hakları denilince de onlarca sene, belki de daha uzun bir süre üstünde yaşamaya gayret ettiğimiz bu topraklar üzerinde çokça bir çoğunluğa insan hakları nedir diye bir sual tevcih ettiğinizde ise; sanırım, hatta eminim onlar da ayni şaşkınlıkla şaşıracaklardır;

hangi insanlar.. hangi hakları.. diyerek ne insanlarla ne de hakları ile uzaktan yakından bir ilişkileri olmadığı için ne cevap vereceklerini bilemeyecekler..

işte, altı asırdan fazlaca bir süredir bu topraklarda yaşayanlar ne insan ne de hak konusunda pek bişey bilememişler.. onların mı hatası.. kim bilir.. ümmet olmaktan, kul olmaktan, bir takım buyurganların tebaa’sı olmaktan, ezilmekten, horlanmaktan, itilip kakılmaktan; yaşamakla insan olmak arasındaki bağa bir türlü ulaşamamışlar.. nerede kaldı ki hak..

ben pek dindar bir insan değilim ama yine de hakkaniyet denince ister istemez…

yani diyeceğim o ki herhalde bir yüce tanrı tarafından gönderilen; işte  dünya güzeli bir insan, bir adam insanları yaşadıkları bu gayya kuyusundan; hem de en imkânsızlıklar içerisinden çekip kurtarmış.. onlara artık ve en nihayet insan  olduklarını ve de hakları olduklarını söylemiş, tesbit etmiş, tesis etmiş, kurumlaştırmış,  bunları bir bir zaptetmiş ve yaşadığı sürece de bunları pekiştirmeye çalışmış..

ne kadar çok uzun yaşamasını isterdim o güzel adamın..

ama olmadı…

lakin gel gör ki tarih (ya da daha çok talih!.) öyle bişey ki.. sanki paket lastiği gibi.. bir şeyi tutturmak, bir şeyi zaptetmek için geriyorsun.. sonra bi de bakıyorsun ki bıraktığında yine eski haline dönmüş.. bizim tarih (ya da talih) lastiğimiz de herhalde fazla gerilmeğe dayanamıyor ve bir müddet sonra aslına rücu ederek bir türlü kavrayamadığımız insanlığımızı, olmayıp ta ucundan tutmaya çabaladığımız hakkımızı da arar sorar duruma geliyoruz..

çok uzun zaman önce bir yerlerde okumuştum.. doğru mu yoksa bir anekdot mu pek emin değilim. tarihin unuttuğu bir zamanlarda japonya’da pirinç yamaçlara, yamaçlarda açılan setlere dikilirmiş.. pirinç dediğin oldukça suya ihtiyacı olan bir bitki. bol su.. bol su.. su ise yamacın en üstünde bulunan bir kaynaktan, bir pınardan aşağılara doğru akarmış.. ve kimsecikler de suya, en yukarda veya orta yerde, şurda veya burda sahip olmaya, o suyu kesmeye, engellemeye, bu benim suyum yahu diyerek onun üzerinden bir hak iddia etmeye kalkmazmış.

çünkü hak japonca’da o zamanlar bilinmeyen bir kelimeymiş.

ne zaman ki binsekizyüzlerde batının edepsiz ve istilacı temsilcileri, savaş gemilerinle yokohama limanına demir atıp, bir süre sonra da kayzer’e ve hükümetine illa da batı anlamında (!..)bir anayasa hazırlamaları ve uygulamaları için baskı yapmaya başlamışlar.. işte o zaman japonları bir düşüncedir almış.. lisanında hak kelimesinin olmadığı bir ülkede onu nasıl tanımlarsınız… nasıl yazar, nasıl çizersiniz.. ve nihayetinde japonlar hak için yeni bir kelime üretmişler, anayasaları için.. bu da kenri olmuş…

権利..

bu da japonca hak olmuş..

yukardaki kısa hikâye şunu gösteriyor:

hak olmadan pekala pirinç üretebilmek mümkündür..

ve diğer taraftan daha ortada pirinç falan dahi yokken, illa da bir hak icat edip o hak ’ın üzerinde tepinmek te mümkündür..

ki bu da kimi hallerde (çoğu hallerde) hak olmayan yerde pekala insan olunabileceği.. ve aksine hak.. hak..  diye dayatılan yerlerde ise insan olabilmenin pek kolay ya da mümkün olmadığı..

aslında japon dostlarımızdan yaşam, insanlık, hak, (hukuk daha az..) konusunda alınacak çok derslerimiz var. mesela şu…

bir taraftan üç büyük inancın, daha başlangıçta sırtımıza yüklediği ilk ve ebedi günah neticesinde cennetten kovulmuş olmamız.. kuru toprağa ve acılara mahkum edilmemiz.. o günah karşısında ezilip durmamız.. diğer taraftan doğuştan omuzlarında böyle küfelik bir inanç yükü olmayan başka bir toplumdaki insanların görece başka yaşamaları… görece mutlu yaşamaları…

kutsal olarak tanımlanan kitaplarda, kitaplarımızda; her şeyden önce ahlaki ve manevi değerlere, allah’a ve ibadetlerine, inanmaya ve itaat etmeye, kul olmaya tahsis edilen kısımlar kadar, tekmil iman edenlerin yaşam biçimlerini, yemelerini içmelerini, yatmalarını kalkmalarını, sosyal hayatlarını, aile hayatlarını, alış-verişlerini, yaşamlarını ölümlerini, hak ‘kı hukuku ; kararlarla, emirlerle, sikkeyle ve dirhemle zapturapt altına almaya yönelik; dini ya da ulvi  olmaktan çok ötede olan bir çok dünyevi denebilecek ayet vardır.

işte bu bu bağlamda mütehayyil bir güç olan hakk ‘ın desteği ile tesis edilmiş gibi duran bu hak ‘ların da bu çerçeve içerisine konulup bir şekilde ve bu şekilde mütalaa edilmesi düşünülebilir…      

nitekim büyük şairimiz bile istiklâlimizin  ncak hakk’ a taparak hak edilebileceğini yazmıştır…

deliğe girmeyen top’ta, para çıkmayan bilet’te hatta durulmayan sözler’de bile allah’ın hakkı üçtür.. denir!..

bir an için hakk’ tan vazgeçip te ayağımızı sağlam toprağa bastığımızda; ellerinde kürek kemiklerinle bizon kovalayan ahvadımızdan beri insanları yönlendirmeye, insanlara hükmetmeye, insanlara bir sürü gibi davranmaya uğraşan yerleşik idare (!) sistemlerinin var olduğunu görüyoruz..

otokrat ya da polikrat…

iri yarı kabile reislerinden başlayıp ta insafsız tiranlara, korkunç kırallara, beceriksiz padişahlara, kendini beğenmiş abus diktatörlere ve en nihayet dipleri gözükmeyen gayya kuyusu devlet sistemlerine kadar; hepsi ama hepsi bütün yetkileri iki elleri arasında toplayıp bireye adeta hiç özgürlük tanımayan bir sistem kurmuşlar..

ya da göstermelik bir hukuk silsilesi içindeki kanun denilen ayak ve bilek zincirlerinin müsaade ettiği kadar.. 

bu minval üz’re ve bu ahvalde, tekmil yetkileri elinde tutan ve ruh sağlığı tartışılabilir müstebitlerin hüküm sürdüğü ülkelerde; özgür olmayan bireylerin zaten herhangi bir hak’ ları da olabileceğini ya da taleb edebileceklerini düşünmek dahi abestir.

demek ki hak  bir odada, bir kasada, bir mekanda ya da en güzeli müstebit karanlık kafalarının muhkem mağaralarında saklanan ya da diyelim ki gaspedilmiş tüm insanlara ve insanlığa ait bir değer ‘dir.. icap ettiğinde bu değer hak edene verilir ya da ihsan edilir.

ve çoğu zaman da ne yazık ki verilmesi gereken hak itin önüne atılan bir kemik parçasına ya da zoraki bir sadakaya bile dönüşebilir..

çok basit olarak söylemek gerekirse: bu hak mesela bir kamyonun geniş kasasındaki ekmekleri; elleri havada, birikmiş aç bir güruha, rastgele havaya fırlatarak dağıtmak gibi tezahür edebilir.. ya da bir bankanın kasasında istiflenen banknotların bankaların önünde saatlerce bekleyen emeklilere verileceği günü saati ayarlamak gibi.. şimdiler de ise oldukça güncel olan; çalışan onca insanın, bu çalışma karşılığında çalıştıranın emek karşılığı o insanlara vermesi gereken paranın, değerin,  yani kısaca hak edilen (!!)’in patronlar tarafından takse edilip pazarlık konusu yapılması.. diğer yandan çalışana reva görülmeyen hak’ ın onlarca katının yalnızca rahat koltuklarda el kaldırıp indirerek, cebe indirilebilmesi….

ve en çelişkili en ironik en gülünç olanı ise; zaten bütün bu hak ‘ları dilediği gibi kullanacak olan bir buyurganın kendisini ya da kendilerini  seçme hak ’ ının ahaliye ihsan edilmesi gibi..

doymak bilmeyen bir işkembenin bu biriktirilmiş, üstüne oturulmuş, zaptedilmiş değerleri bu hak ‘ları ender de olsa, bazen, kimi zaman bendinden taşan dev bir dalga, hakkımızı söke söke alırız biz  diyerekten, yumruklar havada, verilmeyen hak ‘larını almaya kalkarlar..

bize öğretilen dünya tarihinde ise, bu gibi durumlarda her seferinde dalganın, işkembelerin muhkem kayalıklarına vurarak gerisin geriye, elleri boş kendi denizlerine döndükleridir.. her seferinde..

ve böylece hak verilmez alınır özdeyişi de; kahvehane duvarlarında asılı duran hayber kalesi ve hazreti ali resimlerinin yanına çerçeveletilip asılacak bir türk vecizesi olarak kalır..

mutlaka yukardaki satırlarda ancak üç buçuk örnekle verdiklerimle hak’ ın sınırları çizilmiş ya da hak konusunda her bişey söylemiş sayılmam..

sosyalden topluma, ekonomiden kültüre, hayvanlara, çocuklara LGBT’lere, azınlıklara, silah taşımaya veya adam öldürmeye kadar üzerinde (eğer gerekirse) söylenecek, tartışılacak bir sürü hak’ lar var..

ancak yine de hepsini parantez içerisine aldığımızda; her bir seferinde ve hepsinde parantezin dışındadır onların bu hak’ larını zaptetmiş olanlar..

ve zaptedildikleri içindir ki zaptedilen ve lütfedilip verilen bu değerlerin bir diğer adı da hak’ tır..

bu gibi yazılarda adettendir. bir ünlü yazardan alıntı yapılır. ambrose bierce belki de çoğunuz tarafından tanınmasa da bence ünlü bir yazar.

ve kendisi şöyle demiş şeytanın sözlüğünde:

hak: i. önüne sayısal bir güç eklenmediği sürece hiçbir değeri olmayan bir sıfır…

—    i. olma, yapma ya da sahip olma yetkisi… söz gelimi bir zamanlar herkes kral olma hakkının doğrudan tanrı’nın iradesinden geldiğine inanıyordu, ki demokrasinin aydınlık hükümdarlığının (!) dışında bir görüş bazen halâ onay görür. sir abednego bink ‘in aşağıdaki meşhur dizelerinde olduğu gibi:

hükümdarlar hangi hakla hükmediyorlar peki?

kim onaylıyor iktidarlarını ve mevkilerini?

katır gibi inatçı olmalı -ona ne şüphe-

tanrı’nın onayı olmadan bir saat bile

tahtta davetsiz bir misafir gibi oturan

ve başkanlık koltuğundan duyduğu gururu

herkesin gözüne sokan bir ademoğlu.

ancak ilahi hak’la olur ne olursa,

hiçbir şey gerçekleşmez tanrı onaylamazsa.

bir budala bozabilseydi eğer O’nun tasarısını

veya bir zorba durabilseydi şayet O’na karşı,

hayret verici bir durum olurdu bu doğrusu!

öyleyse tanrı (gücendirmeyi istemem ama)

görevi ihmalden suçlu olsa gerek bir parça.

ve son söz olarak şunu söylemek istiyorum:

insanoğlunun bir gün artık bütün sınırlarını kaldırıp birbirlerine değil yabancılaşmak, aksine hocanın dediği gibi tanış olarak geleceğe kaygı ile bakmanın tamamen unutulduğu umut dolu bir dünya inşaa ettiklerinde hak zaten kendiliğinden ortadan kaybolup yok olacak.

bu ancak hayal edilmesi çok güzel olan bir ütopya’ dır..

ama eninde sonunda ancak hayal edilebilir..

aslında bütün bunlar daha derli toplu, daha mantıklı, ve bu derginin ruhuna ve edebine uygun olarak daha veciz ve saygılı olarak yazılabilirdi..

pek olmadı…

itirazlarınız olacak.. biliyorum.. duyar gibi oluyorum..

hak(k)-ı âliniz var efendim…

Aykut Yazgan
+ Son Yazılar