Yöntem Bilmezdi, Yöntem Öğrettiler, Yönteme Çevirdiler (*)

Sayı 4 - Yöntem Sorunu

Yöntem üzerine bir sohbeti sek ve ahu zarım altı

“Yolu bilmekle yolda yürümek aynı şey değildir,”  bilge Morpheus böyle diyordu, Seçilmiş İnsana, ve ona Gerçeğe ulaşmanın yöntemini anlatırken onu bizzat kendisinin araması ve bulması gerektiğini söylüyordu. Ona yalnızca kapıları gösterebilirdi ve kapılardan geçip geçmemekse kendisinin elindeydi. O kapıların ardında aradığı şey kendisini bulacaktı.

Aramak, bulmak ve bulunmak? İnsan her aradığını bulabiliyor mu acaba? Ya da bir zaman sonra bulduğuna bakıp da “Yok bu benim aradığım değilmiş” mi diyor? Ne diyor Profesör Umberto Eco, “Hep arar idim ama hiç bulamadım” ve işte bu belirsizlik onun erinci oluyordu. Böyle diyordu kitabında.

Oysa Roma’dan daha güzel yer vardır ve uzakta değil yakında bir söz daha vardır: “Arayışım bana bulgu oldu”. Arayışım dedikçe anladığım yoldur benim; şimdi yoldayım, öyleyse arıyorum, neyi arıyorum, yolu, kendimi, arayışın kendisini, an geliyor aradığımı unutuyor, an geliyor unuttuğumu buluyorum, kendimi kaybettiğim arayışımda, yolu kaybettğim kendimde yol oluyor, arayış oluyorum, kendimi buluyorum, meğer ben yolmuşum, arayışmışım, ben yokluğummuşum” diyorum.

Anladığını arayan, bildiğini seven İnsan yoldadır!

Yolda yürümeyi tıpkı bir matris denklemi çözmeye benzetiyorum, karmaşık ama bir düzen arayıcı ve kurucu. Bu benzetme saçma bulunsa da (bulanlar için söylüyorum) “insanı yaşatan tek kalbi varken neden ikinciyi istesin ki!” Bazen de böyle düşünmeli yaşama dair diyorum.

Tarihte yöntem arayanlar benim gözümde şövalyeler olmuşlardır. Onlar için en yüce onur Yolda kaybolmanın sırrında yatar.

Merak ettim, sonunda Sir Thomas’ın “Arthur’un Ölümü” adlı yapıtını Türkçe çevirisinden okudum. Okurken okumanın yöntemini de öğrendim.

Bana göre yol yöntemin kendisini yansıtır. “Yolun yordamı” der atalarımız, bir işin düsturuna dair; güzel söz, usta sözü.

“Heyhat, yar bana bir yordam!” diye bağırır Hacivat. Bazen de yordam, el yordamı oluveriyor; pat! diye tokadı yiyorsunuz karagözün birinden, ya da bir göz yordamı ile seçiveriyorsunuz içinizdeki güzeli, hemen oracıkta, yıldırım çarptı diyorsunuz.

Yordam kelimesinin kökünden bir sürçü lisan ederek hareket ettim, onun bir yorumlama biçimi olduğunu gördüm, “hayra yor”, deriz ya.

Hayr, en yüksek iyilik demek. Yolumuz böyle de, bizim yordamdan anladığımız ne acaba? Bir de ayağını yorganına göre uzatmak var, yoksa yordamına göre mi olmalıydı?

Bilmek ve yürümek, bu ayrımla başladım yazıma, ama sorun bilmek ya da yürümek değil, onu sorun eden kişinin kendisinin kendi deneyimlerinden yola çıkarak keşfetmesi. İşte burada keşf öyle bir süreci yansıtır ki, aramak, bulmak, yormak, kaybolmak, Morpheus, aşk, kelam, sır ve her şey, evet her şey, kendi olmaktan çıkar ve birden tek bir sezgiye dönüşür, gerçeğe ne kadar yakın ve o ölçüde ne kadar uzak olduğumuz düşüncesine.

Geçen yıllar içinde kâh farkına vararak kâh farkında olmayarak kendi deneyimlerimden şunu öğrendim ki, her defasında farklı diye sarıldığım şey tek bir sezgiymiş; o da kendim ve kendimin yargısızca bir yolda yürüyüşü. Ah evet kendim, hem her şeymişim hem de hiçbir şey bu yolda. Hem yolmuşum hem de yolcu.

Bizim toplumda insanın kendi deneyimlerinden söz etmesi garip karşılanır, oysa bu şuna benziyor: Ev sahibi misafirlerine akşam yemeğinde kendi buluşu olan bir yemeği tattırdı, kiminin hoşuna gitti, kimi “Daha yok mu?” dedi. Bilirsiniz misafir umduğunu değil bulduğunu yer. Çünkü deneyimler hazır tarifler üzerine gerçekleşmez, kimi acı kimi tatlı gelir, ama birer deneyim olarak yaşanır ve yöntemleri bu süreçlerde, bu yaşantılarda gizlidir. Fırsat bilip deneyimleyen gün katar gününe ve zaman kazanır bu yürüyüşte, yol uzun ve çetindir çünkü. Hep denir bilirsiniz. Ama ne demişler, gönül zevzektir, o da umar! Ya da zevki ummakta yatar.

Böyle deyince aklıma bir masalın giriş kısmı geldi, eskilerde kalan bir şefkatten. Bana şöyle derdi gece yatağımda uyumaya hazırlanırken:

“Aldı Ana Hatun:

  • Bir varmış, bir yokmuş, bir Mehmet Şah varmış. Bir gün Mehmet Şah gitmiş oduna, odun değmiş buduna, odun değil kamışmış, on parmağı gümüşmüş.

Aldı Mehmet Şah:

  • Gümüşümü aldılar, beni yola saldılar, yolda bir elma buldum, elmayı kıza verdim, kız bana darı verdi, darıyı kuşa verdim, kuş bana kanat verdi, kanatlandım uçmaya. Hak Hak Haktaşı, benim babam binbaşı, binbaşının kızları, eteğinde kozları, kırıp yedim kozları, kucakladım kızları…”

Hâlâ melodisi ile hatırlarım. Ne ilginç!

“Geceleri uyku vaktidir,” derdi eskilerden bir başka şefkat. Oysa çok uzun zaman oldu bu sözü unutalı. Ve nice zamandır kafamı, hücre gibi gelen her dört duvar arasında, önemsemediğim yatağa uzattığımda, gözlerimi önemseyerek kapatır, pür dikkat uyanıklığımı beklerim, uyuklamamı değil! Çünkü geceleri her kaygıdan uzak olurum diğer insanlar gibi, imgelere dalarım, hayallerden hayallere atlarım, günahlarım olur, sevaplarım da, onur ve masumiyete bürünür istek, ve ben kendi kendime şiirler çizerim bu sessiz melodide ve resimlere hareket kazandırırım eşliğinde, kutsal bir odun parçası gibi bir oyun oynarım kendimden kendime, böylece bir yol düşlerim hep; aklıma uçsuz bucaksız, yürümekle bitmeyen ve zaman zaman düşündüren zaman zaman da şaşırtan, bazen ağlatan bazen de güldüren, garip ve büyülü nesnelerle süslü bir tasarım gelir, kendimi unuttuğum, kendimi kaybedilmiş hissettiğim bir sonsuz yürüyüştür bu, gözümün önüne gelir tüm detaylarıyla, korkarım canavarlardan, çaresizce kaçmak isterim uysal çocukluğuma, “ağlamak için erken” derim, “nefes al evlat,” ve “daha berrak gör o yolu yahu, korkma ilerle, geri dönüşü yok bu yolun,” diye telkinlerde bulunurum kendi kendime, cesaret katmaya çalışırım cesaretime. Sonra her şeyim ve ben teslim oluruz gecenin rengine. Ertesi günün sabahında on iki saat gözaltına alınmış gibi bir ruh hali içinde, ağzımda flouridle karışık neskafe tadı varken, güneş dile gelir penceremden ve gün boyunca o rüyayı yordukça yorarım aslıma. Anlarım ki bir sohbeti sekmiş her şey ve zarım altı gelmiş yine… Ah çekerim, ve bir dostun söyledikleri gelir aklıma, hüzünlenir, geçer giderim, ve her şeye rağmen yola devam derim.

Rüyalarım, içinde kaybolduğum sığ sular, sırlarımın bana kendini akıttığı gümüşten nehir, güneşimin raks ettiği derya-yı umman, diplere daldıkça kaybolma hissi veren ve ardından gelen uçma gücüyle coştuğum parlak yıldız; “sonsuz süren coşkudan ve yüce olanın görünüm anından yanılgının oluşumuna ve başlangıcın pişmanlık dolu edimine” bir yolculuk, hiç düşünmeden, tıpkı Dante’nin dediği gibi, koyulurum o bitmeyecek yola, gölgem uzar kısalır, kısaldıkça uzar. Kızgınlıklar biter, ruh dingin sulara kavuşur. Platon ve güzel Muhammed’i Cehennem’e neden sokmuştur Dante? Bunu sordum geçen gece kendime, oysa hiç anlamamışım, meğer sen kalk şairleri devletinden kov ve onlara yalancı günahkârlar damgasını vur, sonra bir Molla Kasım gibi gelir şairin biri (gelişi teşbihe şamildir, zatı değil!), hem de iki kafadar gelirler, sonra olacağı bellidir. Onlar da kendi cehennemlerinde seni yakarlar, öyle değil mi? Sevdiklerini de cennete sokarlar. Böyle olmuyor mu zaten, yaşantı dediğimiz bu hayal dünyasında?

Bir başka şair de daha yakın zamanda, “Paris’te gezmek ve onu görmek demek onda kaybolmaktır,” diyordu. Bunun neresi yalan kardeşim? Diyelim ki şairler yalancıdır, öyleyse onlar en gerçek olanın aşıklarıdır, aşık atarlar hakikatle, aşikarcıdırlar, çünkü Tanrı da başlangıçta Bilgi Ağacı konusunda bizlere yalan söylememiş miydi? Ne çabuk unuttuk?

Kuşkusuz buradan hareketle, tıpkı bir Ortaçağ filozofu gibi; öyleyse yalan söylemek en büyük iyilik ve erdemdir sonucuna varabilirim; bir biçimsel Aristo çarpıtması yaparak, oysa ve eğer yalandan anlaşılan bir nesneyi yalınlığı içinde yalabulamaksa (bu söz için kapsamlı etimoloji sözlüğüne bakmanız gerekiyor, Öztürkçe olan bu sözcük parlatmak anlamına geliyor).

Paris’e gelince adının nereden ve niye geldiğine bakın, günah tohumunun içinde bittiği elma meselesini orada bulacaksınız ve eğer Adem’in Paris’li olduğunu keşfederseniz bir gün, kimseye söylemeyin ha, size deli derler.

Bir de şaşırıp kalmayın yazdıklarıma ve neden yöntemle ilgili bir yazıda konunun bu kadar dallanıp budaklandığını sormayın, ben de bilmiyorum, ama şu an isterdim ki bir de benim yolları çatallanan bahçemde dolaşsın biri! Ama her şeyin bir vakti var ve artık her yol her yerden geçer.

Şimdi sormak lâzım, yahu bizim Paris’imiz nerede? Biz neyi arıyoruz? Özdemir Asaf’ın dediği yerde, eğer bir gün bize haydi herkes kendi bahçesine denirse hazır mıyız buna, bahçemiz var mı gideceğimiz? Ya bizim Morpheus neler seyrettiriyor bizlere gerçekliğin rüyadan perdesinde? Önce bunlara bakmak ve sorgulamak gerek. Gülüp geçme ey arkadaş, bahçen var mı ki senin? Aradığın şehirde ne zaman kayboldun da gizlenmiş gerçeği bulup, keyfin kekah oturmuşsun? Ve paylaştın mı elmanı, ya kiminle?

Gerçeği biraz germek gerek.

Tabi bu ve daha önce dile gelen gerekler sanki bir yöntemin belli başlı ama yalın ve yavan ilkeleriymiş gibi anlaşılabilir, ama anlayış için öyle değildir, ve eğer öyleyse yaşamın kendisi bize ayna olan yöntemin kendisi olmaz mı, aranan hikmet bu olamaz mı? Biz puslu baktıkça o aynaya ne görebiliriz, üzerimizdeki izlerden ve islerden başka?

“Aynayı saf olarak görmeye çalış ki pussuz olan ışığı gör, o apaydınlık karanlıkta,” derdi herhalde Fahreddün Iraki benim yerimde olsaydı. İşte bir Morpheus daha tarihin karanlığına itilmiş rüyalı geçmişinden, ama gerçek.

Biliyorsunuz, Morpheus antik Yunan mitinde rüya gördüren tanrı olarak geçer ve gecenin rengi ile anılır. İşi, uykudayken insanların rüyalarına en sevdikleri ve/veya en korktukları biçimlerde girmekmiş, bunu yaparken de biçimsiz yüzünü istediği kılığa sokarmış ve onun biçimsiz yüzü nurdanmış. Şimdi aklıma “Nur karanlıkta parlar” sözü geldi İncil’den. İncil’in Morpheus’u İsa mıydı acaba? Hani “Eli Eli Lama Sabaktani”, diye bağırdığında çarmıhtayken, acaba bize yolunun yordamını mı işaret ediyordu son nefesinde dahi, oysa bizler ne küçümsemiştik o genç insanı, ketumiyetindeki deneyimsizliğinden ve anlayışının sabırsızlığından ötürü. Ve “Akşam olunca, İsa’nın şakirdi olmuş Arimatea’lı Yusuf adlı zengin bir adam geldi” (Matta: 27.57). “Ve onun cansız yatan bedenini alıp Meryem ile birlikte Paris’e gitti.”

Şimdi gelelim Batı’nın rüyasına, elmanın gizine, insanın göz kamaştırıcı ihtişamında kendini yitirdiği kutsal şehir imgesine; yerini muhteşem Fatih’in muhteşem Konstantiniyesi’ne mi bırakacaktı yıllardan sonra? Kuşkusuz evet diyen kardeşler olacaktır, ama ya bu bir imgeyse, tıpkı İsrailoğullarının kutsal toprakları gibi, o ki yüreklere tanrının eli ile çizilmiş vatandı, ya o nerede? İstanbul için de imgeler vardır biliriz, şairlerimizin dilinden. Ve çok daha öncelerden, Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesinden, İstanbul bahsi, göreceksiniz ne demek istediğimi.

Ne kadar görsek de, bildiğimizi sansak da, kendi dilimizden, kendi yüreğimizden değil ki bütün bunlar? Ne zaman kaybolduk kendimizde, İstanbul’da, ya da hiç görebildik mi bu vatan toprağını onda kendimizi unutarak? Ne zaman aşık olduk benliğimizi kaybedecek derecede? Ne zaman İbrahim’le dost olduk da ondan Halil İbrahim diye söz ediyoruz? Ya tanrıya sorduk mu hiç ya o nerede saklanıyor diye? Soranlar vardır kuşkusuz, sorduran Jazz’cılar da. Gene de kalabalık bir ses, ama çok sessiz bir şekilde hayır diyor, duyuyorum, içimdeki dehlizden. Onlar ki Jazz müziğini kapı gıcırtısı sayarlar.

Peki neyi aradığımızı biliyor muyuz ve ne yaptığımızı gerçekten? Buna benzer daha çok kafiyeli sorular sorabilirdim, ama bunu yapmayacağım, sıkıcı olacağından değil, içimizin sıkılacağından.

Ne aradığını bilmeyenler var, ya da hiçbir şey aramadığını bilenler veya tam anlamıyla böyle sananlar. Kendinize içtenlikle sorun bu soruyu, aynaya yalnız başınızayken bakıp da sorun neden hiç azla yetinemiyor, neden daha çok istiyor insan? Şimdi ben kendime soruyorum, ben ne istiyorum ve aradığım tam olarak nedir?

Cesur oluyorum ve sorumu yanıtlıyorum, bil-mi-yo-rum, bilmiyorum diyorum. Oh be! Bilmiyorum ya dost!

Bilmiyorum diyebilmek basit bir sözcükten ibaret değil, o bir sezgi, bir deneyimin ifadesi, oysa yukarıda konuyu belki de büyülü kılan süslü benzetme ve sözlerle ne kadar da gerçekçi ve benim kılmıştım, oysa yanıldık, yanıldım ve yanıldınız ve yanıldı! Çünkü hiçbiri benim kendi yolum değildi, hiçbiri kendi üretim ve emeğimin yöntemleri ve anlayışları değildi, ama benim yordamımdı hepsi, kim aksini iddia edebilir? Evet, onları kenime bir Vergilius ya da binbir kanalı melek yapabilirim, yaptım da, ama ben bunu istemiyorum.

İşte beni iyi dinle yüreğim, ne dediğinin farkında mısın? Ne istediğini bilmekten çok ne istemediğini bilmek daha da önemli değil mi? Bunu dedim.

Demek yüce mimarın sağ elinde tuttuğu gerçekleri istemiyor yüreğim, öyleyse adaleti istiyor olmalı.

Yukarıdan bir ses:

  • Öyleyse al senin olsun, madem benden kendi nefsini ilgilendiren bir şey istemedin, yalnızca adaleti istedin istediğin gibi olsun.

Bu sesi duymak için canını binbir kere vermek isteyenler vardır, ama ben verecek tek canı olan yalnızca canımı sakınabilirim, çünkü ya Sarı Çizmeli Mehmet Ağa olursun ya da kavalı öttüren çoban.

Ama Yöntemi bilmiyordum, öğrettiler,sonunda yönteme çevirdiler, artık bilmeye hazırım başlangıçta…

… ve yöntemi öğrenip yöntemin kendisinde kalmaya…

Çünkü bir şeyi bilmek bildiğin şey neyse o olmaktır denmişti, öyleyse Sokrates kendisi olmuştu, çünkü bilmediğini bildiğini söylemişti.

… ve kaseyi kendi eliyle içti, gülerek, korkmadan.

(*) Bir halk aşığının, bir bilge ozanın, “Dil bilmez idim, dil öğrettiler, dile çevirdiler beni” sözünden esinlenerek, Aydınlanmanın bir süreç, bir yöntem, bir eğitim ve dil sorunu olduğunu ve belki de tüm aydınlanma tarihini tek bir satırda özetleyecek bu felsefî deyişten yola çıkarak yazıma böyle bir başlığı uygun gördüm; konuyla biçimsel ilişkisini kurmaksızın yaptım bunu, ne bir eğretilemedir, ne de bir dil sürçmesi, ama doğrusu tam bir esinlenme.