Yaşayanın Kaleminden Köy Enstitüleri

Sayı 2 - Eğitim Sorunu

Yıl 1944. 12 yaşındayım. İkinci Dünya Savaşı sürmekte. Türkiye savaşın içinde değilse de savaşı endişe ve korkuyla izlemekte ve bazı önlemler almakta. Örneğin harman zamanı köylerde sürekli kalan memurlar, herkesin devlete ne kadar buğday vereceğini saptamakta, köylü kendini ilçeye götürüp teslim etmekte.

Ben de bir eşek yükü buğdayı, yirmi kilometre uzaklıktaki Gümüşhacıköy ilçesine götürüp teslim ediyorum. Boynum bükük eşeğe binip köye dönüyorum. Bize kalan buğday bir yıl yetecek kadar değil. Eksiğini iki ineğin birini satıp karşılıyoruz. Çok sonraları öğreniyoruz ki yeterli siloları olmadığı için devlet, topladığı buğdayın büyük kısmını çürütüp denize dökmüş.

Bir gün köye bir cip geliyor, koşup başına toplaşıyoruz. Henüz otomobil, tren, deniz görmüş değiliz, radyo nedir bilmiyoruz. Savaş haberlerini arada bir ilçeden gelen Karagöz ve benzeri gazetelerden öğreniyoruz. Enstitü açılmış, yatılı okulmuş, isteyenler çocuklarını gönderebileceklermiş. Babam, benden iki yaş küçük olan kardeşimle beni okula yazdırıyor. Köylü kuşkucu, başka yazdıran olmuyor.

Bir süre sonra ilçeye gittik, diğer köylerden gelen çocuklarla birleşip iki tane at arabası (yaylı) kiraladık. Merzifon ve Havza’dan sonra Ladik’e vardık. Akpınar Köy Enstitüsü  , Samsun’a bağlı Ladik ilçesindeydi, ama içinde değil, diğer enstitüler gibi kırsal bölgedeydi. Kocaman bir çiftlik gibiydi. Yatakhaneler, derslikler, büyük bir yemekhane, öğretmen ve memur lojmanları, kütüphane, yani her gereksinimi karşılanacak şekilde düzenlenmişti. Eğitim yöntemi klâsik ve sadece teorik değil, iş içinde yaparak, yaşayarak öğrenme yöntemi. Haftada bir yapılan toplantılarda okulun sorunları serbestçe tartışılıyor, icabında okul idaresi eleştiriliyor. Tarlalar, bahçeler, tavukçuluk, arıcılık gibi bölümler var. Üretim, tüketim, öğrenim bir arada. Binalar henüz ihtiyacı karşılamıyor, inşaat sürüyor, okul sanki bir şantiye yeri. Sınıflar, sırayla nöbetleşe bütün iş yerlerinde çalışıyorlar. İnşaat başlıyor. Yemekhanede, bizden birkaç yaş büyük olanlar doymuyorlar, elimizdeki ekmeği kapıp yiyorlar, biz de bir şey diyemiyoruz.

Türkiye’de Kırklareli’nden Kars’a, Kastamonu’dan Adana’ya kadar 1940 yılında 20 kadar köy enstitüsü kuruluyor. Her biri kendine ayrılan bölgeden öğrenci topluyor. Nüfusun yüzde sekseni köylü, köylerin yüzde sekseni okulsuz. Amaç, okulsuz köyleri en kısa zamanda okula ve öğretmene kavuşturmak. Hattâ enstitüden köylere ekipler gidip okul yapımında çalışıyorlar. Ülke çapında bir heyecan ve yepyeni bir uygulama. Öyle kentli gençleri öğretmen yapıp köylere göndermeyecekler, köylerden topladıkları çocukları okutup öğretmen yaptıktan ve bir de zanaat öğrettikten sonra tekrar köylere gönderecekler. Öğretmenlerin işlevi, sadece çocukları okutmak değil, birer halk önderi olarak köylüleri bilgilendirip bilinçlendirecekler, ülke böylece cehaletten ve sefaletten kurtulmuş olacak. Yani çağdaşlaşmanın en kestirme yolu aranıyor.

Devrin ünlü edebiyat eleştirmeni Nurullah Ataç, köyden gelen çocukları tekrar köye göndererek köylülükten kurtulmanın mümkün olmadığını yazarak sistemi eleştirenlerden.

1940’da başlatılan ve fikir babası İsmail Hakkı Tonguç olan bu yeni eğitim sistemi, 1946’da çok partili düzene geçilinceye kadar başarıyla uygulandı. Bu tarihten sonra partilerin iç politika malzemesi haline getirildi. Birçok dedikodular üretildi. Sonunda harcandı.

Yaklaşık on yıl kadar süren köy enstitüleri döneminde on beş bin kadar öğretmen yetişti. Bunlar arasından değerli edebiyatçılar da çıktı. Mahmut Makal, Talip Apaydın, Fakir Baykurt, Mehmet Başaran, Dursun Akçam akla gelen isimler arasında.

Kimi kent romancıları, onları köy romancıları diye hafife almak istedilerse de onlar iyi yazarlardı.

Ayrıca enstitü çıkışlılar, 1961 anayasasından sonraki dönemde Öğretmen Dernekleri Federasyonu, Türkiye Öğretmenler Sendikası ve Türkiye Öğretmenler Derneği gibi kuruluşlarda, demokratik örgütlenmenin ve hak aramanın çok başarılı örneklerini verdiler.

Bir anımı anlatmak isterim. Ünlü halk ozanı Âşık Veysel ile ilgili. O zamanlar Veysel maaşa bağlanmıştı. Enstitüleri sırayla gezer, her birinde aylarca kalır, sınıflarda saz çalıp türkü söyler, sohbet ederdi. Bir gün öğretmenler lokalinde nöbet tutuyordum, bir öğretmen arkadaşlarına çay kahve ısmarlamak istedi, “Sor bakalım oğlum, kim ne içmek istiyor.” dedi. Ben hemen parladım, “Herkes ne istiyorsa söylesin, ben neden teker teker soracakmışım” diye bağırdım. Öğretmen bir şey demedi, gülümseyip geçiştirdi. Sonradan Veysel bana “Yaşar sen niye bu kadar sinirlisin?” dedi. Gözü görmüyordu ama hepimizi sesimizden tanıyordu. Aradan on beş yıl kadar zaman geçti. Ben bu kez Adana Düziçi Öğretmen Okulu’nda öğretmen olarak görevliyim. (Enstitülerin ismi değişmiş, öğretmen okulu olmuştu.) Veysel oraya da geldi, uzun süre kaldı, sınıfımda öğrencilerime tanıttım, anımı da anlattım. Yine saz çaldı, söyleştik, bir de fotoğraf çektirdik. Arada bir bakarım. Hem değerli bir halk ozanı hem bilge bir kişiydi.