Yapısalcılık, Dil, Bilinçdışı ve Özne – 01

Sayı 3 - Dil Sorunu

“Karşı-Tarihselciliğin, ‘biçim’, ‘yapı’ ve ‘denge’ kavramlarının Olguculukta ve Yaşam Felsefesinde mutlaklaştırılması, geç burjuva toplum ve tarih görüşüyle kaynaşır. H.Freyer ‘toplumsal yapı’yı tümüyle ‘yaşamın biçimleri’ olarak tanımlamıştır. Bunun sonucunda toplumbilimsel kavramlar, olay içeriklerine göre değil, tarihsel gerçeğin yapısında taşınan içeriklere göre belirlenir. Amerikan burjuva toplumbiliminde şimdilerde egemen olan ‘Büyük Kuram’ (T. Parsons), Max Weber’den aldığı ilkeler çerçevesinde ‘istikrar’ ve ‘denge’ye dayanan ‘yapısal işlevsel toplum düzeni’ düşüncesini, Freudculuk ile birleştirmiştir (Klaus)” (Birkiye 1984:135).

Yapısalcılığın kişisel karşıtlarından Demmach’ın dediği gibi “‘edebiyat’, ‘bilinçdışı’ ve hatta ‘tanrıbilim’ yapısallaşmış ya da yapısallaşmak üzereyken”, Yapısalcılık, ‘yeni bir dünya görüşü’, ‘evrensel bir yöntem’, ‘her çağdaş düşüncenin ve bilginin bir modeli’ olarak tüm felsefeleri aşacak ve onları bir yana itecek bir görünüm veriyordu. Levi Strauss’un Yapısalcılık için “1968’den sonra maziye karışan bir modadan öte bir şey değildi” dediğini belirten Klaus, onun her zaman Yapısalcılığın felsefi karakterinden kuşku duyduğunu, buna karşılık Foucault, Derrida ve Althusser’in ise her zaman ‘kendi felsefelerinin yapısalcı karakterinden kuşku duyduklarını’ belirtmektedir. Sartre ile girdiği bir polemikte, kendi düşünceleri ile Lacan ve Althusser’in düşünceleri arasındaki ortak yön için Foucault şunları söylemiştir: “Levi Strauss’un ‘toplumlar’, Lacan’ın ise ‘bilinçdışı’ için, bizi en derinden kavrayan şeyin karşımızda durduğunu, bizi zaman ve mekân içinde tuttuğunu ve bunun da dizgeden başka bir şey olmadığını göstermeleri üzerine bir ‘kopma’ gerçekleşti… Dizgeyi bir ‘ilişkiler toplamı’ olarak anlamak gerek. Bu ‘ilişkiler’, birbirlerine bağladıkları içeriklerden bağımsız olarak var olur ve değişirler”. Klaus, eğer olgu böyleyse, her türlü ‘insan varoluşundan’ ve her türlü düşünürden önce gelen ve bizim de yeniden bulduğumuz bir bilgi ve bir dizgenin var olması gerektiğini vurgular. Şu soruları sorar: ‘Bu öznesiz, adsız dizge nedir? Düşünen nedir? ‘Ben’ yıkılmıştır. Bu sorgulamalar şöyle ilerler: Sorun ‘vardır’ın bulunmasıdır. Böylece bir bakıma onyedinci yüzyılın bakış açısına geri dönülür. Yalnız şöyle bir fark vardır: ‘Tanrının yerine İnsanı koyarak değil; ‘adsız bir düşünmeyi’, ‘öznesiz bir bilgiyi’, ‘kimliksiz bir kuramı’ koyarak. İnsan düşüncesini gereksiz bulup bir yana atma eğilimini, Hümanizmde sıyrılma çabası izleyecektir (Klaus)” (Birkiye 1984:137).

Klaus, Levi Strauss’un kendi felsefi bakış açısını ‘aşkın öznesi alınmış Kantçılık’ olarak nitelediğini belirtir. Bu Kantçılık onda Freudculuğun felsefi yanları, Fransız Toplumbilimsel Olguculuğu ve Parsons’un Toplum Kuramındaki ‘yapı’ ve ‘dizge’ kavramlarıyla bütünleşmiştir. Bunların üzerine Marks’tan alınan bazı düşünceler de serpiştirilmiştir. Yapısalcılık akımı, her temsilcisinde farklı bir tutum içeren bir içeriğe sahiptir. Özellikle Diyalektik Maddecilik karşısında alınan tavırlar farklıdır. Bazı temsilcilerde ‘dizge’, ‘yapı’ ve ‘ruhun ya da bilginin her türlü içerikten soyutlanmış ilişkileri’, tarihin diyalektiği’nin karşısına konulur. Lacan, Levi Strauss için (ve Klaus’a göre kendisi için de) şöyle der: “Tarihi tümüyle yadsımaz. Onun yadsıdığı, tarihin diyalektiğidir”. Felsefi Yapısalcılıkta ‘değişim’ yadsınmaz ve ‘çeşitliliğin özel bir biçimi’ olarak anlaşılır. Foucault şöyle der: “Ben, Tarihi yadsımadım. Değişik düzeylerin birbirine dönüşümünü göstermek için ‘genel olan’ ve ‘bir şey söylemeyen’ ‘değişim kategorisini’ rafa kaldırdım”.

Felsefi yapısalcılığın temel niteliği ‘nesnel etkinliğin’ ve ‘somut öznelerin gerçekliği yansıtan bilgilerinin’ yerini ‘adsız bir öznelciliğin’ alması, ‘kuram’ kavramının fetiş düzeyine indirgenmesi olarak belirlendiğinde, artık pratikten kurama ve kuramdan pratiğe bir geçiş, bir yol kalmaz; ve bu bağlamda Nietzsche, Freud ve Heidegger’in düşünceleri Yeni Olguculuğun ilkeleriyle bütünleşir. Klaus, bu bileşimin temelinin, öncelikle Dil Felsefesinde temellendirilmiş bir Karşı-Tarihselcilik olduğunu belirtir. Goethe’nin ‘Başlangıçta etkinlik vardı’ sözünün yerine İncilin şu ayeti konur: ‘Başlangıçta söz vardı ve bizler onun yarattığı evrenin içinde yaşarız, zihnimiz bu yaratımı sürdürür ve onu durmadan yeniler (Lacan). Klaus, bu önermede Söze, Konuşmaya, ‘büyüsel bir güç’ yüklendiğini belirtir.

“Felsefi Yapısalcılık, Olguculuk ile uzaktan yakından bir ilişkisi olduğunu kabul etmemekte ama gene de ‘Viyana Grubunun mantıksal olgusal yapısalcılığının ortaya attığı ilkeleri’, ‘Russell’ın orta dönemindeki dilbilimsel felsefesinden üretilmiş ilkeleri’ ayakta tutmaktadır. Ama bununla da kalmayıp ‘Freud’un altbenin zamandışılık ve değişmezlik ilkelerini’ savunmakta ve ‘Heidegger’in Varlık felsefesinin kavrayışına uygun olarak’ dilin izinde ve dolayısıyla ‘Olgucu ve Fenomenolojik Dil anlayışından Heidegger’in Varlık kavramına uzanan yolda iz sürmektedir. Bu felsefe ‘Akılcılığın eşi bulunmaz örneği’ olduğu izlenimini uyandırırken, ‘Nietzsche ve Heidegger’in Akılüstücülüğüne bağlanmaktan’ da geri kalmaz (Klaus)” (Birkiye 1984:140).

Felsefi Yapısalcılığın, ‘bilimsel gelişmenin dizge ve yapıyı araştıran bölümleri’ ile ilişkisini tartışmaya açan Klaus, onun bir yandan ‘içeriğin hareketinden yalıtılmış yapıları’ konu alan bilim dallarıyla, sanki doğal hakkıymış gibi özdeşleştiğini (Fransız yapısalcılığı için Dilbilim ve Budunbilim örneklerinde olduğu gibi), bu yoldaki bazı kıpılan mutlaklaştırdığını; öte yandan ise idealist ve anti-diyalektik bir felsefe olarak ürettiği gelişme mantığıyla da bu alanlardan uzaklaştığını vurgular. Diyalektik maddeciliğin, dizgeyi ve yapıyı, ‘maddenin hareketinin bütünlüğünden’ yola çıkarak, bu maddi hareketi ‘yansıtan’ bilinç olguları olarak gördüğünü belirtir. Doğanın, toplumun ve bilginin tarihi, dizgeleşmiş ve yapılaşmış bağları içinde tarihin kıpıları olarak anlaşılır, yapılar bir tarihsel sürece bağımlı kılınır.

“De Saussure’ün buluşu yani ‘dili bir göstergeler dizgesi olarak görmek’, diyalektik karakterdedir. Ama kısmen Comte ve Durkheim’dan alınan ‘tarih dışı ve durağan yasalarla’ birleşmiştir. Yapısal Dilbilimin gelişmesi içinde bu tarih dışı, durağan kavrayışı öne çıkaran girişimler de olmuştur. Bu görüşlere yöneltilen Eleştiri, Husserl’in bazı düşüncelerini kısmen doğrudan, kısmen de Kurucu Psikolojinin (Gestaltpsychologie) aracılığıyla almış ve bazı Olgucu yaklaşımlann etkisinden kurtulamamış olmasına karşın Prag Okulunda başlamıştır. Prag okulunun temsilcileri, Dilin içkinliğinin mutlaklaştırılarak ‘dil’ in ‘dış dünya’ ile bağlantısının yitmesine karşı çıkmışlardır. Yeni Olguculuğun ‘yalın ilişki’ ve ‘yalın biçim’ kavramlarına da karşıt düşünceler getirilmiştir.

Tüm Dil Sorunlarının ‘yalın yapılar’ sorununa indirgenmesinin tutunamayacak bir görüş olduğu; çünkü dilde bulunan ilişkilerin ve bunların taşıyıcılarının etkileşim içinde bulunduğu ve bu yüzden de ‘dilin’ yalnızca ‘eşsüremli bir dizge’ olarak değil, aynı zamanda da Saussure’nin tersine ‘zamanın akışı içinde bulunan artsüremli bir dizge’ olarak da incelenmesi gerektiği söylenmiştir” (Birkiye 1984:143).

Klaus, Dilbilimsel ‘yapı’ kavramının, genelde bilimler için ve özelde insan bilimleri için geçerli olacak ölçüde genişletilemeyeceğini belirtir. Çünkü ‘yapı’ kavramının içinde ‘dilin özgün yapısı’ içerilmiştir. Dilbilimsel ‘yapı’ kavramının ‘çok değerli’ olduğu ya da ‘genel değerli’ olduğu ileri sürülürse, bu kavramın içeriği boşaltılmış olur. İçeriğini kaybetmiş bir yapı kavramı ise artık Dilbilim için kullanılmaz olur. Klaus, aynı sonuca varan Andre Martinet’in “Dilbilimcilerin gereksinmesine uydurulmuş Dil Yapılarını temsil eder hiçbir örnekçenin, diğer insan bilimlerine yararlı olabilecek şekilde yaygınlaştırılamayacağı” görüşünde olduğunu (‘Strukturalisme et marxisme’) vurgular. Dilbilim, toplum bilimlerinin ne örnekçesi, ne de temelidir. Dolayısıyla, ‘toplumun hareket yasaları’ daha derinlemesine açıklanmadığı ve bu bağlamdaki felsefi sorunlar çözüme ulaştırılmadığı sürece ‘dizge’ ve ‘yapı’ kavramları, yalnızca ‘farklı’ değil, aynı zamanda ‘birbirine taban tabana karşıt’ olan paradigmalara ‘temel’ olma görevini sürdürecektir. “Dizgeleriçi düzlemde, bu bağıntılar, geçerliliklerini sağlayan ve güvence altına alan ‘tanımlar’ın onayladığı ‘uzlaşımlar’a dayanır” (Tamba-Mecz 1998:116).

Klaus, Dilbilimci Jakobson’un ‘yapısalcı eğilimi’, çağdaş bilimlerin gelişmesinin ‘genel öz niteliği’ saydığını belirtir. Onun ‘Selected Writings’ başlıklı kitabından şu satırları aktarır: “Bugünün bilimine önderlik eden düşünceyi, birbirinden bunca ayrı tüm görünümleriyle kavramak istiyorsak buna yapısalcılıktan daha uygun bir ad bulamayız”. Jacobson, çağdaş bilimlerin incelediği görüngülerin oluşturduğu her kümenin, mekanik bir yığışma olarak değil, ‘yapısal bir bütün’ olarak ele alındığını söyler. Temel görev ise bu dizgenin durağan ve hareketli yasalarını bulmaktır. Bilimsel eylemin odak noktasında artık ‘dış etkiler’ değil, ‘gelişmenin içsel koşulları’ vardır. Süreçlerin mekanik kavranışı artık yerini ‘işlevler sorununa’ bırakmaktadır. “Dilsel bildirişimin… etkenleri.: gönderen; bağlam, bildiri, ilişki, düzgü; gönderilen… her biri ayrı bir dilsel işleve yol açar (Jakobson)” (Vardar 1983:179).

Klaus, Jakobson’un bu yapısalcı eğiliminin, diyalektik maddeciliğin ileri sürdüğü görüşlere ve taleplere ‘uyduğunu’ ve diyalektik maddeciliğin geliştirilmesine katkıda bulunacak felsefi sorunlar taşıdığını vurgular. Bu anlayışına örnek olarak şunları gösterir: a) ‘yapı’ ve ‘dizge’ kategorilerinin diyalektiği, b) Toplumsal nesnelliğin ‘biçim’ ve ‘tür’leri, c) Bilimsel çözümlemelerde ‘öznelliği kendine özgü yanı’, d) ‘dil’, ‘düşünme’ ve ‘gerçeklik’in bağlamlılıkları vb. Klaus, Jakobson’un bu yapısalcı eğiliminin, ‘Felsefi Yapısalcı’ bir eğilime dönüşebilmesi için şunların yapılması gerektiğini söyler; a) Bilimin ‘gelişmesi’nin, öteki eğilim ve yanlardan yalıtılması; b) Çağdaş Bilginin ‘biricik’ ve ‘en belirleyici’ özelliklerini toplamı olduğunun varsayılması; c) ‘dizge’ ve ‘yapı’ kavramlarının, hareketin, sürecin ve tarihin yasalarından koparılarak, bunların üzerinde bir konuma yerleştirilmesi; d) Görüngülerin tek tek ortaya çıkışlarının, onları birer ‘dizge’ olarak kapsamı içine alan daha geniş üst dizgelerden, onları belirleyen hareket ilişkilerinden ya da ilişkilerin hareketinden ‘ayrılarak’ ele alınması; e) ‘dizgeye özgü olan’ın mutlaklaştırılmasının, ‘dizge ve yapı incelemelerinin diyalektiği ile çelişmesi.

“Dizge ve Yapı araştırmalarının tarihi ile ‘Yapısalcılığın tarihi’ karşı karşıya konulup incelendiğinde, iki kademeli bir ‘ayırma’ kendini belli eder: Bilim kollarının incelemelerinde dizge ve yapı anlayışlarının nesnel içerikleri, Felsefi Yapısalcılık ile ortak uğraklarından kopmaktadırlar; ve felsefi yapısalcılık bu incelemelerle sıkı bir ilintiye girmemektedir. Felsefi Yapısalcılığın en tipik yoz biçimlerinde, ‘özgün bilim kollarının yapısalcılığı’ ile olan ‘bağlam’, alabildiğine bulanık bir arka düzlem (arka tasar C.E.) önünde görünür. Foucault, Derrida ya da Lacan, felsefi görüşlerini, evrensel boyuttaki bir yapısalcılıkla (hem biçimsel mantığı, matematiği, dilbilimi, hem de felsefeyi kapsayan) özdeşleştirmezler. Dilbilimin ya da biçimsel mantığın ne sınırlarını, ne de bir bilimdalı olarak varlığını, kendileri için bağlayıcı saymazlar. Bu eğilim, Yapısalcılığı daha çok Olgucu bir anlayışla yorumlayan Göstergebilim ile bir tutan yazarların; Foucault, Althusser, Derrida gibi filozofların, aslında ‘yapısalcı niteliklerinden kuşku duymalarında’ ve Foucault ile Derrida’nın temel kategori olarak ‘yapı’ kavramını benimsememeleri, onu yetersiz ve aşılmış bulmalarında belirginleşir. Felsefi Yapısalcılık, bilimsel gelişmenin yapısalcı eğilimine uygun düşen öğreti ve evrensel yöntem olmayıp, bu gelişmenin ‘toplumsal kaygılarla’ belirlenmiş ‘yanlış bir yorumu’dur (Klaus)” (Birkiye 1984:145-146).

Enis Batur’a göre, nasıl ‘Marxçı estetik’ sanat yapıtının bağlamının kuşatılmasında vazgeçilmeyecek bir anahtar/kilit ilişkisi getiriyor; ‘yorum bilgisi’, gerekliği tartışma götürmeyecek bir anlama/anlamlandırma üçgenini, tarih-gelenek-özne denklemini öne çekiyorsa, ‘yapısalcı yöntembilim’ de günümüze ulaşan serüveninde, metnin işleyiş biçiminin kavranılış sürecini, en yetkin görünümüyle sergileyen bakış oluyor. “Yakın dönemlerin en önemli eleştirmenlerinden Julia Kristeva ve George Steiner ‘dilsel/dilyetisel bir Devrim’ yaşadığımızı savunuyorlar” (Batur 1981:15).

‘“Eleştirinin, bir yapıtı toplu olarak yadsıyışında, o yapıtla neyin ‘yaralandığını’ bilmek gerekir’ diyor Ronald Barthes, Michel Butor üzerine yazdığı bir denemede” (Batur 1981:21).

“Gerçekte eleştiri, pek az kişi için “yazınsal bir tür” anlamını taşır. Gerçekliklerden kaynaklanan bir dil ürünü olan yazının karşısında çoklukla bir öte-dil (metalanguage) işlemi görür: “Edebiyat kuramı ne kadar dolambaçlı yollara saparsa sapsın, her romancı, her ozan, dilin dışında ve öncesinde olan nesnelerden ve olaylardan söz eder, bu nesneler bu olaylar düşsel de olsalar durum değişmez: dünya vardır ve yazar konuşur, işte edebiyat. Eleştirinin konusu çok farklıdır, ‘dünya’ değildir, bir anlatıdır, bir başkasının anlatışıdır: bir anlatı üzerine anlatıdır eleştiri; bir ‘ilk dil’ ya da nesne-dil üzerinde kendini deneyen bir ‘ikinci dil’ ya da mantıkçıların diyecekleri gibi bir ‘öte-dil’dir” diyor Ronald Barthes. Öte-dil’i oluşturan ise sınırları gitgide açılan, yöntem kazanma alanı ve uygulanımsal yanı durmadan sayıca ve nitelikçe çoğalan bir ‘kuramsal birikme’dir, topluca söylenirse. Bu kuramsal birikimin başlama noktasını saptamak oldukça güç bir iştir… Hegel estetiğinden, Marxçı kuramdan, Husserl görüngübiliminden, Freud’un çalışmalarından yola çıkarak izlenebilir, öte-dil’in gelişimi. Bu yolda Ferdinand de Saussure’ün Genel Dilbilim Dersleri de ilk belirgin ana kaynak olarak anılabilir. Sanatsal bağlama yönelirsek Rus Biçimcilerini, buna bağlı olarak ortaya çıkan Prag Dilbilim Çevresini ve Sovyet Sinema Kuramcılarını göreceğiz ilk ağızda. Peirce’in, Frege’nin bilimsel araştırmaları, marxçı sanat kuramının gelişimi, yapısalcılığın yöntembilimsel katkısı, yorumsayıcı okulun belirişi ve deyişbilimcilerin, izlekçi eleştirmenlerin çalışmaları ayrı ayrı basamaklar oluşturuyorlar, aynı merdivenin üzerinde. Bunlara Chomsky, Saumjan gibi dilbilimcilerin, Greimas gibi anlambilimcilerin, son onbeş yıldır İmbilim, Budunbilim ve Kitle İletişimleri konusunda önemli yapıtlar veren öteki araştırmacıların katkılarını da eklemek gerek” (Batur 1981:28-29).

Batur, ‘Öte-dili, yazınsal metin üzerinde kimliğini kuran bir bilimsel söylev olarak değerlendirebilir miyiz’ diye sorar. Çağımızın eleştirmenlerinin birçoğunun yaptığının bu olduğunu belirtir. Bir de ‘öte-dil’i düpedüz bir bilimsel söylem olarak ele alıp, eleştiriyi de kesin bir yazınsal üretim olarak nitelendirenlerin bulunduğunu, bizde de bu sorunun tartışıldığını, Nermi Uygur’un, Tahsin Yücel’in, Ahmet İnam’ın, Oğuz Demiralp’in ve Mehmet Rifat’ın yazdıklarının, bu iki savı resimlediğini vurgular.

“Julia Kristeva, Barthes’ın yapıtları üzerine yazdığı bir incelemede, bu ikileme (eleştiri ile bilim C.E.) ışık tutmaya çalışıyor: ‘Bir metnin okunması kuşkusuz kuramsal işleyişinin ilk evresidir. Öyle bir okuma düşünelim ki içinde kavramsal dayanakların sesi kısıldığında, okuyan öznenin isteği, güdüleri, cinselliği, sessel ağlara, tümcenin düzenine, herhangi bir zevke, duyguya, gülmeye, olaya geri gönderen Anlambirimi ya da en görgülünden bir okuma sarmalayarak, çoğalarak aksın. Okuyucu-ben’in kimliği orada yiter, ayrışır: bir metnin altında başkasını, başkamızı bulacağımız kıvanç devresinde; seyrek sığa, eleştiri ve bilimin sınırlarında duran Barthes yazısının koşulu’diyor Kristeva” (Batur 1981:30-31).

“Platon, yazıyı, ‘kendisine yöneltilen sorulara karşılık verememe’ ile suçlarken, belki de ‘sonrasız bir doğruya’ imliyordu. Şimdi, yorumlamanın, çözümlemenin, ‘yaratmaya koşut’ bir biçimde ilerlemesinin bugün ‘bu doğruyu’ biraz sarstığı söylenebilir. Çağdaş bir düşünür ‘Bir metin ancak ‘ilk bakışa’, ‘ilk önüne gelene’, oluşum yasasını, oyunun kuralını göstermezse gerçekleşebilir’ (Derrida) diyor. Bu açıdan bakılırsa ‘metin’ yalnızca kendisine yöneltilen soruları yanıtlamakla kalmaz, bu soruların sayısını da gitgide çoğaltır, okumanın öznel ırası önünde… Okumak bir bakıma bu yasaların bulunması yolunda yapıta yöneltilen edimdir… Bir yapıtın açılması, açılabilmesi ise yapıtın bir başka yoldan ‘yeniden yazılması’ ile söz konusu olabilir. Bu da yazı sürdükçe gerçekleşenden ötesi değildir bir bakıma. Umberto Eco, ‘Açık Yapıt’ adlı kitabında ‘Yazar yararlanana ‘bitirilecek bir yapıt’ sunmaktadır. Yapıtın nasıl sonuçlanacağını kesinlikle bilmemekle birlikte, ‘tamamlanmış yapıt’ın yine hep kendi yapıtı olduğunu, başka bir yapıt olmadığını ve yorumsal bir diyalog sonucunda, kendisinin tümden öngöremeyeceği bir biçimde başka birisi tarafından örgütlense de, kendi biçiminin somutlaşacağım bilmektedir’ diyor” (Batur 1981:37-38).

Eco’nun önerdiği şeyin, ‘yapıt ile söyleşiye girebilme’ ve oradan da ‘kendi gerçekliğini, biçimini bulma’ yolunda, okurun ya da yolcunun rastlayabileceği en güvenilir köprülerden birisinin ‘eleştiri köprüsü’ düşüncesi olduğunu belirtir, Batur. ‘En üstün derecede ‘açık yapıt’ olarak kolayca Kafka’nınkini düşünebiliriz. Kafka’nın simgelerinin Varoluşçu, Tanrıbilimsel, Klinik ve Ruhbilimsel nitelikteki çeşitli yorumları, yapıtın olanaklarının ancak bir bölüğünü bitirebilirler. Gerçekte ‘yapıt’, çokanlamlı olması nedeniyle ‘tükenmez’ ve ‘açık’ kalmaktadır’(Eco). Batur, Eco’nun Brecht’in oyunları üzerine söyledikleriyle sürdürür yazısını: ‘Bir tartışma nasıl açıksa, yapıt da burada o şekilde açıktır. Çözüm beklenmekte ve dilenmektedir. Ama bu çözüm, seyircilerin oyuna bilinçli olarak katılmalarından çıkacaktır’ (Eco). Sonra Batur, ‘yapıtın aralık bıraktığı bölgelerin’ eleştirmeni kışkırttığını söyler. Ona göre ‘açık yapıt’ın, eleştirmenlerin ‘kendi söylemlerini kurgulamaları için onlara sorular, seçenekler, tabakalar hazırlamış yapıt’ olduğunu belirtir. ‘Bitmiş bir yapıt, kurulma yolundaki bir söyleşinin ilk sesidir’ (Batur).

“Ferdinand de Saussure ile başlayan, Beneviste, Hjelmlev, Martinet ile Dilbilimin; Jean Piaget, Lacan, Gilles Deleuze ile Ruhbilimin; Barthes, Greimas, Derrida ve Julia Kristeva’nın katkılarıyla Anlambilimin, İmbilimin birçok çizgide birleştikleri, kesiştikleri ya da karşılıklı birbirlerini besledikleri, bütünledikleri bir toplu çalışma alanının üzerindeyiz bugün. Latinlerin Seminarium diye adlandırdıkları bu alanı, başlangıçta uğraşların öznel olarak yuvalarında kurdukları odaktan üretime geçmeleri biçimliyor” (Batur 1981:41).

“Dr. Lacan, Freud’un yörüngesinde durarak, Ruhçözümü bilimsel bir yöntem olarak tanımlama yoluna gitmekle yetinmiyor; yazınsal araştırmaları da yorumlayarak, sanat ile bilim arasında kurulabilecek, daha önce kimi örneklerini andığımız ‘yepyeni bir söyleşi’ olasılığını getiriyor” (Batur 1981:52).

Saffet Murat Tura, bir bilim olan Psikanalizin, Lacan’a göre bir tek nesnesi olduğunu ve bunun da ‘Bilinçdışı’ olduğunu belirtir. Psikanaliz, bilinçdışının bilimidir ve bu nesneyi, özgün kavramlarla işlemek gerekir. ‘Bu özgün bir nesnedir, ne biyolojik kökenli kavramlarla ele alınabilir, ne de sosyoloji ağırlıklı olanlarla düşünülebilir’ der Lacan ve bu köktenci ve uzlaşmaz tutumu nedeniyle de, uzun süre dışlanır ve görmezden gelinir. Tüm yaşamı boyunca ‘organik psikiyatrik’ yaklaşıma da karşı çıkar. Bu tutumuyla da ‘antipsikiyatri’ olmasa da, o yönde yorumlanmaya açık bulunur eseri.

Tura, Psikanaliz ile Yapısalcı Dilbilim arasında kurduğu ilişkinin, Lacan’ın ‘özgün yanı’ olduğunu belirtir. Dilbilim, Psikanalizin temel sorgulama alanındaki bir ‘boşluğu’ doldurmaktadır. Bu konuda şu alıntıyı kullanır Tura: ‘Lacan, yeni bir bilim yani Dilbilim ortaya çıkmamış olsaydı, gerçekleştirdiği kuramsallaştırma girişimini yapamayacağını itiraf edecektir kuşkusuz. Bilimlerin Tarihi böyle ilerler işte; bir bilim ancak ‘öteki’ bilimlere başvurarak, onları dolanarak Bilim haline gelir’ (Althusser).

Tura, Dilbilimin zaman bakımından Psikanalizden sonra ortaya çıktığını, psikanalizin temel sorunsalının ancak dilbilim ile ilişkisinde netleştiğini ve yapısalcı dilbilimin psikanalize ‘dizgeselleşme olanağı’ tanıdığını belirtir. Lacan’ın, dilbilimciler arasında Saussure ve Jakobson’dan etkilendiğini, bir bakımdan da Chomsky’ye yaklaştığını söyler. Ayrıca Antropolog Levi Strauss’un Yapısal Antropolojisi de Lacan’ı etkilemiştir. Özellikle ‘akrabalık ilişkileri’ ve ‘mit çözümlemeleri’, Lacan’ın eserinin bütününe sinmiş bir arka tasar gibidir. Bu ‘klasik’ kaynaklara Tura, Sartre’ı da eklemek gerektiğini, Lacan’ın anlaşılmaz görünen birçok açıklamalarının Sartre ile girdiği polemiğin ürünleri olarak incelendiğinde ‘açıklık’ kazandığını, onun da ‘varoluş sorunları’ ile uğraştığını, fakat kuramsal temelin Varoluşçuluk değil, Psikanaliz olduğunu vurgular.

“Descartes ile başlayan ve aydınlanma çağıyla olgunluğunun zirvesine ulaşan Batı düşüncesi tüm alanlarda, bu arada politik karşıtlarının düşünce alanlarında da etkili oluyordu. Aydınlanma, Tanrıyı tahtından indirmiş ve onun yerine İnsanı koymuştu. İnsan, akıl ve bilinç ile özdeşleştirilip yüceltiliyordu. Bu da ‘laik’, ‘eşitlikçi’, ‘özgürlükçü’ Batı toplumunun ideolojik kılıfı oluyordu.. Geçen yüzyıl ‘insanın yüceltilmesi geleneği’ne, ‘Batı aklının, düşüncesinin temelleri’ne karşı çıkan üç düşünür yetiştirdi: Nietzsche, Freud ve Marx… Bu üç yazarın ortak yanı şudur: Kopernikus nasıl ‘dünya merkezli’ bir evren görüşünü yıktı ise, onlar da ‘insan merkezli’ ya da en azından Batı kültüründe tanımını bulan ‘sivil insan merkezli’ dünyayı yıktılar. Bir anlamda dünyayı merkezsizleştirdiler… Sartre ise doğrudan Descartes’a bağlıdır ve açıkça da itiraf eder bunu. Nietzsche’den etkilendiği de doğrudur, ancak Sartre’ın elinde Nietzsche, kendisinin asla kabul edemeyeceği kadar akılcılaşmıştır… Lacan ise Descartes ‘geleneğine’ karşıdır” (Tura 1996:78-79).

Lacan’ın psikiyatri kurumu tarafından dikkate alınmadığını, fakat onun esas etkisinin düşünce alanında görüldüğünü; Althusser, Foucault, Deleuze, Guattari gibi düşünürlerin ve Mannoni, Safouhan gibi analistlerin yetişmelerinde etkili olduğunu belirtir Tura. Özgün bir nesne olan bilinçdışını araştırmada kullanılan yegâne araç ise ‘Dil’ dir. Lacan’ın Psikanaliz anlayışı bütünüyle ‘dilde’ ve ‘dil aracılığıyla’ geçer. ‘Yani, hem üzerinde somut olarak çalışılan nesne, dilsel bir nesnedir; hem de bu nesneyi araştıran araç dildir’ (Tura). Bu aşamada şu soruyu sorar Tura: Bilinçdışı var mı? Sonra, bu sorunun ‘kaba’ bir soru olduğunu ve onu dönüştürmek gerektiğini belirtir. ‘Masa var mı’ sorusunun yanıtının, ‘masayı denemeye’ dayandığını, masaya dokunulduğunu ve sonuçta ‘masa var’ ya da ‘masa yok’ denildiğini söyler. Oysa filozofça sorulduğunda bu sorunun ‘masa mümkün mü’ diye sorulduğunu, bu sorunun yanıtı için de artık ‘gerçek nesne’ üzerinde çalışmamızın gerekmediğini, burada kavramlarla çalışacağımızı belirtir. Ve sonunda ‘masa mümkün değildir’ sonucuna bile ulaşabilirsiniz, der. Bu örnekten hareketle, soruyu dönüştürür ve ‘bilinçdışı mümkün mü’ diye sorar. Bu artık felsefe alanı içinde sorulmuş bir sorudur ve burada ‘hipnoz’, ‘amnezi’, ‘histeri’ vb. gibi deneysel veriler sözkonusu değildir. Yalnızca ‘kavramlar’ kullanılacak ve sonunda ulaşılacak sonuç ‘bilinçdışının varlık koşullarını’ gösterecektir. Üçüncü kez soruyu dönüştürür Tura ve ‘Eğer bilinçdışı mümkün ise hangi koşullarda mümkündür’ diye sorar ve bu sorunun ‘evrensel bir soru’ olduğunu söyler. Araştırma nesnesinin ‘gerçek bir nesne’ değil de ‘kuramsal bir nesne’ olduğunu vurgulamak için soruyu dördüncü defa yeniden kurar: ‘Kavramsal bir nesne olarak bilinçdışı nasıl mümkündür?” Artık ‘sorgulama alanı’ kökten değiştirilmiş ve üzerinde çalışılacak ‘temel kavram’ belirlenmiştir: ‘Bilinç kavramı’.

KAYNAKÇA:

1) Akay, Ali, Tekil Düşünce, Afa Yayınları, İstanbul, 1991
2) Althusser, Louis, “Freud ve Lacan”, Felsefe Yazılan Dergisi, Yazko, İstanbul, 1982
3) Batur, Enis, “Tahta Troya”, Yazko, İstanbul, 1981
4) Bayrav, Süheyla, “Yapısal Dilbilim”, Multilingual, İstanbul, 1998
5) Birkiye, Atilla, Yapısalcılığın Eleştirisine Doğru, Varlık Yayınları, İstanbul, 1984
6) Bubner, Rüdiger, Modern Alman Felsefesi, İdea Yayınevi, İstanbul, 1993
7) Coward, Rosalind ve Ellis, John, Dil ve Maddecilik, İletişim Yayınları, İstanbul, 1985
8) Descombes, Vincent, Modern Fransız Felsefesi, İdea Yayınevi, İstanbul, 1993
9) Göka, Erol, Varoluşun Psikiyatrisi, Vadi Yayınları, Ankara, 1997
10) Jameson, Fredric, Marksizm ve Biçim, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1997
11) Mehmet Rifat, XX. Yüzyılda Dilbilim ve Göstergebilim Kuramları, 1.Tarihçe ve Eleştirel Düşünceler, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1998
12) Mehmet Rifat, XX. Yüzyılda Dilbilim ve Göstergebilim Kuramları, 2.Temel Metinler, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1998
13) Piaget, Jean, Yapısalcılık, Doruk Yayımcılık, Ankara, 1999
14) Saussure, Ferdinand de, “Genel Dilbilim Dersleri”, Multilingual, İstanbul, 1998
15) Tamba-Mecz, Irene, Anlambilim, İletişim Yayınları, İstanbul, 1997
16) Tura, Saffet Murat, Freud’dan Lacan’a Psikanaliz, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1996
17) Vardar, Berke, XX. Yüzyıl Dilbilimi, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 1983
18) Yavuz, Hilmi, Kültür Üzerine, Bağlam Yayınları, İstanbul, 1987
19) Yücel, Tahsin, Yapısalcılık, Ada Yayınları, İstanbul, 1982 Dergi