Yabancılaşmanın Toplumsallaşması

“Vahşiler gibiyiz! Mikroskobu cop gibi kullanıyoruz. Hayır, yanlış. Vahşiler maneviyata daha çok önem veriyor.”

Tarkovsky/Offret

Yabancılaşma, en temel anlamıyla insanın “öz”ünden kopmasını ifade eder. İçinde yaşadığımız kapitalist toplum düzeninde yabancılaşmayı hayatın her alanında, gerek bireysel yaşantılarda gerek topluluk aktivitelerinde görmek mümkündür. Peki, yabancılaşmanın günümüzdeki toplumsal yaşantıda rolü nedir? Yabancılaşma ile kadın/erkek rollerini belirleyen toplumsal cinsiyetin ilişkisi nedir? Toplumsal yabancılaşma ile mevcut politik ve ekonomik düzen arasında nasıl bir bağ vardır? Yabancılaşmanın toplumsallaşması nasıl gerçekleşmiştir? İnsanın kötülük eylemlerinde ve bu kötülükten kurtuluş tahayyülünde yabancılaşmanın yeri nedir?

Bu yazı, kadının benliğinden uzaklaştırılmasıyla başlayan yabancılaşmanın tarihine odaklanacak ve egemen güçlerin yürüttüğü politikalarla toplumda genişleyip derinleşen yabancılaşmayı ele alacaktır. Muktedirlerin, kendi insani “öz”lerine yabancılaşmasının eril tahakkümden bağımsız olmadığı gibi, kurbanların kendi güçlerine ve kurtuluşlarına yabancılaşması da çaresiz ve umutsuz kadının tarihsel yenilgisinden bağımsız değildir. Yazı, yabancılaşmanın hem ezen hem ezilen katmandaki varlığının cins eşitsizliğiyle başladığını belirtip, kadının benliğine kavuşmasının toplumsal mahiyetteki önemine değinecektir.

Devletin henüz gelişip kurumlaşmadığı ve bürokrasinin olmadığı, avcılığın iyice gelişip erkeğe güç bahşettiği zamanlarda insan, ilk yabancılaştırma edimini kadın üzerinden gerçekleştirmiştir. Av sırasında ölüm-kalım mücadelesiyle hem hayatta kalmayı başarıp hem de avını öldürmeye çalışmanın sonucunda erkek, belli stratejiler uygulayarak, gerektiğinde hilelere, tuzaklara başvurarak ve analitik aklını kullanarak aşkın bir konuma geçmiştir. Kadın ise uzun bir zamana yayılan süreç boyunca soyun üreticisi olarak tasarlanıp içkinliğe hapsedilmiştir. Mitolojik anlatılarda geçen tanrılara yenilmiş tanrıçaların yabancılaşmasının mekânsal uzantısı ev iken, erkeğin kendi benliğine yabancılaşması daha büyük mekânlarda, imparatorluk topraklarında, devlet oluşumunda gerçekleşmiştir. Doğal toplumda tanrıçalaştırılan kadın böylece, aşkınlığa erişmiş erkek tarafından insana ve insanlığa yabancılaştırılmıştır. Bu cins eşitsizliği günümüze dek dillere de yansımıştır. İngilizcede “man” denildiğinde ya da “bilim adamı” denildiğinde “insan” kastediliyorsa, insanın erkekleştirilip, kadının bu erkek-insana yabancılaştırılmasındandır. Kadının, erkek tarafından insandan yabancılaştırılması erkeği iktidar büyüsüne hapsedecek ve zamanla insan’ın anlamı köleleri, çocukları, fakirleri, yabancıları dışlayacak şekilde daralacaktır. Devletli uygarlığa geçişle birlikte iktidar odakları, cins eşitliğine ve birbirini karşılıklı besleyip tamamlayan cinslerin özüne uzak kalmış, böylece eşitliğe, özgürlüğe, hoşgörüye, sevgiye, doğaya yabancılaşmıştır.

Kapitalizmin, toplumsal ve kurumsal yapılara içerilmesiyle de yabancılaşma iyice toplumsallaşmış, derinleşmiştir. İşçi, ürettiği ürünün ne olduğunu bilmediği için emeğine yabancılaşır. Kadın, erkeklerin kullanımı ve denetimi altındaki kendi bedenine yabancılaşır. Kendi varoluşunun anlamını dahi erkeğin anne-sevgili-eş ihtiyacına bağlayarak benliğini kaybeder. Diğer bir deyişle, kendi öz’ünün anlamını, eril dünyanın kendisine sunduğu görevler üzerine kurgulayan kadının benliğine yabancılaşması en temel ve en eski yabancılaşmadır. Sonra kapitalist ekonomik sömürüde kendi emeğine de yabancılaşır. Çocuk yapmak/doğurmak bizzat kendisinin cinsel edimi sonrasında oluşması, çocuğunun kendi genini taşıdığını düşünmesi ve en nihayetinde yıllarca harcanan emeğin nasıl bir sonuç ortaya koyduğunu, yani çocuğun büyüme/gelişme süreci belki bir nebze kadını bu en değerli üretiminin karşısında yabancılaşmadan kurtarabilir. Ancak ataerkil toplumsal yapı ve çoğu zaman bürokratik devlet yapısı, kadının karşısında yabancılaşmadığı tek emeği de kadından alır; bu biricik emek, ya cins eşitsizliği uğruna harcanan bir oğul-kız olur ya da iktidar sahiplerinin kârı uğruna savaşlarda ölmeye/öldürmeye gönderilir. Yine toplum genelinde artan tüketicilik de, kişilerin kendi öz benliğinden uzaklaşmasına yol açmıştır. İnsan, bir mikro kozmos olarak payına düşen yabancılaşmayı “moda” adı altında standart hayat tarzlarına hapsolarak yaşamaktadır.

Kutsanan imajlara olabildiğince benzeşmek uğruna benliğini kaybetmiş mikro kozmoslardan bahsediyoruz. Evrende rasyonel olduğu iddia edilen tek varlığın çılgınca irrasyonelleşmesinin insana ve dünyaya nasıl zarar verdiğini/vereceğini anlamak zor olmasa gerek. Güncel insani felaketler, insanın kendi özünden ne derece uzak kaldığını ortaya koymakta. Zulüm yağdıran bir zihniyet, insani özüne nasıl yabancılaşmıştır? Peki ya kurbanlar? Kendisini mazlum görenler nasıl bir yabancılaşma taşımaktadır?

İnsanın öz’üne yabancılaşmasının ilk işareti “insanlığı” yaratmasıdır. İhtimal ki özüne yabancılaşan insan, özüne kavuşmanın ümidiyle bir iyilik referansı oluşturmuş ve bu oluşuma da “insanlık” demiştir. Böylece kendi özünde mevcut olan iyiliği de kötülüğü de soyutlayıp, tanrısallıkla şeytan arasında bir sarkaç haline gelmiştir insan. Yalnız, buradaki asıl şeytanilik, “insanlığın” pek çok kötülük edimini meşrulaştırılması yönünde kullanılmasıdır (Meşrulaştırılamayan kötülükler de bu defa şeytanın ayartmasına bağlanır, böylece insandan yine soyutlanır). İşte bu meşrulaştırma çabası günümüzdeki pek çok politikanın da esasıdır. Belli çıkarlar çerçevesinde bazı toplumsal grupların baskı altında tutulması, hatta yok edilmesi gerekiyorsa, içine pek çok konjoktürel anlam yüklenmiş “insanlık” ortaya atılır. İnsanlık, milletini düşmanlardan korumayı gerektiriyorsa hemen düşmanlar yaratılır. İnsanlık, toplumu güvende tutmayı gerektiriyorsa, çeşitli yöntem ve şekillerde tehlike ve emniyetsizlik bertaraf edilir. İnsanlık, soyut olan değerler için somut hayatların son bulmasını gerektiriyorsa, ölüme derhal kutsiyet atfedilir. Böylece özellikle şiddet kullanma tekeline sahip olan devletin günlük şiddet politikası meşrulaştırılıp normalleştirilir. Yabancılaşma, sıradanlaştırılmış şiddetin toplum tarafından içselleştirilmesiyle adeta insan-dışı bir varoluş tarzına dönüşür. Dolayısıyla bürokrasinin ve bürokratik disiplinin, toplumsal yaşantıdaki zamansal/mekânsal hâkimiyetinin olgunlaşmasıyla birlikte toplumlar, siyasi kavrayıştan ve siyasal işlevden koparılmıştır.

Yaşama dair anlam ve değer oluşturma işlevi ile yaşantılarını idame etme yetileri elinden alınmış bir topluluk sadece kendi özüne değil; siyasete, ekonomiye, bilime de yabancılaşmıştır. Siyaset, devlete ve temsilcilere havale edilmiştir. Ekonomi, bir avuç zenginin; bilim ve tıp, şirketleşen okul ve hastanelerin eline bırakılmıştır. Her şey özünden koparılıp parçalara ayrılarak “uzman”lara teslim edilmektedir. Hafızasız, renksiz, insansız bir parçalanma ne kadar yozlaştırırsa o kadar yozlaştık. Oysa biraz olsun yabancılaşmaktan sıyrılabilmek için bütün’e tekrar dönmeliyiz. Bütün, ilk olarak kadının yabancılaştırılmasıyla bozulup günümüzün kapitalist toplum düzenine dek parçalanmaya devam etmiştir. Bu nedenle kadın, öz’üne ulaşmadan toplum özüne kavuşamaz. Bu arada mağduriyet yaşayan kimi toplumsal gruplar da güçsüzlük, çaresizlik ve ümitsizlikten kaynaklı bir yabancılaşma kıskacı altındadırlar. Bu kesimler de kurtuluşlarını, kendi devirlerindeki Mehdi’ye havale ederler. Böylece, hem kurtuluşlarını ileri bir zamana erteleyerek soyutlarlar hem de baş edemediğini düşündüğü kapitalizmin rasyonalitesine uymadığını fark ettiğinde soyutladığı kurtuluşuna yabancılaşmaya başlar.

Bize, “En-el Hak” diyerek kendinden geçen Hallac-ı Mansur’un bütünselliği lazım. Hak’tan gayrı olmadığını, insan özünün Hak’tan bir parça taşıdığını söyleyen Hallac-ı Mansur’un yabancılaşmamış benliğine ihtiyacımız var.