Üçleme Üzerine

Sayı 9 - Estetik Sorunu

“Mimarlık, yararlılık, sağlamlık ve güzellik sağlamalıdır.”

Marcus Vitruvius  İ. Ö. 25

Sıkıntısının ne zaman başladığını unutalı çok ölmüştü. Kendini kazdığı kuyunun dibinde görüyor, çıkmak için çabalamak şöyle dursun, istek bile duymuyordu. Üzerinde taşıdığı yedi katın altında ezildikçe eziliyordu. Proje karşılığında aldığı giriş katındaki bu daire ve yükselen bina uykusuz gecelerinin eseriydi. Şimdi ise üstüne üstüne gelen duvarları yıkıp yok etmek istiyor, zaman zaman kendini, kulağını merdiven boşluğunun duvarına dayamış yakalıyordu. Açılan asansör kapısı ve ardından hızla kapanan bir kapı sesiydi yalnızca duyduğu. Sabahları ekmek getiren kapıcı günaydın diyordu görev icabı, beş yıldır hiç kimseyle merhabası olmamıştı. Belli ki böyle olmasını kendi de istemişti. Gelişen teknolojinin yeni ürünlerinden izolasyon malzemesi duvarlarla birlikte yaşamları da yalıtıvermişti.

Sonunda yorulmuştu, yalnız kendisinin gördüğü evinin eşsiz konforundan ve ipek ipliklerle ördüğü yalnızlığından…

. . .

Aylar geçmişti. Saydam zindanım adını verdiği ofisine gitmez olmuştu. Kentin gökdelenleriyle ünlü semtine adım atamıyordu. Darbeye dayanıklı camlar ne ışığı, ne insan bakışını içeriye bırakmıyordu. Alnını soğuk cama yapıştırıp aşağılara baktığında maketlerindeki kadar görünüyordu insanlar, ölçü yok oluyordu. İşte tam o zaman sırtından ipince ter iniyor, başı dönüyor, kendini küçüle küçüle yere düşerken görüyordu.

Ayaklarını sürüyerek çalışma masasına dönüyordu boş yere. Hayli zamandır proje üretemiyordu. Ne klavye itaat ediyordu parmaklarına, ne de karakalem dilini çözüyordu ellerinin. Oturup kağıttan beyaz gemiler yapıyordu, hiçbir yere gitmeyen. Sonra toplayıp gemilerini cüzdanının içine yerleştiriyordu ve küçücük bir gülümseme yayılıyordu yüzüne.

Yinelemekten usanmıştı, hepsi bu… Restore eder gibi bir binayı insan kendini yenileyenmiyordu, olmuyordu.

. . .

Yağmurun gece boyunca bütün kendi yıkadığı, unutulmaya az kalmış anıları, anıtları açığa çıkardığı birgün açıldı kilidi kapısının.  Yerin altındaki otoparkta uyuyan otomobiline atlayıp, çeliğin ve betonun yükseldiği yeryüzüne çıkıverdi. Otomobil hızında düşler, düşünceler geçiyordu zihninden, Direksiyona sarılmış elleri, pedala dokunup basan ayakları olmuştu sanki aklı, baba evine doğru ilerlerken.

Uzadıkça ıslak caddeler yavaş yavaş değişti kentin yüzü, aynadan belli belirsiz gülümsedi sureti. Çınar ağacının gölgesinde dinlenen meydana yüzelli metre kaldığında çeşmenin yanından döndü. Otomobili sustuğunda içinin gürültüsü arttı, kaygılıydı. Büyüklük yarışına gönül düşürmeden birbirlerine saygıyla dokunup duran binalara, sakin sokağa, bulutların arkasındayken bile ışığını esirgemeyen güneşe baktı. Rahatlıkla taşıması için kendini, çökük omuzlarını doğrultuverdi başı. Gözleriyle okşarken taşları, tası tarağı toplayıp dağıldı gitti tasası.

Öğünebileceği ait olduğu bir dönemi yoktu yapının. Yükseltilmiş giriş katın başlangıcına kadar doğaltaş devamı kesme taşla örülüydü. İki katı birbirinden ayıran, aynı zamanda birleştiren yatay döşeme cephe boyunca öne çıkartılarak işlenmiş, aynı motif incelenerek çatının saçaklarında yinelenmişti. Taşın verdiği güven duygusu, oymacılığın zahmeti ve ince işlemelerin güzelliğiyle birleşiyordu. Söve ile çevrelenmiş pencerelerin yerleşiminde görülen simetri algılanabilir bir doluluk – boşluk oranı yatıyor, izleyende ritm duygusu uyandırıyordu. Yedi sekiz basamakla ulaşılan oymalı ahşap kapı belli ki usta işiydi.

Kullanılan her malzemenin kendi ruhunu ortaya koymasına olanak veren sadece ve gösterişsiz bu ev iki nesil konuk etmişti. Biraz solgun ve yaşlı görünse de hâlâ sapasağlam duruyordu taş yapı ve davetkâr kapısı. Yüksek tavanlı giriş holünün yanında sokağa bakan dikdörtgen oturma odası, karşısında arka bahçeye açılan geniş bir mutfak yer alıyordu. İçinden ateşin ve aşın eksik olmadığı ocak, duvarı isten karartmış, kızıl kahve tuğlalarda yer yer siyah lekeler oluşmuştu. Duvar boyunca bakır tencerelerin dizildiği ahşap raflar boş boş bakınıyordu. Dökme mozaikten küçük mutfak tezgahı, rafların hemen yanında yer alıyordu. Sıcak yemeklerin ve uzayan sohbetlerin buluşma yeri olan mutfak nasıl da işlevine uygundu. İnsan sürekli kaynayan çaydanlıktan yayılan ıhlamur kokusunu duyar gibi oluyordu. Üst katta iki yatak odası ve sonradan yenilenen banyo bulunuyordu. Üç kapının açıldığı kare hol, hareket serbestliği sağlayarak dolaşım işlevini yerine getiriyor, bir kapıyla bağlandığı balkondan gün boyu taze havayı ve ışığı içeriye taşıyordu. İki odanın da içinde genişliği bir metreyi aşan yüklükler vardı. Kapılar ve tavanlar ahşap işçiliğinin güzel bir örneğiydi. İçeride de süslemeler dışı kadar tutumlu kullanılmıştı. İç ve dış birbirini yaratmanın ve birlikte varolmanın yazısız anlaşmasına uyarak, gül gibi geçinip gidiyordu sanki. Fiziksel mekan, algılanan mekanla örtüşüyor, insanın davranışları ve dolaşım isteğiyle tam bir uyum sağlıyordu. Farklı yaşamları ağırlayabilecek kadar kullanışlı tasarlanmış bir yapıydı doğrusu. Güvenilir ve güzel.

. . .

Toz ve nem kokusunun eşliğinde yayılan huzurla dolarken içi, pencerelerden biri açıldı. Sokakta oynayan çocukların sevinç çığlıkları döşemelerde yankılandı. Usulca çıkarttı cebinden gemilerini beyaz bir kağıt yaptı. Yazdı, çizdi. Dilinin ucunda bir şiir ve şiir gibi geçen hayat. Sonra…

“Sonrası iyilik güzellik”