Türkiye Türkçesi’nin Tarihsel Gelişimi

Sayı 3 - Dil Sorunu

Oğuz Türkleri, 11. yüzyılda İran’a girerek Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nu kurdular. Aynı yüzyılın ikinci yarısında Anadolu’ya da girerek önce yerel beylikleri, sonra da Anadolu Selçuklu Devleti’ni kurdular. 1077’de yalnızca Sivas, Erzurum, Kayseri, Malatya, Konya değil, İstanbul’un hemen burnunun dibindeki İznik de Türklerin elindedir. Öyle ki, XII. yüzyıldan başlayarak İtalyan kaynakları, Anadolu’dan Türkiye adıyla söz ederler.

Bunda temel etken, Anadolu’nun bir devletin ordularınca askersel anlamda “fethedilmiş” bir toprak değil, yan göçer Oğuz boylarının yoğun güçleriyle “nüfus” olarak Türkleşmesidir. Böylece Türkçe, 12. yüzyılda Anadolu’da büyük olasılıkla çoğunluğun konuştuğu dildir. Aynı yüzyılda Oğuz Türkçesi yazı dili olma sürecine de girmiş ve 13. yüzyılda edebi ürünlerini vermeye başlamıştır.

12. yüzyılda Türkiye Türkçesi yazı dili olmuşken, Türkiye Selçukluları, devlet dili olarak Farsça’yı kullanmayı sürdürmüşlerdir. Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun Farsça’yı devlet dili olarak kullanmasının anlaşılır nedenleri vardır. Birinci olarak Büyük Selçuklu İmparatorluğu, çok eski yerleşik devlet geleneğine sahip olan Farsların çoğunlukta olduğu İran’da kurulmuştur. İkinci olarak da, o sırada Oğuz Türkçesi henüz yazıya geçirilmiş değildi.

Ancak, aynı gerekçeler Türkiye Selçukluları için geçerli değildir. Buna karşın Farsça’nın Türkiye’de de devlet dili olarak kullanılması, Türkiye Türkçesi’nin tarihsel gelişimini etkilemiş, Farsça’nın Türkçe üzerindeki etkisinin artmasına neden olmuştur. Ama, bu tutum çok bilinen bir sonuç olarak da, Karamanoğlu Mehmet Bey’in 1277’deki tepkisine yol açmıştır. “Bundan böyle divanda, meydanda, bargâhta, dergâhta Türkçe’den başka dil konuşulmaya” biçimindeki bu tepki, Osmanlı yöneticilerinin de görüş ve tutumunu yansıtır. Osmanlı Beyliği, devlete dönüşmeye başladığında, Selçuklular gibi Farsça’yı değil, Türkçe’yi devlet dili olarak kullanmıştır. Ama, Arapça ve Farsça’yla karışık bir Türkçe’yi…

Sonradan “Osmanlıca” olarak adlandırılan bu yapay yazı dili, Tanzimat’la birlikte Fransızca sözcükleri de içine almaya başlayarak daha da karışık bir görünüme bürünmüştür.

Burada dil açısından temel sorun, Türkçe’ye başka dillerden sözcüklerin girmiş olması değildir. Temel sorun, ayrı dil gruplarından olan Arapça, Farsça ve daha sonra da Fransızca’nın, özellikle tamlamaları, deyimleri ve gramer yapılarıyla, Türkçe’nin kendi yapısını bozması ve tarihsel gelişimini sakatlamasıdır. Ayrıca, bu yapay yazı dili, halkın konuştuğu Türkçe’den de çok uzaktır.

Bundan dolayı, Türkiye’de İmparatorluktan ulusal devlete geçilirken ve halkın egemen olacağı bir cumhuriyet kurulurken, İmparatorluğun dili olan Osmanlıca’yı da bırakmak zorunlu olmuştur. Tıpkı Arap alfabesinin bırakılması gibi.

Türk Dil Kurumu’nun öncülüğünde sürdürülmüş olan “dilde yenileşme-arılaşma” çalışmalarında, bir yandan Arapça, Farsça ve Batı dillerinden gelmiş deyim, tamlama ve sözcüklerin kullanımdan kaldırılması amaçlanırken, hem onların yerini alacak Türkçe karşılıklar bulmak için, hem de Türkçe’nin kendi doğrultusunda gelişmesini sağlamak, daha doğrusu Türkçe’yi eksenine yerleştirmek için yeni kavramlar, yeni sözcükler türetmek yanlış bir tutum sayılmaz.

Dilde özleştirmeyi yanlış bulan kimi aydınlarımızın unutmuş göründükleri çok önemli bir gerçeği de yeniden anımsatalım. Atatürk’ün “Türk Dil Kurumu” bir devlet organı olarak değil, bir “dernek” olarak kurulmuştur. Hiçbir emredici yetkisi, resmi yaptırım gücü yoktur. (Günümüzde tarikatları bile sivil toplum örgütü sayan kimi şaşkın “aydın”larımızın kulakları çınlasın!..)

Böylece, 1980’e kadar süren bu gerçekten “sivil” uygulamayla, dilimiz yeniden kendi kimliğini bulmuş, yetkin bir “bilim ve sanat dili” olabileceğini kanıtlamış, zenginleşmiştir.

*Emekli tarih öğretmeni olan Sn. Nevzat Aksoy, MEF Okulları Bilim Kurulu üyesidir.