Sosyal Medyada Sosyalleşme Biçimleri: Gösteri ve Gözetim

Giriş

Sosyal medya hayatımıza girdi gireli; yemekten haberleşmeye, alışverişten sohbet etmeye kadar gündelik yaşam pratiklerimizde farklılaşmalar ortaya çıkmaktadır. Yazının da aslında çağı için yeni bir teknoloji olduğu düşünüldüğünde, sosyal medyaya toplum tarafından sağlanan adaptasyon şaşırtıcı boyutlardadır. Zira yine yazıyla kıyaslayacak olursak, okuryazarlığın toplumların alt sınıflarında yaygınlaşması yaklaşık olarak 20. yüzyıla (özellikle ulus devletlerde okulun genelleşmesine) denk gelmektedir. Ancak sosyal medya, yalnızca birkaç yıl içerisinde, özellikle de hâlihazırda teknolojik altyapısı olan ülkelerde egemenliğini ilan etmiştir.

2019 yılının verilerine göre, 7.5 milyar nüfuslu dünyamızda; 4.38 milyar internet kullanıcısı, 3.48 milyar aktif sosyal medya kullanıcısı[1] bulunmaktadır. Bu oranlar, dünya nüfusunun yaklaşık olarak %50’sinin sosyal medyayla yaşadığını ortaya koymaktadır. Üçüncü dünya ülkelerindeki teknolojik imkânsızlıklar da göz önünde bulundurulduğunda, internete erişimi olan ülkelerde, sosyal medyanın yoğun kullanımı dikkat çekmektedir.

Şimdilerde Youtube, Instagram, Twitter ve Facebook uygulamalarının kullanımına sıkça rastlanmaktadır. Myspace, Friendster, hi5, Qzone ve hatta Google Plus gibi bir zamanların popüler olan mecraları ise giderek unutulmakta ve hatta yeni kuşak tarafından bilinmemektedir. Dolayısıyla her yeni uygulama, her yeni program insanlar tarafından kullanılmaya başlandıktan bir süre sonra popülerliğini ilan etmekte, yerleşik düzene katılmakta fakat yıllar içerisinde dönüşen yeni medya kültürüne ayak uyduramazsa da, terk edilmektedir.

Bu sitelerde; sanal arkadaşlık, sohbet, fotoğraf ve video gönderimi, mikro blog yazıları gibi içerikler paylaşılmaktadır. Kullanıcılar, gündelik rutinlerini bu ağlara yansıtmakta, böylece kişilerin nerede vakit geçirdiği, nerede yemek yediği ve hatta ne satın aldığı gibi bilgilere ait izler internette birikmektedir. Kapitalizm için her insanın potansiyel birer müşteri olduğu hatırlandığında, büyük kitlelerin pratiklerinden oluşan veri tabanları hakkında tehlike çanları duyulacaktır.

İnternet, hızlı ve bağımsız haberleşme, birçok bilgiye kısıtlama olmaksızın ulaşma gibi olumlu özelliklerinin yanı sıra, aynı zamanda bireylerin sosyalleşme maskesi altında kendilerini gösteri ve gözetimin esiri olarak var ettikleri de bir ağdır. Günlük yaşamın kelimelerini ödünç alan sosyal medya, “arkadaşlık, sosyalleşme” gibi bazı kavramların anlamlarını muğlaklaştırmakta ve aslında giderek çevrimiçi ve çevrimdışı hayatlar arasındaki çizgiyi bulanıklaştırmaktadır. İnternetin olumlu yanları üzerine özellikle dev şirketler ve sosyal paylaşım siteleri methiyeler dizerken; bu noktada en çok ihtiyaç duyulan madalyonun bir de öteki yüzünü irdelemektir. Belki de asıl sorun ise, tüm teknolojik gelişmelerin, müzakere dahi edilmesine gerek duymayan toplumun kendisindedir. Bu da aslında teknik gelişmeyi insanın gelişmesiyle bir olarak kabul eden anlayışta yatmaktadır. Yeni medyanın daha rafine araçlarla insanın mahrem hayatını istila eden yönünü, insanlar karşısında tartışılır hale getirebilmek ise başta özgür bireylerin ödevi olarak görülmelidir.

  1. Sosyal Medyaya Yönelik Eleştirel Bir Okuma Denemesi

“Yabancısı olduğu şeylere bakmanın, zamanla büyük şehir insanının can sıkıntısını gideren bir oyuna dönüştüğünü söylemek de mümkün.”
Nurdan Gürbilek

“Sanki gerçek yaşamlarını ekranda geçiriyor, gündelik yaşamlarını ise geçici olarak katlanılması gereken bir sıkıntı dönemi olarak görüyorlardı.”
Zülfü Livaneli

“Sosyal medyanın kullanıma girmesiyle birlikte insanlık, kitlesellikle bireyselliğin, yüz yüze iletişimle dolaylı iletişimin tüm boyutlarının iç içe geçtiği; yazılı, sözlü, görsel, işitsel komünikasyon türlerinin birlikte harmanlandığı; resmi, gayri resmi, eşitlikçi vb. bütün iletişim düzeylerinin birbirine karıştığı yepyeni bir iletişim ve medya ortamının içerisinde” yer almaktadır (Güngör, 2018, s. 397-398). Böylece aynı zamanda tarih boyunca daha önce tecrübe edilmemiş bir deneyim de yaşanmaktadır. Örneğin sadece haberleşmenin kendisi bile, çok uzun yıllar boyunca lüks bir meta olarak kabul edilmiş ve ancak 19. yüzyıla gelindiğinde telgrafla birlikte belirli bir hıza kavuşmuştur. Günümüzde zaman ve mekândan bağımsız haberleşmenin ne kadar büyük bir olanak olduğu ancak müzeye kaldırılan telgraf ve mors alfabesinin tanıklığıyla birlikte değerlendirildiğinde ortaya çıkacaktır. Yine de başta özgürlükçü ve çeşitli imkânlar taşıdığı görülen bu ortam, “bir agoraya olduğu kadar bir panoptikona, yani gözetleme mekânına” da benzemektedir (Çakır, 2014, s. 19).

Teknolojik deterministler tek yönlü, sığ bir perspektiften bakarak; interneti ya olumlayıcı bir şekilde; yani bir başka deyişle rüya gibi görmekte ya da kötümser olarak, totaliter bir kâbus olduğunu ileri sürmektedir. Mesela olumlamacı yaklaşanların görüşleri; “internetin etkileşim olanağı getirdiği, geleneksel medyayı bu anlamda aştığı, bilgi ve haber paylaşımını tüm topluma yaydığı”, anlık iletişimi sağladığı, insanların sosyalleşme olanaklarını artırdığı, alışverişlerde çeşitli maliyetleri (kira, fatura vs.) kaldırarak veya düşürerek fiyatları ucuzlattığı şeklindeki savunulardır. Ayrıca internete erişebilen insanlar arasında herhangi bir ayrım yapılmaksızın, “eşit, güvenli, kullanıcı denetimli katılım olanakları” sunulduğu söylenmektedir. Öte yandan yeni medyanın karanlık yüzü değerlendirildiğinde ise “gösteri ve teşhirin yaygınlaşması, yasadışı ticaretin artması, gözetimin kolaylıkla uygulanması”, kişilerin mahrem içeriklerinin ele geçirilmesi,  kredi kartı gibi bilgilerinin sıkça çalınması, internet yoluyla cinsel tacize maruz kalınması, siber zorbalık gibi olgular da dikkat çekmektedir (Çakır, 2015, s. 19-20).

“Her ne kadar hızlılık, ucuzluk sürece hâkim gibi görünse de, bilgi kirlenmesi, malumat yayılması, bu yayılmanın kontrol dahi edilememesi, profesyonel bilginin yerini derinliksiz ve kuşku götürür enformasyonun alışı, manipülasyonun artışı da yaygın hale gelmiştir. Bir taraftan bilgi ve enformasyon alanında çalışanların sayısı artmış, ancak diğer yandan doğrulanamayan bilgi ve enformasyon miktarı da artmıştır” (Çakır, 2014, s. 104). Kısacası yeni medya, sunduğu her yeni olanağın yanında, çeşitli sorunları da beraberinde getirmektedir.

Neil Postman, Teknopoli adlı kitabında; Platon’un Phaidros eserini okuyucularına hatırlatmakta ve bugün için yeniden değerlendirilmesini önermektedir. Yukarı Mısır’ın büyük bir şehrinin kralı olan Thamos, kendi araçlarına alet olmaya meyilli insanları uyarmaktadır (2016). Esasında bu eserde Platon, Sokrates’in argümanlarıyla hakikatten yoksun malumatlar ile erdemli kişilerden öğrenilen bilgiyi birbirinden ayırmaktadır. Günümüz yeni medya teknolojileri ve enformasyon kaynaklarının bolluğu göz önünde bulundurulduğunda Sokrates’in öğütleri gerçekten de bir kez daha anlam kazanmaktadır.

Sokrates zamanının en büyük teknolojisi olan “yazı” hakkında şu hikâyeyi paylaşır: “Günün birinde Theuth, Mısır imparatoru Thamos’un yanına gitti ve sanatlarını tanıttı. Sıra harflere geldiğinde şöyle dedi: ‘Ey imparator! Bu Mısırlılar’ı daha bilge yaptığı gibi onların hafızalarını da güçlendirecektir. Bu, bilgeliğin ve hafızanın ilacıdır, ben onu buldum.’ İmparatorun yanıtı ise şöyle oldu: ‘Ey büyük usta Theuth! Bazıları sanatları bulma yeteneğine, bazılarıysa onların yararlı mı yoksa zararlı mı olduğuna karar verme yeteneğine sahiptir. Sen harflerin mucidi olarak iyi niyetli bir şekilde harflerin yapabileceği şeylerin tam tersinden söz ediyorsun. Çünkü harfleri kullanan kişinin ruhu tembelleşir, bundan böyle kendilerine ait olmayan harflere güvenirler ve kendilerine ait olan hafızayı unuturlar. Gerçek bilgeliği değil, öğrencilerine onun görüntüsünü veriyorsun. Sayende herhangi bir öğretmenleri olmadan çok şey öğrendikleri zaman kendilerini bilge zannedecekler, oysaki bilge olmadan bilge zannettikleri için çoğu konuda cahil ve huysuz insanlara dönüşecekler” (Platon, 2017, s. 94-97).

Burada esas olan kuşkusuz icadın reddi değildir: Herhangi bir buluştan insanlık için yararlanmak ve insanlığa kattıkları kadar; neler götürebileceğini de değerlendirmek gerekmektedir. Sözgelimi Sokrates yazıyı kullananların, bilgileri depolamanın ve gelecek kuşaklara aktarabilme olanağını elde etmeleriyle beraber; hafızalarını kullanmaktan vazgeçeceklerini ve unutkanlaşacaklarını, hakikati olmayan bilgelikleri sayesinde şöhret elde etmelerine rağmen, malumat sahibi olmaktan ibaret kalacaklarını vurgulamaktadır (Postman, 2016, s. 9-10).

Sahiden de bugün ekranlarda malumatfuruşluğa yaraşır tutumlara sıkça rastlanmaktadır. Bilgi için bilmek veyahut daha da kötüsü kişinin kendi imajı, otoritesi ve hatta öteki bireyler üzerindeki egemenliği, gücü için bilmeyi arzulaması gibi durumlar Sokrates’in çıkarımlarını doğrulamaktadır. Oysaki gerçek bir bilgenin önderliğinden beklenen ise, edinilen bilgilerin önünde sonunda insanlığa hizmet için kullanmasına vesile olmasıdır. Bunun sağlanması için, bilgiyi talep edenin kaynağının yalnızca bir nesne değil; öğretmen niteliklerini taşıyan (başta özgecil) insanlar da olması gerekmektedir. Özetle Sokrates’in anlatımından çıkarılması gereken ders, teknolojik gelişmelerin ötekini yüzünü de sorgulayabilmektir. Ne yazık ki, günümüz modernist kültüründe, teknolojik gelişmeler müzakere dahi edilememektedir. Örneğin çoğu insan, yeterince teknik donanıma sahip olmanın, aynı ölçüde özgürlük anlamına geldiğini düşünmektedir (Ellul, 1998). Benzer biçimde sosyal medyadaki her aktifliğin de, özgürlük yanılsaması yarattığını söylemek mümkündür.

Sosyal medyayla birlikte “her şeyin değişmiş olduğu, bambaşka bir dünyanın açıldığı iddiası” ise yalnızca bir safsatadır. Çünkü olağanüstü teknolojik dönüşüme ve yeni medyanın olanaklarına rağmen iktidar ilişkilerinin ve toplumlardaki sınıfların neden büyük ölçüde aynı kalmış olduğu açıklanamamaktadır. O halde etkileşim, doğası gereği siyasi değildir. “Etkileşimin vadettiği potansiyele ulaşabilmesi için, siyasallaştırılması gerekmektedir. Etkileşimli katılım ve demokratik erk kazanma arasında otomatik bağlantı kurmak, en kötü haliyle entelektüel boşvermişliktir. Eskiden kopuş, dönüşüm gibi iddiaları bir kenara bırakıp, tarihsel devamlılıkların su yüzüne çıkarılması gerekmektedir” (Andrejevic, 2014, s. 55-57).

Sözgelimi insanlar bir mail, bir imza, bir kutucuk işaretlemek, bir blog tutmak gibi eylemler aracılığıyla politik mücadelenin içerisinde yer aldığı zannına kapılabilmektedir. Evgeny Murozov’a göre, “slactivizm[2]” kelimesiyle özetlenen bu eylemler, tembel bir kuşak için ideal bir aktivizm tipidir (akt. Çakır, 2014, s. 114). “Sosyal medya düzleminde kullanıcı sıfatıyla bilgi sörfü yapanların özneler olmaktan çok, oturduğu yerden eleştiren ve bir tık ile kendisini gerçekleştirdiğini düşünen müşteriler olması ayrıca trajik bir boyutu işaret etmektedir” (Önkal & Gündüzlü, 2015, s. 40).

Yeni bir teknoloji geliştirenlerin, bu beceriye sahip olmayanlar üzerinde haksız bir otorite ve prestije sahip, adeta bir elit grup gibi öne çıktığını görülmektedir. Bugün neredeyse bütün meslek gruplarından farklı sosyo-ekonomik statüye sahip insanların verileri toplanmaktadır. Bilgi tekelleriyle toplumsal düzenin karar vericileri işbirliği içerisindedir. Reklamcılar, kişilerin ilgi alanlarına ve alışkanlıklarına göre pazarlama teknikleri geliştirmektedir. Devletler, vatandaşlarının politik düşüncelerini rahatlıkla takip edebilmektedir. İnsanlarsa çeşitli araştırmalara konu olmakta, giderek sayılarla ifade edilen nesneler haline gelmektedir. Dolayısıyla kolayca izlenmekte ve hatta kontrol edilmektedir. Bu sebeple Postman her kültürün, teknolojiyle müzakere masasına oturma zorunluluğu bulunduğunu söylemektedir  (Postman, 2016, s. 11-16).

Günümüz insanı mesafelerin kalkmasıyla birlikte, başkalarıyla bir aradayken tek başına kalabilmekte, tek başınayken ise başkalarıyla bir arada bulunabilmektedir. Ancak aile ya da arkadaş ortamlarında dahi, insanların ellerindeki akıllı telefonlara odaklanarak fiziksel mekânı paylaştıkları kişilere karşı ilgisiz kaldığı anlar da dikkat çekmektedir. Buradan hareketle insanlar arasındaki ilişkide bir başka mesafenin ortaya çıktığı görülmektedir. Barry Sanders’a göre insanlar, bir nevi bilgisayarlaştırma deneyimi yaşamaktadır. Böylece yaşantılar önünde sonunda bilgisayar diline (1 ya da 0) dökülecektir: “Ya/ya da”, “dur/devam et” gibi basit ve kolay tepkiler, karmaşık savların, muhakemenin ve duyguların yerini alacak, hayat basit seçeneklere indirgenecektir (2016, s. 152). Hepsinden önemlisi ise “sözcükleri makaslanmış, cümleleri ise tümüyle yok olmuş yeni kuşakların yetişmesidir. Bir yandan akıl almaz bir söz bolluğu ile sürekli paylaşımlar yapan insanlar, öte yandan korkutucu bir sessizliğe mahkûmiyet yaşamaktadır” (Güngör, 2018, s. 406-407).

Sosyal medya, yakınları uzak, uzakları yakın hale getirmektedir. İnsanlar giderek herhangi bir mecradaki fenomenleri, komşularına kıyasla daha yakından tanır hale gelmektedir.  Aslında “görünürde birbiriyle çelişen iki gerçeğin yan yana var olduğu bir paradoksun içinde yaşanmaktadır.” Sosyal medya insanları aynı zamanda hem yakınlaştırmakta hem uzaklaştırmaktadır (Bauman & Lyon, 2018, s. 51-52). Yazılı kültür “tartışmalar, eleştirel çözümlemeler, öyküler, argümanlar ve konuşma aracılığıyla aileyi ayakta tutarken”; yeni medya ise, insanın iç özünün silinmesine yardım ederek bildiğimiz anlamdaki toplumun yok oluşunu hızlandırmaktadır (Sanders, 2016, s. 257).

Hayatın içinde karşılaşma ya da bir araya gelme imkânı bulunmayan birçok insan, sosyal medya aracılığıyla buluşmakta, hatta gruplaşmaktadır (Güngör, 2018, s. 405). Peki, ama burada kimler bir araya gelmektedir? İnsanlar aslında yine sadece kendilerine benzeyen, kendi ideolojilerini paylaşan kişilerle arkadaşlık kurmaktadır. Tanımak istemediği insanların yahut kültürlerin ise iletilerini engellemekte veya görmezden gelmektedir. Dolayısıyla etkileşimin sınırlarının ortadan kalkması, insanın ötekini tanımaya, dinlemeye daha fazla meyletmesi anlamına gelmemektedir. Gündüz Vassaf’ın söylediği gibi esasında bireyler, her zaman kendilerine benzeyen kişileri arayıp bulmak istemektedir. Çünkü benzemeyenler, başta iktidarların siyasal gerilimi sıcak tutmak için kullandığı ötekileştirici telkinler sayesinde, bizi tedirgin etmektedir. “Ne var ki, kendi sürümüzün içindeki beraberlik aynılığın biteviye yinelenişidir, bitmeyen bir nöbetin tekrarıdır.” Böylece teklik düzeni empoze edilmekte; birey değil kitleler, birbirinin tıpkısından meydana gelen yığınlar ortaya çıkmaktadır. Herkesin aynı biçimde düşünmesi ve davranması talep edilmektedir (Vassaf, 2006, s. 123).

Örneğin arama robotları, kişilerin ağırlıklı olarak yine yakın çevreleriyle ve kendi kültürel kodlarıyla ilgili materyallere ulaştığını ortaya koymaktadır. Bu elbette yanlış bir davranış veyahut hata değildir fakat lanse edildiği gibi, sınırları aşmanın zaferi olarak da algılanmamalıdır (Miller, 2014, s. 39). Aygıtların egemen sınıfların elinde olduğu ve oluşturulan kitlelerin yapısı sorgulandığında ise Gustave Le Bon’u bir kez daha hatırlamakta fayda vardır:

“Kitleyi meydana getiren bireyler kimler olursa olsun; onların yaşama biçimleri, işgüçleri, karakterleri yahut zekâları ister benzer, ister ayrı olsun, kalabalık haline gelmiş olmaları onlara bir nevi kolektif ruh aşılar. Aşılanan bu ruh onları, her biri tek başına, ayrı ayrı bulundukları halde duyacaklarından, düşüneceklerinden ve yapacaklarından tamamıyla başka hissettirir, düşündürür ve yaptırır. Bazı düşünceler, bazı duygular ancak kitle halinde bulunan bireylerde kendini gösterir veya hareket alanına çıkar. Kitlenin kolektif gücünün etkisinde bulunan birey, tek başına olduğundan daha farklı hareket etmektedir. Öncelikle bilinçli kişilik, düşünme mefhumu silinir ve bilinçten bilinçaltı/bilinç dışına doğru bir yöneliş meydana gelir. Birey, kitlenin telkin ettiği düşünceleri, bir an önce hayata geçirme isteğine kapılır; fevri ve düşünmeden hareket eder. Bu özellikleri taşıyan insanın iradesi kendi elinden çıkmış, kitlenin kontrolüne geçmiştir. Bundan böyle bireyin arzusundan çok, kitlenin arzusu söz konusudur” (Bon, 2017).

Le Bon’un Kitleler Psikolojisi adlı kitabının ilk yayınlanma tarihi 1895 yılı olmasına rağmen, kitapta yer alan tespitleri bugün yeni medyayla birlikte yeniden okumak, ufuk açmaktadır. Zygmunt Bauman cemaatlerin “kötü günde belli olan gerçek bir dost” gibi olduğunu ancak internet ağlarındaki arkadaşlıkların ise, çoğunlukla birlikte güzel vakit geçirmek, eğlenmek için olduğuna dikkat çekmektedir (2018, s. 52-53).

Sosyal medyayla birlikte kullanıcıların etkin bir katılımcı olduğu iddiasına sıkça rastlanılmaktadır. Bugün Janus’un diğer yüzü, bizi procumer denilen kavramı değerlendirmeye götürmektedir. İnternet aracılığıyla bireylerin hem tüketici hem üretici konumda olmaları, yeni bir kavramı doğurmuştur: Procumer [producer(üretici)+consumer(tüketici)] (Miller, 2014, s. 36). Çakır’a göre üretici-müşteri kavramı görünürdeki katılımcı vurgusuna rağmen, medya demokrasisine gönderme yapmamakta hatta bilakis insan yaratıcılığının total metalaşmasını sağlamaktadır (2014, s. 102). Örneğin internette gezilen her an, her sitede çeşitli reklamlarla karşılaşılmakta, farklı aramalar birer tercih olarak kaydedilmekte, alışkanlıklar veri olarak işlenmektedir.

İnsanlara sıkça telkin edilen, bu teknolojik araçların kullanıcı dostu olduğudur. İşin içyüzüne baktığımızda kullanıcının emeği olmadan, tamamlanamayacak ürünlerin kastedildiği görülmektedir. Bauman bunu “bir tür kendin yap köleliği” olarak adlandırmaktadır. “Kendini satılabilir bir meta haline getirmek, kendin yap türü bir iş ve bireysel bir görevdir.” Burada önemle vurgulanması gereken nokta, yalnızca metaya dönüşmek değil, sosyal medyada kendini meta haline getirmek için üstüne bir de çabalamak, emek sarf etmek, zaman ayırmak, çalışmaktır (2018, s. 36-47).

Nesnelerin değişim değerinin, kullanım değerine oranla daha fazla yükselmesi, onları metalaştırmaktadır. Metaların birer sembol, statü, prestij haline gelmesi ve tüketicilerin onlara mutlak suretle sahip olma tutkusu, tapınma arzusu ise meta fetişizmi olarak adlandırılmaktadır. “Metanın mantığı, günümüzde sadece emek süreçlerini ve maddi ürünleri değil, tüm kültürü, tüm insani ilişkileri, bireysel fantezilere ve itkilere kadar, denetimi altına alarak” genelleştirmektir. “Sadece tüm işlevlerin, tüm ihtiyaçların kâr terimleriyle nesnelleşmesi anlamında değil, aynı zamanda her şeyin gösteri haline gelmesi; yani her şeyin imgeler, göstergeler, tüketilebilir maddeler olarak çağrıştırılması, kışkırtılması, düzenlenmesi gibi”, her şey bu mantık tarafından ele geçirilirmiştir (Baudrillard, 2018, s. 251). Malın değişim değeri çarpıtılmakta; kullanım değerinin arka plana itildiği bir çerçeve yaratılmakta ve insanların zamanlarını geçirmesi için, içine daldığı bir fantazmagori[3] oluşturulmaktadır (Benjamin, 2018, s. 24-25). Ünsal Oskay, düş gören insandan, düşleri de imal edilen, özgürlüğünü yitiren insanı anlatırken, tam da bu tabloyu özetlemektedir (2016, s. 215). Bugün sosyal mecralarda yapılan paylaşımlarda meta fetişizminin hat safhalara ulaştığı görülmektedir. İnsanlar kendilerine yaratılan sanal gerçeklik dünyası içerisinde yaşamaktadır.

Sosyal medyada her an online olma, aktif kullanma aynı zamanda eleştirel katılıma vesile olmamaktadır. Hatta durmadan bildirimleri takip etmek, sürekli etkileşimde olmaya zorlanmak, cevap vermek, popüler olan en yeni uygulamaları indirmek, daima yeni içerik paylaşmak, arkadaşları takip etmek gibi edinilen sürekli meşgaleler, insanların zamanlarını da ele geçirdiği için; eleştirel bakmak, değerlendirmek, düşünmek daha da zorlaşmaktadır (Andrejevic, 2014, s. 65-66). Zamanı istismar edilen kullanıcılar, bağımlılık yaşamakta ve gerçeklikten koparak sanal evren içerisinde uykusuzluk, yalnızlık, genel bir amaçsızlık duygusuyla da karşı karşıya kalmaktadır.(Agger, 2011, s. 94).

Sanders, çocukluğa ait sözelliği tam olarak yaşayamamış bir insanın, okuryazarlık dünyasını da tam olarak benimseyemeyeceğini belirtmektedir. Sözellik, okuryazarlık için adeta bir zırh, çerçevedir; sosyal ve duygusal gelişim yolunu açmaktadır (Sanders, 2016, s. 45). Peki, hem sözellikten hem de okuryazarlıktan mahrum bırakılan insanın, yeni medya ve ağırlıklı olarak görsel kültür ile imtihanı nasıl olmaktadır?

Sosyal ağların hâkim dili olan görsel kareler üzerinde durup düşünmeye, tefekküre ihtiyaç yoktur. İmajlar, mekanik bir tekniğin ürünüdür. Böylece suni araçlarla suni bir dünya yaratılmaktadır. Ancak taklit ve sanal olmasına rağmen, kendisini esas gerçeklik olarak takdim etmektedir. İmajlar genellikle farklı okumalara aracı olmamakta, tekdüze bir kavrayışı imlemektedir. Dolayısıyla üzerine farklı düşünülmeyen imajlar, bir çeşit uyum yaratmaktadır. Gerçeklik ve verimlilik illüzyonu üretmektedir. Nihayetinde kolektif eğilimler ortaya çıkmakta ve bireyler, kitle haline gelmektedir. Hikâyenin sonu ise bizzat düşüncenin ortadan kalkmasıdır (Ellul, 1998, s. 50-66).

Bildiğimiz anlamdaki insanın yok olduğunu dile getiren Sanders, metnin ekranla mücadele ettiğini ancak ekranın egemenliğinin yerleştiğini gözlemlemektedir. Sanders, ortaya çıkan yeni insan için şöyle hayali bir tanımlama yapmaktadır: “Anımsama yetisine sahip ancak belleği bulunmayan; uyarılara tepki verebilen ancak harekete geçmeyen; suçluluk, ar, utanç
ya da vicdan duygusu olmaksızın davranan; Homo sapiens cins ve türünden gelen bir insansı. Birbirlerini şaşılacak bir hızla öldürerek yok etmektedirler” (Sanders, 2016, s. 140).

Sosyal medyanın hayata nüfuz etmesiyle ortaya çıkan bir başka sorun ise, gündelik hayatla aynı kelime ailesinden faydalanılmasıdır. Çevrimiçi ve çevrimdışı olmak kaydıyla, iki apayrı evrene bölünmüş hayatlarda, birinin sınırından diğerine geçişte anlam değişimlerinin farkına varmaksızın aynı dil ailesini kullanma eğilimi dikkat çekicidir (Bauman & Lyon, 2018, s. 51). Fakat Postman, teknolojinin kelimelerin manalarını değiştirdiğini söylemektedir. Yeni icatlar, derin anlamlara sahip olan eski kelimeleri de değişikliğe uğratmaktadır. Böylece düşünce alışkanlıklarını da değiştirmektedir (Postman, 2016, s. 13). Sözgelimi “arkadaşlık” kelimesi, Türk Dil Kurumu’na göre “birbirlerine karşı sevgi ve anlayış gösteren kimselerden her biri, bacanak, eş, yâren, yoldaş”[4] olarak tanımlansa da, sosyal ağlarda yalnızca birini takip etmek, “arkadaş olmak” göstergesiyle kullanılmaktadır. Kullanıcıların binlerce kişiyle dolu “arkadaş listeleri” oluşmakta, fakat birbirini arkadaş olarak ekleyen birçok insan ise gerçek hayatta hiç tanışmamaktadır.

Oxford Üniversitesi Evrim Antropolojisi Profesörü olan Robin Dunbar’a göre insan zihni, sosyal yaşamda ancak belirli bir sayıda arkadaş edinebilecek biçimde eğilim göstermektedir. Araştırmaya göre birçok insan yalnızca 150 civarında kayda değer ilişki kurabilmektedir. O halde, Facebook ya da benzeri hesaplardaki binlerce kişi içinde, bu sayının dışındakiler yalnızca “günlük hayatımızı takip eden röntgencilerden ibarettir.” Facebook ve türevi siteler, yalnızca veri toplamak ve gözetlemekle kalmamakta, aynı zamanda paylaşımların arkadaşlara yapıldığına dair izlenim yaratarak, akıl tutulmasına sebep olmaktadır (Bauman & Lyon, 2018, s. 54-57).

Sosyalleşme konusunda ise, anlam yine çarpıtılmakta, içi boşaltılmakta veyahut bilerek yanlış kullanılmaktadır. Sorun, insan iletişiminin doğasında aranmalıdır: “İletişimi, zihnin bir ürünü olarak kabul etmek eksik kalmaktadır, zira o bedenler yoluyla gerçekleşmektedir; yüzler hareket etmekte, sesler titremekte, bedenler sallanmakta, eller oynamaktadır. İnternette, zihin oradadır ancak beden yoktur” (Uğurlu & Yakın, 2015, s. 213).

En büyük problem, insanın kullandığı araçların, algılama mekanizmasına dolayısıyla da en başta anlam dünyasına verdiği tahribattır. Algılama ile anlama arasında karşılılık ilkesi bulunmaktadır. Algılama anlamaya, anlama da algılamaya şekil vermektedir (Sanders, 2016, s. 31). Postman bunu şu cümlesiyle özetler: “Eğer elinizde çekiç varsa, her şeyi çivi olarak görürsünüz. Elinde kalem olan biri için her şey yazıya aktarılmayı beklemektedir. Elinde kamerası olan kişi için her şey birer görüntüden ibarettir. Bilgisayar kullanan kişi için her şey datadır.” (2016, s. 19). O halde kitap okuyarak, yazılı kültür içerisinde yaşamı kavramaya yatkın olan kişi, nasıl ki bir kitabı okurken; ilk satırından son sayfasına kadar bütünselliğini değerlendirmek durumundadır, hayata karşı da benzeri bir anlayışla bakabilecektir. Fakat akıllı telefonlarla üç-beş saniyelik hikâyeleri hızlıca takip etmeye şartlanmış bir insanın ise, yaşamı kavrayışı da aynı ölçüde parçalanmaktadır. Sonuçta dikkat dağılmakta; tefekkür, sabır gibi mefhumlarsa silinmektedir.

Son olarak, tüm bu süreçlerin, bir de etik boyutu bulunmaktadır. Mutlu Binark ve Günseli Bayraktutan, yeni medyadaki etik sorunları şöyle sıralamaktadır:

  • Özel yaşamın gizliliği ihlali,
  • Telif ya da patent haklarının ihlali,
  • İçeriğin asıl kaynağının gösterilmemesi sorunu,
  • Üretilen içeriklerin olgunlaşmadan ve doğrulunun teyit edilmeden yayılması sorunu,
  • Kişisel verilerin güvenliğinin sağlanamaması sorunu,
  • Veri madenciliği olgusu (şirketlerin dijital izleri takip etmesi),
  • Dijital gözetim olgusu,
  • Haber ve ticari enformasyonun sınırlarının belirsizleşmesi sorunu,
  • Yeni medya ortamlarının özellikleriyle kullanıcının yoğun reklama maruz bırakılması sorunu,
  • İçeriklerin yanıltıcı bir biçimde etiketlenmesi ve başlıklandırılması sorunu,
  • Nefret söyleminin varlığı,
  • Bireyin yeni medya ortamında sadece tüketici olarak konumlandırılması sorunu (2013, s. 57-112).

 

  1. Sosyal Medya ve Gösteri

“Bütün dünya bir sahnedir ve bütün erkekler ile kadınlar sadece birer oyuncu.
Bir kişi birçok rolü birden oynar, girerler ve çıkarlar sahneye.”
William Shakespeare

Sosyal ağlar, kullanıcıların giderek kendilerini ve mahrem hayatlarını, her anlarını “takipçileri” için teşhir ettikleri bir alana dönüşmektedir. Bireylerin özel hayatlarını paylaşmalarının altında yatan motivasyon ilgi çekici boyutlardadır. Hele ki herhangi bir ticari kazanç elde etmeksizin yapılan aşırı paylaşımlar dikkat çekmektedir.  Öncelikle her birey, kendi tasavvurunda özel, biricik olmak istemektedir. Bu platformlarda ötekinin bakışı üzerinden düşünüldüğünde, bireyin görsel ve duygusal anlamda kendini sergileme biçimindeki mükemmellik, aslında ödünç alınmış, üzerinde isteğe göre oynanmış, sahte bir gerçekliğe benzemektedir (Robins, 2013, s. 71). Bu noktada da, “bireyin kim olduğunun ötesinde, ne tükettiği, ne yiyip içtiği, nerelere gittiği kısacası yaşam tarzı başat göstergeler olarak” kendi suretine, sanal profiline ve kendilik değerine katılmak istenmektedir (Uğurlu & Yakın, 2015, s. 212).

Bireylerin kişiselliğini ortaya koyma çabaları, muhatapları nezdinde bir kayıtsızlıkla karşılaştığında ise, kendi benzerlerinden farklı, biricik oldukları yönünde giderek artan bir duygu uyandırma isteği açığa çıkmaktadır. “Hatta sonunda insan, kasıtlı bir şekilde tuhaf olmaya teşvik edilmektedir”; yani “yapmacık tavırlar ve ani değişkenlikler gibi metropole özgü” aşırılıklara yönelmek zorunda kalmaktadır. Farklı olmak; ne şekilde olursa olsun ancak belirgin bir biçimde diğerleri arasından sivrilmek ve böylece özgünlüğün ispatı olarak varsayılmaktadır (Simmel, 2017, s. 107-112).

İnternette kendi profilini oluşturan kullanıcılar, kendilerini oldukları gibi değil; olmak istedikleri gibi sunmaktadır (Önkal & Gündüzlü, 2015, s. 44). Kimlik üretimini; kimlik duyurusu ve kimlik ataması olarak iki boyuta ayıran Gregory P. Stone’a göre, kimlik duyurusu kişinin kendi hakkındaki izlenimlerini yansıttığı süreçtir. Kimlik ataması ise, öteki kişilerin kimlik duyurusunu yapan kişiye dair sahip oldukları düşünceleri ifade etmektedir. Bu ikisi her zaman örtüşmek durumda değildir. Bedensel iletişim esnasında, ötekinin bizzat tanıklık edip, yorumladığı etkenleri olduğundan farklı göstermek, çarpıtmak, hile yapmak zaten mümkün değildir. Çevrimiçi dünyada ise insanlara, çeşitli araçlar sayesinde arzulanmayan fiziksel özelliklerini, bilgilerini gizleme olanağı sunulmaktadır: Filtrelenmiş profiller, photoshop fotoğraflar, sahte biyografiler gibi. Böylece “çevrimiçi arayüzey, yeni kimlikler üretme yoluyla insanların kendilerini yeniden oluşturmasını mümkün kılmaktadır.” Kişi olmayı arzu ettiği halinin, maskesini takabilmektedir. Katılımcıların “kimlik kurguları, sürekli bir rol yapma veya diğer bir deyişle performans üzerine temellenmektedir” (Binark, ve diğerleri, 2014, s. 103-105).

Erving Goffman, performanslar ile kişinin gündelik yaşamdaki benliğinin sunumu arasında bir bağ kurmaktadır. Kişi, seyirciler ve gözlemleyenler üzerinde, performanslar aracılığıyla olumlu bir izlenim bırakma arzusu içerisindedir. “Bir kimse bir rolü canlandırdığında ima yoluyla gözlemcilerinden gözleri önüne serilen izlenimleri ciddiye almalarını talep” etmektedir. “İnsanlardan izledikleri karakterin sahipmiş gibi göründüğü niteliklere, gerçekten de sahip olduğuna, yapmakta olduğu işin yol açacağı ima edilen sonuçlara, gerçekten yol açacağına ve genelde her şeyin göründüğü gibi olduğuna inanmaları” istenmektedir. Kişi, performansını ve sahnelediği gösteriyi aslında başkaları için yapmaktadır (Goffman, 2018, s. 29-31). Temel motivasyon ötekilerin, kişi hakkındaki izlenimleridir. Bu izlenimin iyi olması, kişiye yanılsamalı da olsa, değer hissi katmaktadır.

Sosyal medya, televizyonu liderlik tahtından indirerek, hızla yayılan ve benimsenen yeni sahne olmaktadır. “Artık hayatın her alanı insanın tüm deneyimleri bu sahnede canlandırılmaktadır. Katılımcılar ise, herkestir. İnternet, seçkinci ve elitist değildir, dışlayıcı değildir. Tam tersine kapsayıcıdır ve içermek istemektedir” (Çakır, 2015, s. 155-156). Herkesi bu sahneye davet etmektedir, katılmayanları ise kışkırtmakta ve kendilerini sergilemeleri gerektiğine inandırmaya çalışmaktadır. Sosyal medyada aktif bir kullanıcı olmamak, giderek kişinin yaşamındaki çeşitli kötülükleri sakladığı gibi bir şüpheyi bile uyandırmaktadır. Oysaki bireyin gözden kaybolma, gizlenme, inzivaya çekilme, kendini onarma süreçlerine temelden ket vurulmaktadır. Kişilerin “kendini gönüllü ifşa etmesini, kendi özgürlük alanlarını daraltıp kamusal alanla aralarındaki sınırın da giderek erimesini beraberinde getirmektedir” (Uğurlu & Yakın, 2015, s. 212). Neyin mahrem, neyin kamusal olduğu muğlaklaşmaktadır.

Özellikle gençlerin yaşamlarındaki bir başka gaye ise ünlü olmakla ilişkilidir. Artık toplumlarda meslek sahibi olmak yahut mesleğinde başarılı olmaktan ziyade “meşhur” olmak önem kazanmaktadır. “Meşhur olmanın yolu ise gözler önünde olmaktan, yani sosyal medyada görünmekten geçmektedir.” Tayfun Atay’ın deyişiyle; “görselliğin her şeyin önünde ve üstünde yer aldığı, görünmenin ve görünür kalabilmenin temel düstur haline geldiği, seyrin iktidarının yaşandığı bu çağda, göze gelmekten, artık sakınılmamakta bilakis istenmektedir. “Meşhur olma isteğinin, böylesi bir kitlesel arzuya dönüşmüş olması, zamanımıza özgü” bir nitelik olarak karşımıza çıkmaktadır (Atay, 2018, s. 17-18). Buna karşın önceki nesil ise şöhrete afet gözüyle bakmaktadır. Nesiller arasındaki ünlü olmaya dair anlayışın radikal değişimi, gerçekten de ilginçtir.

“Bakan ile kurulan ilişki de bir seyir ilişkisine, sözün kendisi bir vitrine dönüşmektedir. Artık birçok şeyin gösterildiği için ve gösterildiği kadarıyla var olduğu, sergilendiği için ve seyredildiği kadarıyla değer kazandığı bir toplum ortaya çıkmıştır.” Bu yüzden Nurdan Gürbilek, “vitrinde yaşamaktan” bahsetmektedir (2016, s. 29). Görsel kültür insanlarının, başkalarını gördükçe ve kendilerini onlara gösterdikçe -bir başka deyişle genişlemiş gözler ailesine katıldıkça- kendilerine ilişkin tasavvurları da zenginleşmektedir. Bu ortamda, gerçeklik, kolaylıkla düşsel ve büyülü bir hal alabilmektedir. Böylece en aşikâr bayağılıklar bile güzel görünebilmektedir (Berman, 2017, s. 208-209).

Çağımız, imajlar çağıdır. Bunun anlamı da düşüncelerin, söylemlerin, eylemlerin değil, yalnızca nasıl göründüklerinin önemli olmasıdır. Kişinin gerçekte kim olduğundan ziyade, nasıl göründüğünün önem taşıdığı ya da çevresinde sahip olduğu güzel metaların onun görüntüsüne ne kadar katkı sağlayabildiği öne çıkmaktadır. Bu noktada profillerde kimi zaman; bir insan, bir kitap, bir kedi-köpek, bir uçak bileti de yalnızca figüran olarak boy göstermektedir.

“Kişi (person) sözcüğünün ilk anlamının maske (persona) olması basit bir tarihsel rastlantı değildir. Daha ziyade herkesin her zaman ve her yerde, az çok farkında olarak belli bir rolü oynadığı gerçeğinin kabulüdür.” İnsanlar birbirlerini bu roller içerisinde tanıyıp, bu rollerde kendilerini bulmaktadır. Bir anlamda, maske insanların daha hakiki benlikleri haline gelmektedir (Goffman, 2018, s. 31). Böylece hayatın her anını işgal eden gösteri, “kendini tartışılmaz ve erişilmez devasa bir olumluluk olarak sunmaktadır. Görünür şey iyidir, iyi olan şey görünür” mantığıyla hareket etmektedir (Debord, 2018, s. 37). Gösteriler, yeni medya araçlarının kullanımlarıyla birlikte hayatlarımızın içine öylesine zerk etmiştir ki, kuşatmadıkları bir alan kalmamıştır. Medya kültürünün gösteri zihniyeti insanlara, nasıl görünmeleri, nasıl davranmaları, nereye gitmeleri, neleri tüketmeleri, hangi akımları takip etmeleri gerektiğini telkin etmekte hatta adeta bunu bildirmektedir (Kellner, 2013, s. 32).

Atay, bu kültürü MESH (media(medya)+entertainment(eğlence)+show(şov) kısaltmasıyla tanımlamaktadır. Yalnız “entertainment” sözcüğünün, “eğlence” olarak çevrilmesini doğru bulmamaktadır. Kelimeyi “eğlendirme” olarak kullanmamızı önermektedir. “Biri” ya da “birilerinin”, çoğunluğun eğlenmesi, hoşça vakit geçirmesi için sergiledikleri performansları seyre dayanan, yani edilgen bir eğlence biçimi olduğunu belirtmektedir. Bu etkinlikte insan, aktif ve katılımcı olmaktan çıkıp pasif, edilgen bir alıcı haline getirilmektedir. Oynayıp eğlenen insan, izleyip eğlenen insana dönüşmektedir (2018, s. 65-66). Bunun için en iyi örnek, bir zamanlar mahalle arasında maç yapılırken; şimdi maç simülasyonu oynayanların yayınlarının seyredilmesidir. Bizzat oyun oynamaktan, önce elektronik araçlarla simülasyonu oynamaya ve sonunda oynayanları izlemeye geçilmiştir.

Sosyal medyadaki gösterinin, reklam dünyasıyla sıkı bir ilişkisi vardır. İmajlarla dolu reklamlar, ürünlerin yarar ya da işlevinden ziyade tüketim kararlarının temeline duygusal çağrıları oturtmaktadır. Rasyonalite ile reklam arasındaki mesafe günümüzde o denli açıktır ki, bir zamanlar ikisi arasında bir bağ bulunduğunu hatırlamak bile çok güç hale gelmiştir. Bugün reklamlarda mantıklı önermelere, manken olmayan insanlar kadar ender rastlanmaktadır. Zaten bir reklamcının ürün hakkındaki iddialarının doğruluğu ya da yanlışlığı söz konusu değildir. Çünkü reklam tüketilecek ürünlerin niteliğiyle ilgili hiçbir şey anlatmamaktadır. Reklamılar genellikle ürünleri tüketenlerin niteliğine veyahut mutluluklarına, hazlarına odaklanmaktadır. Yani ürün satın alındığında tüketicinin ne kadar mutlu olacağı, popüler olacağı, statü kazanacağı hatta sevgi dolu hale geleceği vaat edilmektedir. Ürünleri satın alabileceklerin korkuları, fantezileri ve rüyalarıyla ilgili her şey yansıtılmaktadır (Postman, 2017, s. 158-159). Benzer mantık sosyal medyada da hâkim gözükmektedir. Sosyal medyada da kabul gören genel bir güzellik algısı bulunmaktadır. Bunun yanı sıra paylaşımlarda niteliğe eser miktarda rastlanmaktadır.

Görsel kültür, televizyonun hayatlarımıza girmesi ve tipografi kültürünün öldürülmesiyle başlayan, internet ve sosyal medya ağlarının yaygınlaşmasıyla da yükselen bir süreci kapsamaktadır. “Görsel kitle kültürünün çerçevelediği ve biçimlediği dünya içerisinde insanın temel varoluş etkinliği olan kültür, bizatihi insanlar tarafından değil, bir endüstri tarafından seri üretim sürecinde imal edilmekte ve insanlara tüketim için sunulmaktadır. Değerler, duyuşlar, düşünceler, inançlar, edimler ve pratikler toplamı olan kültür, sadece sermaye haline gelmektedir.” Atay’ın vurguladığı gibi, “görsel kültürün hâkim olduğu toplumlarda; düşünmekten çok seyretmek; bilmekten çok görünmek; kafaya değil göze hitap etmek; meslek sahibi olmaktan çok şöhret sahibi olmak, çalışmaktan çok kolay para kazanmak, emekten çok eğlenmek, toplumsal tercih olarak rağbet görmektedir” (Atay, 2018, s. 20).

Sanayileşmeyle birlikte artan üretimin kaçınılmaz sonucu, insanlara ihtiyaçlarından fazla mal ve ürünleri; reklamla, imajlarla yahut eğlence kültürüyle ama sonunda bir şekilde tükettirebilmektir. Algı dünyamıza yapılan bombardıman sonucunda, tüketim, bireysel ihtiyaçlardan ziyade, bir doyum, statü talebi haline gelmiştir. “Sistem, fizyolojik ihtiyaçlardan ayrılan ve bu yüzden de istenildiği gibi güdümlenebilir hale gelen psikolojik denilen ihtiyaçların yüceltilmesi üzerine kuruludur” (Baudrillard, 2018, s. 83). Sosyal medya, televizyondan devraldığı miras ile bu psikolojik ihtiyaçları kullanmakta ve kişilere, mutlu birer tüketici olma yolunu açmaktadır.

“Bu noktada insanların pazara koymaya, tanıtımını yapmaya ve satmaya teşvik edildikleri şey de bizzat kendileri olmaktadır. İnsanlar hem malların tanıtımcısı hem de tanıttıkları malın ta kendisi; aynı zamanda hem tüccar ve pazarlama elemanı, hem mal ve hem de gezici satış elemanı konumdadır. Herkes pazar adı ile bilinen sosyal mekânın içerisindedir. Peşinde oldukları sosyal ödülleri almaları için geçmeleri gereken sınav, kendilerini mal olarak yeniden biçimlendirmelerini gerektirmektedir” (Bauman & Lyon, 2018, s. 46)

Ayrıca kabul etmek gerekir ki insanların; “gösterinin bir parçası olmak, onunla daha yakından ilgilenmek ve başkalarının özel hayatlarını mercek altına almak konusunda doyumsuz bir arzuları” bulunmaktadır (Kellner, 2013, s. 54) Böylece gösterinin öteki ayağı ise gözetleme olarak karşımıza çıkmaktadır.

  1. Sosyal Medya ve Gözetim

“Onlara seçenek sunulmuştu: Özgürlükten yoksun mutluluk veya mutluluktan yoksun özgürlük. O kadar. Avanaklar özgürlüğü seçti. Ya sonra? Sonra çağlar boyunca zincirlerini özlediler. Dünya bu yüzden böyle sefil, anlıyor musun? Zincirlerini özlediler.”
Yevgeni Zamyatin

“İnsan özgür doğar; oysa her yerde zincire vurulmuştur.”
Jean-Jacques Rousseau

“Zincirlerimizden başka kaybedecek neyimiz var!”
Karl Marx

  1. yüzyılın son on yılında art arda vizyona giren ve Platon’un meşhur mağara alegorisini akla getiren filmler bulunmaktadır. The Matrix içlerinde en meşhuru olmakla birlikte; Dark City, The Thirteenth Floor, EXistenZ, Strange Days, Truman Show gibi yapımlar da insan varoluşunu ve gerçekliğin doğasını sorgulamaktadır. Fakat özellikle Truman Show aynı zamanda insan hayatının her anının kaydedilmesini, dolayısıyla gösterinin yanı sıra gözetimi de tartışmaya açmaktadır. Filmde, gösteri ve gözetimden ibaret olduğunu öğreneceği bütün yaşamı, kendisini takip eden kameraların tahakkümünde geçen Truman Burbank, bundan kurtulmak adına mücadele etmektedir. Gelgelelim bugüne baktığımızda ise insanlar yaşamlarını başta kendileri teşhir etme isteği içerisinde görülmektedir. Artık dışarıdan sürekli gözetleyen kameralara ihtiyaç kalmamıştır. Kişi zaten kendi hayatını teşhir ederken, ayrıca çevresini de gözetlemektedir.

Gözetim, akışkan modern dünya içerisinde yeni biçimlere bürünmekte, sosyal medya ise bu noktada gözetimin en canlı örneğini teşkil etmektedir. İnsanlar tarafından bir yandan sürekli izlenme barındırılmakta ve bu rutin bir uygulama halini almaktadır. Öte yandan ifşa edilme korkusu, fark edilme hazzı tarafından bastırılmaktadır. Böylece artık tutuklanmak ya da hapsedilmek değil, dışlanmak korkutucu bir hal almaya başlamıştır. “İzlenme ve görülme durumu, bir tehdit olmaktan ziyade, cezp edici bir hal” almaktadır. Görünürlük, toplumsal kabul görme ve saygın olma vaadi sunmaktadır (Bauman & Lyon, 2018, s. 31-37).

Sosyal medya, Michel Foucault’un sıkça kullandığı bir metafor olan, bir panoptikona[5] benzetilmektedir. Jeremy Bentham’ın hapishane olarak planladığı panoptikona tasarımının altında, mahkûmların biri onları gözlesin veyahut gözetlemesin, daima izlenebileceği düşüncesi temel alınmaktadır. Dolayısıyla yapının ana planında, başta geniş kitleler üzerinde kontrol mekanizması yaratma felsefesi güdülmektedir. Herhangi bir ceza, yaptırım, tecrit gibi yöntemlerin dışında öne çıkan, otorite odaklılıktır (Bentham, 2008). Ancak burada Foucault’nun etkileneceği fikir ise doğrudan iktidarın disiplini sağlayış şekliyle ilgilidir:

“Kural şudur: Çevrede, halka şeklinde bir bina: Ortada bir kule; kulede açılmış olan geniş pencereler halkanın iç cephesine bakmaktadır. Çevre bina hücrelere ayrılmıştır, hücrelerin her biri bina boyunca derinlemesine uzanır. Bu hücrelerin iki penceresi vardır. Biri içeriye doğru açıktır. Kulenin pencerelerine denk düşer; diğeri dışarıya bakarak, ışığın bir baştan bir başa hücreyi katetmesini sağlar. Bu durumda merkezi bir kuleye bir gözlemci yerleştirmek ve her hücreye bir deli, bir hasta, bir mahkûm, bir işçi ya da öğrenci kapatmak yeterlidir. Önden ışıklandırma sayesinde, karanlıkta kalan kuleden çevre hücrelerdeki esirlerin küçük siluetleri görülebilir. Kısacası, zindan kuralı tersine çevrilir; hücrenin apaydınlık hali ve bir gözcünün bakışı, karanlıktan daha iyi yakalar ki karanlık eninde sonunda koruyucudur” (Foucault, 2015, s. 86).

Panoptikon modelinde, merkezde duran gözetleme kulesinin içini mahkûmlar görememektedir. Bu sebeple, ne zaman izlenildiklerine dair de belirgin bir fikirleri yoktur. Dolayısıyla bir bakıma mahkûmlar, daima izlenmektedir. Bu formülde gardiyanlar da belirsiz saatlerde denetlenmektedir, yani yine her an denetlenebilecekleri için, aslında her zaman denetim tehlikesiyle hareket etmektelerdir. Mahkûm belirli bir süre sonra, sürekli gözetim altında kalma sebebiyle, kendi üzerine dönük bir göz, bir bakışın varlığını içselleştirmektedir. Böylece hapishaneden çıksa dahi, bu bakış peşinde olacaktır. Panoptikon mimari bir biçim olmanın ötesinde, aslında bir yönetim biçimidir. Hatta tam olarak; insanların zihinleri üzerinde iktidarın gücünü uygulama metodudur. Tutuklu, kendinin gözlenip gözlenmediği asla bilmezken, hep şüphe içindedir. Böylece davranışlarını sınırlandırmak ve disiplini içselleştirmek durumunda kalmaktadır. Foucault, artık görünmezliği yoluyla uygulanan disiplinci iktidarın 19. yüzyıl sanayi kapitalizminde öne çıkmış bir dizi başka kurumda da (okullar, kışlalar, fabrikalar, hastaneler gibi) yaygın olarak kullanıldığına işaret etmektedir (Foucault, 1992). Bugün aynı bakışın, gözetleme olgusunun sosyal medya üzerinden düşünülmesi gerekmektedir.

Sosyal paylaşımın temelinde yatan şey kişisel bilgi değiş tokuşu olmaktadır. Sosyal medya özel alanı, kamusal alana açmakta, mahrem olanı aleni hale getirmektedir. Kullanıcılar, kişisel yaşamlarının özel detaylarını açık etmekte, eksiksiz bilgi göndermek ve fotoğraf paylaşmaktan mutludur. Fiziksel, sosyal ve ruhsal çıplaklık günün gereklilikleridir (Bauman & Lyon, 2018, s. 42). Teşhir, aynı zamanda ötekinin gözetlemesine vesile olmakta; böylece gözetim ile gösteri birbiriyle sıkı bir ilişki kurmaktadır.

“Ulus devlet ve şirketlerce yapılan gözetim, bireylerin ve grupların davranışlarını kontrol etmeyi amaçlamaktadır. Politik gözetim altında bireyler, organize şiddetin potansiyel uygulamaları (gizli servisler ya da polis gibi) ile karşı karşıya kalmaktadır. Ekonomik gözetimde ise bireyler pazar ve piyasa şiddetinin baskısı altındadır, ürünleri satın almaları ya da üretmeleri istenmektedir. Gözetim tehdit eder, korkutur. Psikolojik ve yapısal şiddetin bir türüdür ve zamanla fiziksel şiddete dönüşmektedir.” Şiddeti üretmekte ve şiddeti yaygınlaştırmaktadır (Çakır, 2014, s. 110-111).

Foucault, iktidarın olduğu her yerde direnişin de mevcut olduğu göstermiştir ancak bugün ise yeni medya içinde direnişin olduğu her yerde; aynı zamanda yeniden düzenlenen kontrol mekanizmalarıyla karşı karşıya gelinmektedir (Andrejevic, 2014, s. 64-65). Bireyler, yaşadıkları toplum içinde otoritenin bakışına hem maruz kalmakta, hem de onu taşımakta ve kullanmaktadır (Çakır, 2014, s. 48).

Sonuç Yerine

Yazı dünyasında, özne ile nesne arasında; metin ile okur arasındaki mesafeden; eleştirel bilinç ve rasyonalite doğmaktadır (Sanders, 2016, s. 78). Ekrana bağımlı insanın ise hayatına görsel kültür egemen olmakta; imajlar, dünyasını istila etmektedir. Hâlihazırda fotoğraflar, televizyon, reklamlar sayesinde imajlar evrenince kuşatılmış olan insanlık imajların mutlak egemenliğiyle karşı karşıya gelmektedir (Ellul, 1998, s. 145). Çağın gereklilikleriyle birlikte herkes internet kullanmak zorunda kalmakta böylece görsel kültürden kaçmak ise olanaksızlaşmaktadır.

Sosyal ağlar herkesi özel, farklı, biricik ve mutlu olmaya çağırmaktadır. Mutluluğa endeksli uygarlık ise, önünde sonunda tüketim toplumuna dönüşmektedir. Gösterinin egemen olduğu toplumlarda, tüketim kültürü yaygınlaşmaktadır. İnsanlar kendilerini meta haline getirmekte, mahrem hayatlarını ifşa etmektedir. Bunun bir sonucu olarak her bilginin kamusal alana dökülmesi, gözetimi kolaylaştırmaktadır. Üstelik insanlar bunları peşinde koştukları sanal sosyal vaatler uğruna yapmaktadır. Gerçeklik ile sanal olanın sınırları kasten belirsizleştirildiği için, insan dahil olduğu bu korkunç distopyanın farkına varamamaktadır. Sonuçta özellikle maskelenen gerçek, tüm bu teknolojik gelişmelerin ardında hala etkin olan iktidar ve sermaye ilişkileridir.

Dolayısıyla bahsi geçen süreçler birbirinden bağımsız, ayrı düşünülememektedir, bu sebeple insanların çevrelerini saran bu çarktan çıkması da giderek zorlaşmaktadır. Charlie Chaplin’in, Asri Zamanlar adlı filmindeki bir sahnede gösterdiği gibi,  bir noktada insanı makinanın çarkları yutmaktadır (1936). Belki de tek şans, Herbert Schiller’in de vurguladığı üzere uyarılmış bir bilinçtir. Zira  “uyarılmış bilinç, çevrede değişim yaratabilecek yegâne unsur olmaktadır” (Schiller, 2018, s. 77).

 

KAYNAKLAR

Agger, B. (2011). Sanal Benlik. (V. Hacıoğlu, Çev.) İstanbul: Babil Yayınları.

Andrejevic, M. (2014). Eleştirel Medya Çalışmaları 2.0: Etkileşimli Bir Üst Sürüm. M. Çakır içinde, Yeni Medyaya Eleştirel Yaklaşımlar (L. Keskiner, Çev., s. 55-81). İstanbul: Doğu Kitabevi.

Atay, T. (2018). Görünüyorum O Halde Varım. İstanbul: Can Sanat Yayınları.

Baudrillard, J. (2017). Simülakrlar ve Simülasyon. (O. Adanır, Çev.) Ankara: Doğu Batı Yayınları.

Baudrillard, J. (2018). Tüketim Toplumu. (F. Keskin, & N. Tutal, Çev.) İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

Bauman, Z., & Lyon, D. (2018). Akışkan Gözetim. (E. Yılmaz, Çev.) İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

Benjamin, W. (2018). Pasajlar. (A. Cemal, Çev.) İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.

Bentham, J. (2008). Panoptikon – Gözün İktidarı. İstanbul: Su Yayınları.

Berman, M. (2017). Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor. (Ü. Altuğ, & B. Peker, Çev.) İstanbul: İletişim Yayınları.

Binark, M., & Bayraktutan, G. (2013). Ayın Karanlık Yüzü: Yeni Medya ve Etik. İstanbul: Kalkedon Yayınları.

Binark, M., Toprak, A., Yıldırım, A., Aygül, E., Börekçi, S., & Çomu, T. (2014). Toplumsal Paylaşım Ağı Facebook: “Görülüyorum Öyleyse Varım!”. İstanbul: Kalkedon Yayınları.

Bon, G. L. (2017). Kitleler Psikolojisi. (F. Z. Bayrak, Çev.) Ankara: Hayat Yayınları.

Chaplin, C. (Yöneten). (1936). Modern Times [Sinema Filmi].

Çakır, M. (2014). Görsel Kültür ve Küresel Kitle Kültürü. Ankara: Ütopya Yayınevi.

Çakır, M. (2014). Yeni Medyaya Eleştirel Yaklaşımlar. İstanbul: Doğu Kitabevi.

Çakır, M. (2014). Yeni Medyaya İlişkin Eleştirel Yaklaşımları Ve Tespitleri İle Christian Fuchs. M. Çakır içinde, Yeni Medyaya Eleştirel Yaklaşımlar (M. Çakır, Çev., s. 81-131). İstanbul: Doğu Kitabevi.

Çakır, M. (2015). İnternette Gösteri ve Gözetim. Ankara: Ütopya Yayınevi.

Debord, G. (2018). Gösteri Toplumu. (A. Ekmekçi, & O. Taşkent, Çev.) İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

Ellul, J. (1998). Sözün Düşüşü. (H. Arslan, Çev.) İstanbul: Paradigma Yayınları.

Foucault, M. (1992). Hapishanenin Doğuşu. (M. A. Kılıçbay, Çev.) Ankara: İmge Kitabevi.

Foucault, M. (2015). İktidarın Gözü. (F. Keskin, Çev.) İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

Goffman, E. (2018). Günlük Yaşamda Benliğin Sunumu. (B. Cezar, Çev.) İstanbul: Metis Yayınları.

Güngör, N. (2018). İletişim Kuramlar ve Yaklaşımlar. Ankara: Siyasal Kitabevi.

Gürbilek, N. (2016). Vitrinde Yaşamak 1980’lerin Kültürel İklimi. İstanbul: Metis Yayınları.

Kellner, D. (2013). Medya Gösterisi. (Z. S. Doğruer, Çev.) İstanbul: Açılımkitap Pınar Yayınları.

Miller, T. (2014). Bütün Ülkelerin Siberözgürlükçüleri Birleşin: Tube’larınızdan Başka Kaybedecek Bir Şeyiniz Yok. M. Çakır içinde, Yeni Medyaya Eleştirel Yaklaşımlar (Ö. Çetin, Çev., s. 35-55). İstanbul: Doğu Kitabevi.

Oskay, Ü. (2016). Yıkanmak İstemeyen Çocuklar Olalım. İstanbul: İnkılap Kitabevi.

Önkal, G., & Gündüzlü, E. (2015). Teknoloji Düşün(e)mez: Sosyal Medyada İhtiyaçlar-Değerler Çatışmasının Felsefi Analizi. Ö. Oğuzhan içinde, İletişimde Sosyal Medya Sosyal Medyada Etkileşim (s. 37-53). İstanbul: Kalkedon Yayınları.

Platon. (2017). Phaidros. (F. Akderin, Çev.) İstanbul: Say Yayınları.

Postman, N. (2016). Teknopoli Kültürün Teknolojiye Teslim Oluşu. (M. E. Yılmaz, Çev.) Bursa: Sentez Yayınları.

Postman, N. (2017). Televizyon: Öldüren Eğlence. (O. Akınhay, Çev.) İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

Robins, K. (2013). İmaj – Görmenin Kültür ve Politikası. (N. Türkoğlu, Çev.) İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

Sanders, B. (2016). Öküzün A’sı – Elektronik Çağda Yazılı Kültürün Çöküşü ve Şiddetin Yükselişi. (Ş. Tahir, Çev.) İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

Schiller, H. I. (2018). Zihin Yönlendirenler. İstanbul: Pınar Yayınları.

Simmel, G. (2017). Modern Kültürde Çatışma. (T. Bora, U. Özmakas, N. Kalaycı, & E. Gen, Çev.) İstanbul: İletişim Yayınları.

Uğurlu, Ö., & Yakın, M. (2015). Sosyal Medyada Kimlik Temsilinin Mekân Üzerinden Okunması: Foursquare. Ö. Oğuzhan içinde, İletişimde Sosyal Medya Sosyal Medyada Etkileşim (s. 199-241). İstanbul: Kalkedon Yayınları.

Vassaf, G. (2006). Cehenneme Övgü. (Z. Gencosman, & Ö. Madra, Çev.) İstanbul: İletişim Yayınları.

 

[1] (dijilopedi.com/2019-internet-kullanimi-ve-sosyal-medya-istatistikleri, 11 Haziran 2019 tarihinde erişildi.)

[2] İlk olarak 1995 yılında kullanılan terim basitçe, durduğu yerden kıpırdamadan herhangi bir eyleme katılmayı ifade etmektedir. Slacker (tembel) ve activism (aktivizm) kelimelerinden türetilmiştir. Kavram, siyasal eylem ve protestolara fiziksel olarak katılmayan bunun yerine sosyal ağlarda yazılar yazarak, fotoğraf göndererek, yorum yaparak ya da beğenerek eylemde bulunmayı ifade etmektedir. Aynı zamanda “cliktivism” olarak da bilinmektedir.

[3] Fantazmagori, Jean Baudrillard’da “simülakr” a dönüşmektedir. Simülakr, bir gerçeklik olarak algılanmak isteyen görünümdür. İnsanlar artık yaşamamakta, adeta bir simülasyon içinde var olmaktadır. Simüle etmek, bir araç, bir makine, bir sistem, bir olguya özgü işleyiş biçiminin incelenme, gösterilme ya da açıklanma amacıyla bir maket ya da bir bilgisayar programı aracılığıyla yapay bir şekilde yeniden üretilmesidir (Baudrillard, 2017). Sonuç ise; gerçeğin tamamen aşınması ve günlük hayatın sıradan deneyimlerinin yerini yapay, zoraki ve uydurulmuş bir sahte-gerçekliğin almasıdır (Kellner, 2013, s. 46).

[4] (sozluk.gov.tr, 18 Haziran 2019 tarihinde erişildi.)

[5] Çakır, günümüz gözetim anlayışının sadece panoptikon kavramıyla kuşatılamayacağını dile getirmektedir. “Süperpanoptikon ve synoptikon, panoptikona eşlik etmektedir. Toplu ve hyper kontrol niteliği taşıyan bu süreç, süperpanoptikon adıyla tanımlanmaktadır. Süperpanoptikon, panoptikonun genişlemiş halini temsil etmektedir.” Bilgisayarlar aracılığıyla bütün toplum her yerde gözetimin nesnesidir. Herkes izlenir, sınıflandırılır ve değerlendirilir (Çakır, 2015, s. 320).