Babası heykeltraş, annesi ebeydi. Tüm yaşamını insanları ve kendini incelemekle geçirdiği için dış dünyaya karşı büyük bir ilgi duymuyordu. Dış görünüşüne de dikkat etmiyordu.
Kendinde bilgelik hissetmediği için “bilge” denilen insanları incelemeye başladı. Bu inceleme sonucu kendinin onlardan farklı olarak bilgisizliğini kabul ettiği için, daha önde olduğunu öğrendi. Bilgisizliğini ileri sürmesi içtendi; bilmiyordu ama bulmayı istiyordu. Başkalarını da kendileri için düşünmeye ve ruhlarına özen gösterme gibi çok önemli bir görev üzerine düşünmeye yöneltmek istiyordu. İnsan, düşünmeden kabul edilmiş olan, dağınık ve basit düşüncelerden bu şekilde kurtulabilirdi.
Kendini oluşturmak için, önce “kendini” bilmek gerekti. Birincil olarak insan davranışı ile ilgileniyordu. Dikkatini insanın kendisi üzerinde yoğunlaştırıyordu. Görevi buydu ve bunu “bilgelik” ve “erdemin” kazanılması yoluyla, insanları uyarmak için “Delphe” tanrısı tarafından ona verilmiş bir görev olarak görüyordu.
En önemlisi erdemin öğretilebilir olmasıydı. Sokrat’ın okulu da, kitabı da yoktur. Nerede bir insan topluluğu görse yanlarına gidip, konuşmaya başlardı. Tüm konuşmalarına ahlâksal bir yön veriyordu. Evrensel tanımlara, değişmez kavramlara, erişmekle ilgileniyordu.
İnsanın eşyayla uğraşmak yerine, kendisiyle uğraşmasını istiyordu. Ciceron’un deyimiyle “felsefeyi gökten yere indiriyordu.”
“Bildiğim bir küçük bilim vardır, o da; «Aşk» bilimidir” diyordu.
Bilginin insanda doğuştan olduğunu öğretmenin ödevi, öğrencide aslında var olan bilgileri anımsatmaktan ibaret bulunduğunu kabul ediyordu.
“Delphe” tapınağının kapısı üzerinde yazılı olan “Kendini bil!” sözü, onun hem yönteminde, hem de felsefesinde temel ödevi gördü.
“Bir insanın, «ne» olduğunu anlayabilmesi için, kendi adını bilmesi yeter mi? İnsanların kendilerini bildikleri zaman en mutlu, kendi hesaplarına aldandıkları zaman ise çok mutsuz oldukları apaçık değil midir?”
“Gerçekten kendilerini bilenler, kendilerine en uygun geleni de bilirler; uygun olan veya olmayan şeyleri de ayırt edebilirler; bildiklerini yapmayı yeter bulur ve kendilerinde olmayan şeylere kazanmaya çalışırlar. Bilgilerinin üstünde kalan şeylere karşı da çekingen olurlar. Yanlışlardan ve yanılmalardan da kendilerini korurlar.”
Ona göre, kendini bilmek demek, bir yandan, insanın kendi “iç” gözlemine dayanan bir ahlâk felsefesine başlamak demektir; bir yandan da bunun kaçınılmaz sonucu olarak, felsefenin esas konusu, daha eskilerin sandıkları ve üzerinde uğraştıkları gibi, tüm varlığın niteliği ve tözü değil, “insanı oluşturması” demektir.
Sokrat’a göre kendini bilmek demek aynı zamanda, insanın kendi bilgisizliğini anlaması, ruhta gerçeği yaratmaya hizmet edecek ve kuralları toptan göze aldırabilen mantıksal kurallara önem vermek demektir. Gerçek, ruh için doğuştan olunca, öğrenmek bile kendini bilmek olur. Gerçeğin bu doğuştancılığı, duyumsal bilgiden önce gelir, ve buna bilim şeklini veren akılsal bir fakültenin sezgileridir.
Bu doğuştan olan bilgiyi ortaya çıkarabilmek için özel bir çalışma gerekir ki bu çalışma tarzı, Sokrat’ın yöntemini oluşturur.
Zihnin üstünde bir zihne, mutlak bir iyi (hayır) kavramına inanmıştır. İnsan, erdeme bağlanabilmek için önce, iyiyi ve güzelliği bilmek zorundadır. Bunun içinde alışılmış olan düşünce tanrılarından vazgeçerek, iyi düşünmeyi bilmedikleri için bilim, kendilerinde bir “olanak” halinde kalmıştır.
Bu nedenle önce; düşünmek ve düşündürmek gerekir.
Bu amaçla iki yöntem kullanmıştır.
1) Doğurtma ya da keşfettirme yöntemi.
Bu yöntemde daima yalından katışığa, tikelden tümele, özelden genele, olaydan sonuca ve deneye giderek gerçek elde edilir.
Sokrat biriyle konuşmaya başlar ve ondan belli bir konu üzerindeki görüşlerini çıkarmaya çalışırdı.
Örneğin, yürekliliğin gerçekte ne olduğu konusunda bilgisizliğini ileri sürebilir ve karşısındakine konu üzerine bir ışık düşürüp, düşüremeyeceğini sorardı. Ya da, konuşmayı o yöne götürür, ve karşısındaki “yüreklilik” sözcüğünü kullandığı zaman, ona yürekliliğin ne olduğunu sorar, kendi bilgisizliğini ve öğrenme isteğini ileri sürerdi.
Karşısındaki sözcüğü kullanmıştı, öyleyse ne demek olduğunu bilmesi gerekiyordu.
Ona bir tanım ya da betimleme verildiği zaman, Sokrat, büyük bir hoşnutluk duyduğunu belirtir ama aydınlığa çıkarılması gereken bir, iki küçük güçlük daha olduğunu söylerdi. Böylece sorular sorar, konuşmanın çoğunu karşısındakine bırakır ama konuşmanın gidişini denetler ve böylece önerilen yüreklilik tanımının yetersizliğini açığa çıkarırdı. Karşısındaki geriye, yeni ya da değiştirilmiş bir tanıma döner ve böylece süreç sonundaki başarı ya da başarısızlığa doğru ilerlerdi. Zaman, zaman gerçekten hiçbir belirli sonuca erişilmiyordu ama ne olursa olsun amaç aynıydı; gerçek ve evrensel tanıma erişmek.
Onun için “doğurtma” yönteminin birbiriyle sıkı ilişkisi bulunan üç kuralı vardır:
1. Tümevarım, 2. Tanım, 3. Tasım.
2) Sokrat’ın ikinci yöntemi, düşmanlarının hiç affetmediği istihza (alay) yöntemidir.
Amacı karşısındakini utandırmak ya da rahatsız etmek değildi.
Karşısındakine, tüm düşünce ve tasarımlarını söylettikten sonra, herbirinin gülünç ve en boş yanlarından başlayarak eleştirmek bu yöntemin esasını oluşturur.
Böylece tartışmakta olduğu kişi bilgisizliğini itiraf etmek zorunda kalır. Sokrat’ta “en çok bildiğim şey, hiçbir şey bilmediğimdir. Siz ise benden daha bilgisizmişsiniz, çünkü siz bilmediğinizi de bilmiyorsunuz”.
Birinci yöntemi olumlu, ikincisi ise olumsuzdur.
Her ikisinde amacı sofistlere karşın, yargı (hüküm) ve akıl yürütmenin olanağını göstermek ve gene düşünceleri keşfetmektir.
KAYNAKLAR:
Copleston – Ön Sokratikler ve Sokrates
Cemil Sena – Filozoflar Ansiklopedisi.