Sohbetin Görüngübilimine Giriş

Sayı 7 - İletişim Sorunu

Birinci Bölüm
Amacın belirlenmesine yönelik genel düşünceler

“…. öz, burada kendisinde bir ‘kendi’ taşıdığı
için görüngüsü bilince “ ‘dostluk’ “imlemi içinde
görünür…”
G.W.F. Hegel

Çalışmanın birinci bölümünde daha çok bu alana ilişkin önyargıları ve bilgilenmenin felsefi doğasını ele alacağım. İkinci bölümde ise sohbette somutlaşan olguları bilinç için kavranabilir kategorilerle irdelemeye çalışacağım.
Başlangıçta bu çalışma eksiksiz değildir, gene de dostlarımla paylaştığım felsefe atmosferi yüreğimde böyle bir olgunun kavrama taşınması için bir ateş yaktı. Belki yeteneklerim bu çalışmanın ideasından uzak düşer, ama bu idea güneşini -istesem de- balçıkla sıvayamam!

Sohbetin gündelik yaşamımızda sevgi temelli bir paylaşım olduğu açık. İnsanlar dertlerini, hüzünlerini, sevinçlerini, sırlarını, birikimlerini ya da danışmak istedikleri pek çok şeyi dostlarıyla, yakınlarıyla, büyükleriyle ve saygı duydukları insanlarla karşılıksız paylaşırlar. Bu paylaşmadan amaç yaşamın getirmiş olduğu maddi ve manevi sıkıntılardan anlıkta olsa kurtulmak, zamanla yaşamın getirmiş olduğu zorluklardan oluşan bir anlam boşluğunu -gayri ihtiyari- doldurmak ve ağırlık yapan bazı yükleri azaltmak…

Bu paylaşma biçimi Anadolu’nun bin yılları aşan insan deneyimlerinde toplumsal anlamda sohbet adını almış. Şimdilerde bu sözcük yersiz biçimde kullanılıyor olsa da, sohbetin törel toplumsal yaşamımız içinde vazgeçilmez bir yeri var.

Özellikle bu kültürün bilgelik (tasavvuf: tanrısal hikmet) geleneğinde, yaşamsal bir değeri olan sohbet, toplumsal-ruhsal bir gereksinimin doldurulmasının ve moral bir pratiğin yerine getirilmesinin ötesinde, insan varlığını ilgilendiren bir bilginin, öznesi ile ilişkide yaşantılanması, insanın iç keşfine dayalı yaşam deneyimlerini sevgiye dayalı bir ortamda, hal olarak paylaşması bağlamında da tarihsel tinsel bir değere yükselmiş ve sohbet bir anlamda insanın kendini bilmesinin hal ve bilgiden bina ettiği bir ikinci ev olmuş. Nasıl ki kültür, ikinci doğamızsa, sohbet de üçüncü doğamız ya da ikinci kültürümüz olmuş. Tabi burada sohbet tarihsel tinsel bağlamda “hal lisanı” denilen bir iletişim. Hoş gündelik yaşamda da iletişim temelde hal lisanı ile yapılır, ama ayrımını koymak açısından böyle dedim.

Bu açıdan Anadolu bilgeliğinin eserleri incelendiğinde, sohbetin, özbilinçli tinin eğitiminde hem bir yöntem hem de ruhbilimsel bir sağaltım aracı olarak kullanılmakta olduğunu görürüz. Ayrıca gündelik yaşamın sohbet alışkanlığını aşan bir özel yapısı da ortaya çıkar; Anadolu irfan öğretisi içinde alışkanlıklardan arınmış bir idrak durumu olarak, yaşamla ilişkinin her düzeyine yayılan bir hal, bir atmosfer, bir dirimli ve baskıdan özgür bilgi iletişim ortamı. Öyle ki sufi gündelik yaşamında dirimsiz doğa ile sohbet eder, onun tekil türünde kendi öz ideasının eksiksiz tecellisi ile iletişime geçer: “Sordum sarı çiçeğe!’de olduğu gibi. (YunusEmre). Ya da “Yarab, çeşit çeşit edersin tecelli” dediğinde İsmail Emre’nin de tecellide içerilen eksiksiz özün birbirinden farklılaşan şekilleri gibi.

Varlıkbilimsel ve bilgi bilimsel açıdan ele alındığında sohbet, insanın kendini başka öznelerle keşfettiği tinsel bir ortam. Bu ortam genel anlamda, anlamın kendinden kendine devindiği bir özneler arası iletişim. (Bu kavramı Cengiz Erengil’e borçluyum.)

Tinsel bir ortam dedim, her öğe tinseli çağrıştırdığından değil, tersine her öğede bilinç için cisimleşen bir anlam olmasından.

Bu yüzden bu çalışmamda Anadolu bilgelik (tasavvuf) geleneğinde tinsel yetkinleşmenin pratik/kılgıl yanında yer alan sohbetin, arı bilime (mantık) konu olabilecek fenomenlerini/görüngülerini ve özneler arası ilişkide açığa çıkan olgularını elimden geldiğince irdelemeye çalışacağım.

Sohbet, batı dillerinde karşılığı olmayan bir sözcüktür. Örneğin İngilizce’de sohbet için conversation terimi kullanılır, ama bu daha çok entelektüel bir anlamlandırmanın ya da karşılıklı değişimin ötesine geçmez. Bu farklılığın nedeni, kültürel olmaktan çok kültürel sınırların ötesine geçen bir varlıksal idrak ve deneyim ile ilgili olabilir. Bunu irdelemek bu çalışmanın içine girmez. Çünkü başka bir dil, başka bir dünya demektir, bu yüzden kıyaslamalar yoluyla bir kültürel eksiklik ileri sürülemez ama daha çok bunun hangi bağlamda olduğu söylenebilir.

Sohbet sözcüğü Arapça sevgi anlamına gelen hubb kökünden türemiştir. Abbab (dost), habib (sevgili), muhabbet gibi sözcükler aynı kökten türetilmiş farklı sözcük değerindedirler. Ama hepsinde de ortak olarak içerilen kavram sevgidir (hubb).

Sohbet, dostların birlikte teneffüs ettiği sevgi dolu bir diyalogdurSevgi, öyle bir bilgidir ki ondan başka tüm bilgiler onun varlığı ile olumsuzlanır. Ama başka şeylerin bilgisi ya da genel olarak bilgi bunun tam tersidir.

Biliriz ki sıradan ve gündelik yaşamımız içinde pek çok kavram ve olgu anlağımız için en tanıdık, bu yüzden en kolay anlaşılır ve giderek bilinmeleri için üzerine-düşünme gerektirmeyen yalın ve duyusal nesnelerdir. Sohbet denince olduğu gibi, onun ne anlama geldiğinden, neleri kapsayıp, neleri kapsamadığından ve ne olmadığından genelde hiç kuşku duymayız, bu doğrudur, çünkü tasarımın kaynağı dolaylı olarak olgunun kendisine tanıklıktır. Ama tasarıma dayalı bir tanıklık olguyu tüketmeye elverişli değildir. Çünkü tasarım tek yanlıdır, bütünselliğinden soyutlanmıştır, bu yüzden bir tek kavramı, olguyu derinlemesine kendi düşüncesinin bütünlüğüne dilde bilince taşır ve onu kendi özsel gerecinde söndürür. Çünkü bir şey kendi özsel gerecine sönmüşse, orada kendi dinginliğine kavuşur ve bu dinginliğin tinsel niteliğine biz kişilik deriz, kendi üzerine yansımasına da Kavram deriz.

Kavram sözcük değildir, tersine somutluğu içinde olgunun eksiksiz bilgisidir, kendi için alındığında hal denen budur. Bu bağlamda sözcük kavramın tasarımına bile erişemeyecek denli soyuttur, toz ve dumandır. Ama iletişimde, dilin bu toz ve dumansı yanını kullanırız. Nasıl ki göz, toz ve dumandan zarar görmemek için dolaysızca kirpiklere iyedir, düşüncenin de kirpikleri vardır, ama bu konuya da başka bir çalışmada değinmek isterim. (Dil sürçmesi ve espri olgusu)

Öte yandan bir olgunun felsefi bir irdelemesi istendiğinde -şimdi olduğu gibi- bunun, kendinde doğal ve yalın bir şeyi karmaşıklaştırdığı söylenir. Oysa daha şimdiden kullandığımız, ilişki, olgu, bilgi, gerçeklik gibi vb. kavramlar duyusal nesneler olmayıp, biraz üzerlerine düşünüldüklerinde, kendinde içeriklerinin yalın olmaktan çok bir ilişkiler ağı sergilediklerini buluruz, bu yüzden sonlu ve yalıtık tasarımlarla düşünen anlak, onlar (duyulur-üstü) üzerinde, anlamadaki acziyetini hemen ele verir. Böyle bir anlama çabasına girmekten çabucak sıkılır ve giderek bunu gereksiz bir iş sayar. Toz ve dumana sarılır. Bunda haksız sayılmaz, çünkü kimse görmek için gözün örgensel yapısını bilmeye gereksinim duymaz ve buna zorlanamaz, bu saçmadır, ben, görüyorum, ama nasıl gördüğümü bilmeden ve anlamadan. Gene bilmeye meraklı insanlar gözün örgensel yapısını öğrenerek görme edimlerine, bilgisizinkinden daha fazlasını katamazlar, bu da saçmadır, ben, nasıl gördüğümü biliyorsam bu benim görmemi daha da netleştirmiyor ve derinleştirmiyor. Ama sorun bilme olunca, kavram bilince duyusal bir pekinlik sunmaz ve bu yüzden kavramların algılanması felsefi bir eğitimi ön gerektirir.

Dendiği gibi, herkes kendinin ayakkabıcısı olabilir, çünkü bunun için gerekli ayak ölçüsü herkesin ayağında bulunur ve malzeme kendisi tarafından sağlanabilir, ama gel gelelim ayakkabı yapmak, başka pek çok sanat ve zanaatta olduğu gibi bir ustadan eğitim gerektirir.

Genelde, kavramların içeriği bilinçte o kavramların olgusal süreçleri ile değil, tersine bizdeki duyusal izlenimleri ile doludur. Bu izlenimler birbirinden içsel anlamda kopuk ve kendilerini tekrar eden yapılardır. Bu yüzden örneğin -iletişim sorunuyla ilgilendiğimize göre- iletişim dediğimde, daha şimdiden belleğimde bunun tasarımına ilişkin duyusal bir içerik hemen bulunur, ve denir ki, bir iletinin iletenden iletilene aktarılmasıdır. Bu doğru olarak alındığında örneğin medya araçlarına iletişim araçları dendiği olmuştur ve bunun böyle olup olmadığı kimse tarafından sorgulanmadan zamanla bir toplumsal kanıyla hepimizin belleğine yerleşmiştir.

Oysa iletişimin bundan daha çoğu olduğunu olguyu biraz yakından irdelediğimizde görürüz: İletilenin salt aktarımı değil ama iletinin aktarılanda işlenmesi, dönüşmesi, onu dönüştürmesi, kaynağına geri dönmesi, esnek bir ortamda bunun gerçekleşiyor olması ayrıca aktarılan ortamın iletişimde belirleyici ırası, araç-gerecin etkisi, bilincin kendi yanından aldığı değişkeler, ruhsal yan, ilişkide bir anlamın oluşup oluşmadığı vb. gibi pek çok özellikler göz önüne alınıp birlikte düşünüldüğünde haklı olarak anlamadaki fark edici özellik salt farkındalık olmaktan çıkmakta ama o şeyi gerçekleştirebiliyor olmayı da beraberinde getirmektedir. Bu, hem sanılardan hem de öznellikten özgürleşme sürecidir.

Özgürleşme tüm koşulluluğun koşulsuz bir sürece bağlanması olarak da tanımlanabilir. Bu süreç kendinin farkındalığı olarak edimsel Ben bilincidir, başkasının farkındalığı olarak üretildiğinde Dildir, kendi ve başkasının birliğinin farkındalığı olarak gerçekleştiğinde Sohbettir.

Eğer bir toplumda sorgulama olmaksızın kavramlar kurumsallaşabiliyorsa, o toplumda farkındalıktan söz etmek zordur. Peki bu şekilde bir yaşamın zararı nedir? Bu açıktır. Olup biteni anlamak ve yaşamı anlamlı kılmak isteği salt öznel bir duyarlılık değil ama aynı zamanda nesnel bir vicdani sorumluluktur da.

Bugüne kadar dergimizin sırasıyla ele aldığı sorunlar; aydınlanma, eğitim, dil, yöntem, kültür, değerler ve şimdi de iletişim sorunları birbirleriyle zorunlu olarak ilişki içinde ve birbirlerini zorunlu olarak içeren kavramlardır. Olgu böylesine bir ilişkiler ağında sorunsal olarak karşımıza çıkar, ve sorunsal kendi çözümünü içinde bulundurur.

Bir şeyi derinlemesine bilmek başka, bildiğinin gerçekliğini sorgulamak başka bir şeydir. Bilip bilmediğimi kendime sorarım, bilmek istediğim şey, gündelik yaşamda bana tanıdık olduğundan, onda pek çok tasarım anlağıma dışsal ya da içsel çağrışabilir ama bu çağrışıma ruhsal, duygusal gibi etkileri bir kenara koyarak hemen onun özünün ne olduğunu kendimden istersem bilincimin ellerinin boş kaldığını görürüm.

Nesneleri irdelerken üzerine-düşünme ya da felsefi düşünme boş bir metafizik kuruntu ya da bir soyutlama aldatmacası değil, tersine olguyu kendinde ve kendi için kavramanın düşünsel bir emeğidir. Bir emek ki edimsel olarak-yukarıda değindiğim-özgürleşmeye bir zemindir, e.d. olguyla kavramın birliği olarak dirimli ideadır.

Dirimli idea dedim, çünkü bu noktada Anadolu bilgeliği ile felsefe hem yöntem hem de zeminde nesneleri ile buluşurlar. Felsefe nesnesini bilinçsizin ya da sağduyunun eline bırakmaz, giderek kendi nesnesinde bilinçli olarak devinirken onu saltık noktada tanımlamaya çalışır ve ne olduğunu deneyimlemek ister, bu sonuncusu felsefe için unutulmuş bir anı olsa da:.

Sokrates’i, Pitagoras’ı, Herakleitos’u, Eflatun’u, Farabi’yi, İbn’ül Arabi’yi, Spinoza’yı, Mevlana’yı, Yunus Emre’yi, Hace Bektaşi Veli’yi düşündüğümüzde yalnızca düşünceleri değil ama yaşamları da birer erdem örneği olarak yüreğimizi coşturur. Gene peygamberleri düşündüğümüzde tanrısal kayra altındaki insansal yaşamlarında cisimleşen güzel ahlak, bizleri heyecanlandırır.

Salt heyecanlanma yanmakta olan aleve benzer. Gereci bitince söner. Ama iş o heyecan ateşiyle tinin ateşlenmesidir. Bir kez ateşlendi mi yangının önüne geçilemez. Sanırım, tarihten bir ders çıkarmak için tarihçi olmaya gerek yok. Us evrensel pekinliğe geldiğinde, kendi kendine nasihatçi olur.

İnsanın, yaşadığı dünyayı ve iç dünyasını her yönüyle sorgulaması, ve verili hiçbir bilgi ile yetinmeyip yaşamın anlamına doğru gerçekleştirilen bilinçli bir arayış ve bir yolculuk Anadolu bilgeliğinin duruş noktasıdır.

Felsefe, nesnelerini düşünerek kavramaktır, denebilir, ve felsefenin özünü ve kavramlarını somut yaşamda farkında olarak yaşantılamak ve deneyimlemek, özneler arası iletişimi zorunlu kılar.

Birlik doğası gereği toplumsal edimselliğini sevgide bulur ve sohbet sevginin kendini bildiği bir özneler arası paylaşımdır.

Felsefenin özü dedim, çünkü bilgiyi bilmekten ya da nasıl bilebileceğini sorgulamaktan önce onun özsel doğasını, e.d. bağlı bulunduğu özneyi arı bir duyguyla sevmenin temelde olduğunu düşünüyorum. (Philo-sophia/Philo-sophos: Bilge-severlik/Bilgi-severlik)

Gerçeklik birliği, yani sevgiyi dışlamaz. Sağduyu bile bunun pekinliğindedir.

Sohbet olgusu, gerçekliğin biçiminden çok içeriğini ilgilendirir. Anadolu bilgeliğinde, gerçekliğin onu arayandan ayrı olmadığı ileri sürülmüştür (İ. Emre). Gerçeklik, onu arayan insanın edimlerinde, niyet ve tasarımlarında ve yöntemindedir, ama herşeyden önce onun varlığından ayrı değildir.

Salt düşünceyle gerçekliğin doğasını bilmek olanaklı mıdır ve olanaklıysa onu anlamak için bu yeterli midir? Buna sanırım en uygun yanıtı şöyle verebilirim: İnsan düşünerek gerçeğin ne olmadığını söyleyebilir, çünkü insan usunun soyutlama gücü, bilme adına, dünya tarihine silinmez mührünü basmıştır, ama onu anlamanın, onu özümsemenin, o olmanın bir süreç olduğu ileri sürülüyorsa, akıp giden bir nehrin üstüne iki kez aynı mühür basılabilir mi?

Süreci insanın bilincinde ve varlığında somutlayan biricik içerik ise insanın gerçeği arayışı sırasında ortaya koymuş olduğu öz emeği ve bu emeğin cisimleşmiş değeridir. Bu ise saltık noktada sevgidir.

Pek çok yerde düşünceyle bilmek yerine-sanki düşünceyle bilmek kötüymüş gibi-düşünce belirlenimlerinin dışlandığı bir dolaysız bilme için salt bir dinsel yaşantıya da mistik bir deneyim önerildiği olur. Eğitim düzeyi ne olursa olsun öz bilincin deneyiminden uzak olan kimseler, insanlık tarihi içinde düşünceyi ve iç deneyimi birlikte yürütme tutumunu, din dışı ya da sapkın bir yol olarak görmüşler. İyimser aydınlar ise daha çok folklorik değeri öne çıkarıp, içeriğe gelmesi gerekeni aç kurtların önüne bırakmışlar ve sanırım hala da böyle yapıyorlar. Oysa insanda sevgiyi ve onun tür olarak tümel yapısını duyumsatan dinin, örtüldüğü, idrakten yoksun şekilcilik, içerikten yoksundur. Bu şekilcilik bilmeyi istemez, sevgiyi reddeder, sürekli sevgiden söz etse de. Görgücülük bilginin sınırlarını öylesine daraltır ki özdeğin başıboş dalgalanışı karşısında usun evrensel ve duyulur-üstü belirlenimlerine sarılmak zorunda kalır.

Bütün bunlar ışığında, eğer aklanma gerekecekse, bu, Anadolu bilgeliğinin son dönemlerde uğradığı dogmatik karalamalara karşı değil, ama bin yıllardır cehaletten doğan zulmün ve karanlığın kendisine karşıdır.

Vicdanın iyiyi ve kötüyü ayırması için yüksek bir ideolojiye, ilahi bir dine veya bir felsefe eğitimine gereksinimi yoktur. O törel tinsel güdüdür ve yalnızca hal ile uyandırılır. Bilgi ise en temelde düşünce dolayımıyladır. Ve soluk gibi hal de insanlığa eşit paylaştırılmıştır.

Evvela hal gerek, neylesin ilim” denmişti. (İ.Emre) Burada ‘hal’in, bilgiyi öncelediği imlenir. Ama hal, gene kendi içinde bir dolayımdır, ve kendinde bir belirlenimdir, öznel tinin ahlaksal nitel sınırı içine düşer, e.d. bilgi, varlığın bir bilgisidir ve hal, bu bilginin gerçekliğidir. Öyleyse bilmeyi, bilip bilemeyeceğim ya da neyi bilmem gerektiğinin sorgulanması değil ama bilginin üzerine inşa edileceği ahlaksal alan önceler. Çünkü bilgi, kavramlar denli masumdur; onun somut insan yaşamında kullanış biçimi niyete bağlıdır. Niyet edimlerimizin ruhudur.

Anadolu bilgeliği insanda ahlak tasfiyesi ile uğraşır, ahlakçı olduğu için değil ama güzel ahlakı ilke edindiği ve güzel ahlakta herşeyin ölçü içinde olmasından ötürü.

Anadolu bilgeliği bunun yanında aydınlanmacıdır; ama bu entelektüel bir birikimin sonucu değil, tersine kavramsal bir farkındalık olduğundan, bilgiyi hal denen yaşantıyla harmanlayıp Tinin duyarlı dokusunu oluşturduğundan.

Anadolu bilgeliği görgücüdür; ama yalnızca gördüğüne inandığı anlamında değil, görgülediği şeyin de bir realite-gerçeklik taşıdığını irdelemesi anlamında.

Anadolu bilgeliği eleştireldir, bu hiçbir şeye inanmıyor anlamında değil, ama bilginin pekinliğine ulaşmak amacıyla yöntemsel olarak herşeyi sorgulaması anlamında.

Anadolu bilgeliği dolaysız bilmeye başvurur, ama düşünceyi dışladığından değil, tersine düşünceyle dışlananı bilince çıkartma anlamında.

Anadolu bilgeliği aşkı arar, ama bu aşk tikel, geçici, sonluya duyulan, çıkar ilişkisine dayalı, tensel hazların doyumu amaçlanan cinsel aşk değil, tersine insanın kendi öz varlığına duyduğu doymak bilmeyen, hasreti giderek artan bir iştiyaktır ki buna tasavvufta ilahi aşk denmiştir.

Anadolu bilgeliğinde mistik ya da gnostik bir yan vardır ama sanıldığı gibi kendini esrimeye dayalı coşkulanmaların şişirilmiş mayasına bilinçsizce bırakmaz. Anadolu bilgeliği ne düşüncenin fildişi kulesine çekilip arı kavramsal melekutun ümidiyle yaşar, ne bir içrek tapım ya da kölelik yoludur, ne de boş inancın karşısında bir aydınlanmadır. Hepsini kendi dizgesinde sorgular, deneyimler ve daha çok gerçeği arayan yolların buluştuğu bir birlik halidir. Bir disiplinler arası arayıştır. Yaşamın en öz ve en iç anlamına ve insan tadına varmanın bir deneyimi ve özgürlüğü erek edinen sevginin doğurduğu bir yaşam biçimidir.

Geçmiş tinlerin tecrübesi Anadolu tininin tarihinde adeta bir mitsel galeri oluşturmuştur ve gerektiğinde onları iş yapmak için anımsamakta ve kullanmaktadır. Onun edimsellik tahtında insan gönlü yer alır. Gönlü, aşka düşmüş akıl, özbilinçli tinin sarayıdır. Bir ozanın dediği gibi:

“Onun amacı kendini bilmektir,
Halkı tan etmek değil.”

Özbilincin ürünü gene bir özbilinçtir. Özbilincin nesnesi somut gerçekliği içinde gerçektir. Tüm sorunlarıyla dünyada, tüm dayatmasıyla toplumda, tüm sıkıntısı ve hazzıyla kendi içinde, bütün ilişkileriyle olguda ve tüm çelişkisiyle kendinin karşısına aldığı bir kendi ile hesaplaşmadır.

Yaşamı daha güzel bir duruma getirmeye çabaladığı sürece insan kendi varlığına bir anlam aramakta ve bulduğuna inandığı gelip geçici hazlardan bir türlü doyum bulamayıp, kalıcı ve değişmez olanı ve yaşama bağlı tutup, onu sonsuz süren bir coşkuya götürecek gerçek adında bir şeyin peşine düşmektedir. Peki bu gerçek nedir?

Gerçek, kendisi en az bilinen ama en sık kullanılan bir sözcüktür. Felsefeciler, bilgeler, bilim insanları, peygamberler ve sufiler bunu anlamak ve anlatmak istediler, yaşamı sorguladılar, sorularına yanıt aradılar ve bununla ilgili keşiflerini, düşüncelerini, deneyimlerini, ilhamlarını insanlara aktardılar. Peygamberler için bu aktarım biçimi vahiy, kutsal kitap ve bildirilmiş din şeklinde oldu. İnsanlık bunları dinledi, dinlediği kadarıyla bu dünyayı şekillendirdi. Böyle bakınca, anlamaya çalıştığımız insanın tarihi, yaşamı tefekkür eden ve sorgulayan insanların anlattıklarını yorumlayanların bizlerin tarihi.

İkinci Bölüm
Ana kavramların belirlenmesi

“Tasavvuf, 20. asrın bütün maddi terakkileriyle el ele vermiş
dinamik bir tefekkür sistemidir.”
İsmail Emre

Sohbetin görüngübiliminin konusu tekil insanın kendi özü ile yaşadığı ikilik ve bu ikiliğin doğurduğu çelişkiden birliğe geri dönüşünün yolu. “İnsan insanın aynasıdır” denmiştir; bu anlayış, irdelemenin bilinçten özbilince geçiş kıpısını oluşturur. (Burada ayna ile sembolize edilen yansıma bilincin etkinliğine de ışık tutar. Çünkü bilinç, bir bilme durumu, bir ayırım, bir yansımadır ki, kendi kendine ayna olmaktadır. İnsan insanın aynasıdır anlayışı, ilginç bir paradigmayı ortaya koyar: Öteki merkezde merkezleşilen bir merkezsizlik.)

Sohbet fenomenini irdelerken, ondaki farklı düzeyleri anlamlandırmak ve ilişkilendirmek için aşağıdaki üç disiplinin ortaklaşa bir çalışmasına gereksinim vardır.

i. Ontoloji: Varlığın zorunlu belirlenimleri, açınımı, ereği ve bunların bilinç ile zorunlu ilişkisi (fenomenolojiye giriş.)

ii. Psikoloji: Ruhun iç ve dış doğası, gereksinimleri ve bilinci belirleyen yapısı.

iii. Epistemoloji: Bilginin, süreç içinde içerik ve biçim açısından gelişimi ve bilincin etkinliği.

Sohbet özneye dışsal bir ortam değildir. Bu şu demek, sohbeti öznenin varlığı (varlıkbilimsel), ruh durumu (ruhbilimsel) ve idrak düzeyi (bilgi bilimsel) belirler. Sohbet bir ilişkidir, ve eğer bu ilişkinin alanını sınırlamak istersek, onu dil ve anlam dünyasında, insanın kendini aradığı ve sorguladığı bir bilgi atmosferi içinde buluruz.

Bu ontolojik, ruhbilimsel ve epistemik bağlamı içinde bilgi yaşantısının farkındalığı içinde ve dönüştürücü etkisi ile irfandır. Çünkü onda ödev, sorumluluk, vicdan, özgürlük, adalet, merhamet, bilgi, sevgi vb. gibi en evrensel insanlık belirlenimleri dışsal olarak hazmedilmez ama içsel olarak dirimli-tarihsel tinden deneyimlenerek özümsenir. Onun gerçekliği yalnızca kendi pekinliğindedir ama kendi başkasını da bu pekinliğin içine taşır. Çünkü ilişki olgunun zorunlu özüdür.

Arif, araf, marife gibi sözcüklerle aynı kökten türeyen İrfan bir bilgi türü olarak, hayatında anlam yitişine uğramış ve kendi için yalan, kibir, kin, hırs, riya, gadap ve şehvet gibi hayvansal sıfatların kölesi olmuş insan kişiliğini, bunlardan özgürleştirip kendi özgür ve insansal ideasında yeniden yaratan ve yapılandıran özelliği ile diğer bilgi ve bilme türlerinden ayrılır.

Bilge Niyazi’nin İrfan Sofraları ünlüdür. Bu eserinde sofra ile Niyazi’nin neyi kastettiğini, çağımızda tasavvuf ilmine ait çok özel ve özgün bilgilerinden istifade ettiğimiz sayın Lütfü Filiz’den öğreniyoruz. O sohbeti tinsel bir sofraya benzetiyor. Bilginin hal olabilmesi için geçmesi gereken zorunlu kıpılardan söz eden sufi, sohbeti, bu sürecin deneyimlendiği bir yaşantı olarak işler: “Sohbet Hakk sofrasıdır…. iç alemdeki gezintilerin ifade edilmesidir.”

Gündelik yaşamda bilginin genelde sözcüklerle ya da başka yollarla aktarılmasına tanık oluruz ama onu aktaran belirli bir insandır. Aktaran insanın ruh yapısı, duygu, düşünce, bilinç yapısı ve giderek bilinçaltı ve bilinçdışı yanları, aktarılan bilgiyi belirlediği gibi aktarılan özneyi de belirler.

Anadolu bilgeliği bu noktada önemli bir kavram kullanır: Hal. Her hangi bir bilginin yaşantısı genel anlamda haldir ve salt bir tecrübe değil ama aynı zamanda tüm kişiliğe nüfuz eden ve tüm eylemlere eşlik eden bir içsel devinimdir. Bu yüzden halin farkındalığı salt kendinin farkındalığı olarak vardır.

Bir işi sonlandırmak ile ilgili olarak, hallettim, deriz, yani tamamlanan işteki başarımızın ve emeğimizin vurgusu öne çıkarılmış olur.

Gene, “İdris Nebi hülle biçer, gezer Allah deyü deyü” doğuşunda sözü edilen hülle, bu hal kavramı ile ilgili olup, insanın beden elbisesinin yanı sıra bir de ahlaki olarak giyindiği bir hal elbisesinin olduğudur. İdris nebi, ya da terzi Hermes, insanlara giyinmeleri için hal elbisesi dikermiş. Bu sembolik anlatımda insanlardaki eylemsel öznenin bu hal denen olgu olduğuna işaret edilir.

Bireysel gelişim sürecinde zamanla yetilerin açılımı ile ortaya belirli davranış biçimleri çıkar ve bunların birliği genelde meşrep denen şeydir. Bu toplumsal bir erek adına gerçekleşirse insanın özbilinç dünyasını şekillenir.

Metin Bobaroğlu, İsmail Emre’nin değindiği hayvansal sıfatların-yukarıda değinmiştik-aynı zamanda olumsuz haller olduğunu söyler. Öyleyse hal, olumlu ve olumsuz ve etkin ve edilgin olmak üzere ikiye ayrılabilir ve ahlaksaldır.

Hal tarih içinde değişik biçimlerde tanımlanmıştır. Genelde hal “değişimi” imler ve Arapça hal, vücuddan çıkan anlamına gelir. (Burada vücud, varlık anlamına gelir, varoluş değil.)

Hal, özbilinci ilgilendiren ontolojik bir kavramdır.

1- Hal, farklı duygu, düşünce, ruh, bilinç, ben durumlarıdır, etkin ya da edilgin olabilir.
2- Hal, farklı ben durumlarından ortaya çıkan olumlu ya da olumsuz farklı ahlaksal sıfatlardır.
3- Hal, farklı sıfatların ilişkisinden ortaya çıkan zorunlu ilişkilerdir, ki bu durumda “seyri suluk” denen olguya bağlanır.

Eğer sohbet özneler arası bir iletişim ise, iletişim olgusunda karşılıklı etkileşim, değişim ve dönüşümü anlamamız gerek. Burada dönüşen nesne hal olarak koyduğumuz kavramdır. Bu açıdan sohbeti bir hal iletişimi altında inceleyebiliriz. Ayrıca Sohbet özneler arası iletişimde bilgi ve hal dönüşümünün deneyimleneceği tinsel bir ortam olarak da ele alınabilir.

Bu ortamın en özgün ırası insanın doğrudan varlığını ilgilendiriyor olması ve istenç, düşünme ve iletişim için bireylere özgür bir varoluş hissi ve devim olanağı sağlamasıdır, ki böylece sohbetin derinliğini oluşturan, varlığına bir anlam arayışı için gerekli ilgi, sezgi ve coşku ortaya çıkabilsin. Genelde derinlikten ve arayıştan uzak ama kendi tikel arzu ve isteklerini arayan egoların ön planda olduğu ortamlarda sohbetin hiçbir türüne rastlayamadığımızı görürüz.

Sohbette paylaşım önemlidir. Paylaşım karşılıksız bir alış-veriştir. Beraberinde bireylerin birikimlerinden pay alan tecrübeyi getirir, tecrübe güveni doğurur, güven de mutsuz bilinci anlamsızlıktan kurtaran bir zemindir. Bu noktada Mutluluk bir doyum değil, bir doyumsuzluktur.

Bir diğer önemli kavram arınmadır. Sohbetin etkin hallerinden biri de budur. Arınma olumsuz hayvansal sıfatlardan bir soyutlanma sürecidir ve kıpılarını özeleştiri, dert edinme ve çalışma oluşturur.

Sohbet bütün bunlar gerçekleşirken aynı zamanda bir aydınlanma ortamıdır. “Arayışım bana bulgu oldu” sözü (Metin Bobaroğlu), bilgilenme ve iç tefekkürsürecinde bilgi kaynağı ile iletişimde olmanın özünde yatan keşifsel bir gerçektir. Arayış kendinde bir özümsemedir, kendinde bir buluştur, kendini.

Özümseme sezgi ile bu kendi olan varlığa temas eder.

Sohbetin Görüngüsünde açımlanan Tindir, Tinin farklı hallerinin görüngüsüdür. İrdeleme doğası gereği analitik olduğundan, bu kavramlar-ne denli eksiksiz olsalar da-bir araya gelse gene bir Sohbet etmez. Belki Satranc-ı Urefa’da belirtildiği gibi yalnızca bir Sohbet-i Sek olur (14. hane).

Metin beyin dediği gibi nasıl ki şefkati deneyimlemek için anneye ya da annelik haline gereksinimimiz varsa, sohbet için de bir dirisine gereksinimimiz vardır. Aksi halde, Goethe’nin dediği gibi:

“… ne yazık ki eksiktir tinsel bağ” (Faust)*

* Sevgili Aykut Yazgan edebiyatta çeviri olmaz der. Doğrusu görüngü kendinde bir çeviridir.

 

Kaynakça:

  1. İsmail Emre, Doğuşlar, Sohbetler
  2. Metin Bobaroğlu, KSM Felsefe Etkinlikleri
  3. Cengiz Erengil Felsefe ve Edebiyat Sohbetleri
  4. Prof. Dr. Cavit Sunar, Muhiddin İbnül Arabi Felsefesi, Ankara İlahiyat Fakültesi
  5. Lütfü Filiz, Noktanın Sonsuzluğu
  6. G.W.F. Hegel, Mantık bilimi ve Tinin Görüngübilimi
  7. Goethe, Faust
  8. Halil Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe Sözlük
  9. Niyazi, İrfan Sofraları
  10. İbnül Arabi, Satrancı Urefa, “Arifler Satrancı”
  11. Annemarie Schimmel, Tasavvufun Boyutları