Sistematik Felsefe Açısından Bilim, Sanat, Din Ve Felsefenin Ayrımlı Birliği

Bilim, sanat, din ve felsefe aynı Birlik’in ayrımları oluşları ve nesnelerinin ortak oluşları bakımından, ancak birlikte ele alındıklarında kavranabilirler. İnsan, maddi dünya ile ilişkisinde bilim ve teknoloji, kendi kendisiyle ve diğer insanlarla ilişkisinde ise sanat, din ve felsefe üretir, bilimsel-teknolojik etkinlikleriyle bedensel ihtiyaçlarını doyurur ve konforunu yükseltir. Ama sanat, din, felsefe alanındaki etkinliklerimiz, estetik, etik ve anlam dünyamızın isteklerini tatmine yöneliktir.

“Şimdi ‘Tanrı nedir?’ ya da ‘Adalet nedir?’ diye sorarsak, bu tasavvurlara yine ilk önce yalınlığın biçiminde sahip oluruz. Ama bunları düşündüğümüz zaman, farklı belirlenimlerin ve onların birliğinin beyan edilmesi gerekir…” (Hegel, Din Felsefesi Dersleri s.165-166)

Tin ve Doğa Karşıtlığı: Teomorfik İnsan ve Antropomorfik Tanrı

İnsan, çevresini ve kendisini bilme ve anlama isteği bağlamında, başlangıçta kendini çevresindeki her varoluştan ve diğer insanlardan ayrı, ama onların karşısında ve onlara karşıt konumlandırır. Bu durumda dış doğanın algısı üzerinden oluşturduğu eşyanın imgesi ile kendi bedeni üzerinden oluşturduğu ve kendini özdeşleştirdiği beden imgesi de birbirine dışsal kalır. Bu aşamada kendi düşünsel varlığı anlamındaki tinini ise doğanın içinde ve hatta ondan doğmuş gibi bir konuma yerleştirir.

Doğadaki her zerre, her varoluş, varoluşa çıkabilmek için, kendisinin de dâhil olduğu tüm varlığın desteğini alır ve kendisi de muhakkak tikel bir işlevi yerine getirerek bütüne hizmet eder; doğada inorganik dediğimiz düzey de aslında hayat sahibidir, örgenseldir. Doğada etkin olan, doğanın arkasındaki düzen (cosmos) yani akıl da nous olarak tinseldir.

Tanrı’nın suretindeki her isim, insanın yaratılışında ortaya çıkmıştır. Böylece insanın yaratılışı, bu varlık sayesinde kuşatıcılık ve toplayıcılık rütbesini elde etmiş, Allah insan sayesinde meleklerine karşı kanıt getirebilmiştir.” (M. İbn-i Arabî, Fusûs’ul Hikem– Âdem bahsi s. 26)

Buradaki toplayıcılık Âdem’in dış varlığı üzerinde açığa çıkan evrim ve tekâmülü, kuşatıcılık ise onun ilmi ile âlemleri kapsamasıdır.

“Hak, sayısız güzel isimleri bakımından emrin tümünü içeren kuşatıcı bir varlıkta isimlerini tek tek ve o varlık vasıtasıyla kendi sırrının kendisine görünmesini istedi… Bu zikredilen –toplayıcı varlık-, insan ve halife diye isimlendirildi… Âlemin fiili varlığı onun varlığı ile tamamlanmıştır.” (M. İbn-i Arabî, Fusûs’ul Hikem-Âdem bahsi s. 25-26)

Yukarıdaki alıntıda İbn-i Arabî’nin de belirttiği sebeple, insan bedeninde değil de düşüncesinde temellendirilirse, doğaya sığdırılamaz ve bu sebeple ancak doğayı insanın kapsamı içinde tasarımladığımızda, insanın anlamı için mantıksal uygunluk oluşur.

Bilimin Konusu olan “Gerçeklik”

İnsanın mevcut bilincinin işlevini en genelde iki düzeyde ele alabiliriz;

1) Bilincin dış bir nesneyle ilişkisi.

2) Bilincin kendini kendine nesne yapma ilişkisi.

Birinci ilişkiden nesneye ait bilgi elde edilirken, ikinci ilişkiden kendiliğin bilgisi elde edilir. İlişki sonrasında elde edilen “nesne” artık bilinç için ilişki öncesindeki yalın nesne değildir.

Bilincin her iki ilişkisinden de elde edilen ürün bilinç için gerçeklik ya da hakikat adını alır.

Dış dünyadaki nesne, olay ve olgular nesneldirler ve bilimin konusudurlar. Bunlar, nesnel dış dünyadan devşireceğimiz gerçekliğin (hakikatlerin) oluşabilmesi için, bilinçteki kategorilerin buluşması gereken verilerin kaynaklarıdır.

İnsanın bilim yapabilme imkânı, doğada olmakta olan dinamik süreçleri gözlemleyebilmesinden doğar. Doğa kuvvetlerinin davranışları ve birbirlerine etkileri deney ve gözlem yoluyla ölçüldüğünde onların değişimlerde sabit kalan bilgisine ulaşmış oluruz ki, bu onların sabit aynlarıdır. Bilim; bu sâbiteler ile farklı alanların güvenilir bilgisini elde etmeye farklı yöntemlerle yaklaşması demektir. Çünkü bu “sâbite”nin kendisi, değişen değerlerin birbirine oranıdır ki, bu da rasyo yani akıldır. Bu yolla insan kendi yetilerinden biri olan aklın doğada da içkin olduğunu idrak eder.

Tüm Edimlerimizin Amacı: İnsanın Anlam Dünyası

İnsan teknoloji anlamında bilim yaparak, kendisinin niçin var olduğunu ve varlık amacını cevaplamış olmaz. Bu tür bilim daha çok insanın, doğa ve zorunluluklar karşısında varolanla yetinmeyip, ikinci doğa dediğimiz kültürü yaratma ve geliştirme etkinliğine eşlik eder. Başka bir deyişle, insan her edimini muhakkak bir ihtiyaç temelinde ve buna bağlı bir niyet doğrultusunda gerçekleştirir. İnsan düşünsel olarak da neyi kendisine konu ediniyorsa onunla ilgili bir niyeti olduğu için onunla ilgilenir.

İnsanı, anlam dünyasının kemâle gelmesi eş deyişle ferdiyet kazanması açısından ele almak istediğimizde; şu üç farklı alanın ve aşamanın bireye etkilerini izlemek durumunda kalırız;

1) Tarihselliği içindeki insanın, kendisinden önceki nesillerden devraldığı ve içine doğduğu törel-kültürel tecrübenin ve doğuştan gelen temel baskın istidatların kendisine etkileriyle oluşan bilincinin alanı. “Kolektif” ve bireysel bilinç-dışının bireye etkisi.

2) İnsanın, topluluklar, aşiretler, kavimler, milletler vb. halinde birlikte ve bir arada yaşama zorunluluğundan doğan, genelde hukuk temelli ve yasalı toplumsal yaşam karşısındaki bilincinin alanı. İnsanın tek başına değil, ancak toplum ve topluluk içinde birey olabilmesi; koşulların ve “zaman”ın değişmelerinin bireye etkisi.

3) Her bir insanın sadece kendisine ait olan, kendi eylemleri vasıtasıyla diğer öznelerle aynalaşarak kurduğu bireysel bilincinin alanı. Özbilincin bireye etkisi.

Şimdi insanın edimleri ister dışarıdaki olay ve olgulara, ister kendi nefsinde meydana gelen olaylara yönelik olsun, eylemlerini yöneten o anda mevcut olan ve kendisinin yapmış olduğu mutlakıdır ki, tüm işlerine eşlik eder. Bu anlamda mutlak; kişinin bir düşünce belirlenimi olarak, göreli olmayan; göreli olan tüm diğer belirlenimlerin kendisine göre belirlendiği belirlenimidir. Ancak bu “mutlak”, insanın doğuştan gelen varoluşsal ve donanımıza ait niteliklerimizden ayırt edilmelidir; yani daha çok beşerî olarak edindiğimiz huyların ortak bilinci anlamındadır. Bir de insanın kendisinin yapmadığı, doğuştan gelen temel niteliklerden birinin baskın oluşundan kaynaklanan eğilimi anlamında “has ismi” vardır.

“Zâtî gereklilik olan a’yân-ı sâbiteden her bir “ayn”ın bir kendine has isti’dâdı ve kābiliyyeti vardır; aslâ biri diğerine benzemez. Mutlak vücût olan Hak, a’yân-ı sâbiteden her bir “ayn”ın isti’dâdına uygun olarak o “ayn”ın sûreti ile açığa çıkar. Şimdi a’yân-ı sâbite yapılmış olmayınca, onların isti’dâdları ve kābiliyyetleri de yapılmış olmaz.” (A. Avni Konuk, Fusûs’ul Hikem Tercüme ve Şerhi, Önsöz. s.34)

İnsan başlangıçta bu iki kuvvetin çekişmesine maruz kalır, bir taraftan idraki oranında kendisi için neyin en önemli olduğuna kendisi karar vermek ister ve böylece kendi eylemlerinin öznesi olmak istediğini ortaya koyar, buna karşılık baskın doğal eğilimi onu başka bir yöne çeker.

Bu durum insanın kolektif değil ama bireysel bilinç-dışı diyebileceğimiz bir bilinç durumunu açıklamamıza imkân verir. Çünkü doğuştan gelen temel eğilimlerimiz bizim kendi bilinçli eylemlerimiz sonucu oluşmadıkları halde, arka planda durup bizim edimlerimizi yönlendirirler. Kültürel alışkanlıklarımız ve dış koşullar (şerait) de bizim davranışlarımıza etki ederler ve kolektif bilinç-dışımızda muhafaza edilirler. Böyle bakıldığında modern soliptik bireyin hem çevresiyle hem de kendi kendisiyle başı derttedir, çünkü bu her iki eğilime karşı elindeki tek savunma gücü kendi icadı olan mutlakıdır.

Oysa bu durumdaki insanı kurtaracak olan mutlak hakikatin bilinci göreli değil, herkes ve her isim için olmalıdır; ne soliptik modern bireyin keyfi öznelliği, ne de yerel ya da törel bir kültürdeki “atalar”dan gelen bilinç-dışı alışkanlıklarla özdeşleştirilemez. Kültürel ve törel yaşam içinde geliştirdiğimiz alışkanlıklar ortamı bir çeşit ana-kucağı ve baba evi gibidir; rahat ederiz ve güvenlidir, ancak bu sorumluluk almadığımız ve buyruk altında yaşadığımız, bilinç-dışı bir “ev”dir. Bu ortamdaki tortular farkına varılıp ayıklanmadıkça, evrensel değerlere talip, modern uygar bireyin ortaya çıkmasının önünde engel olarak dururlar.

Belirli bir “has isim” in etkisi altında yaşıyor oluşumuz da bize iki yönlü etki eder; bir yandan bu isim bizde hazır bir potansiyel kabiliyettir; bu kabiliyete uygun eğitim ve çabayla varoluşsal özgül yetimiz canlanır ve biz bu niteliğimizle hem kendimize, hem topluma hizmet edebilir duruma geliriz. Fakat aynı zamanda farklı isimler birbirlerine rakip olduklarından, bu rekabet bizim insanlarla yakın ilişkimizde bir uyuşmazlığa da yol açar. Kendi soliptik öznelliğimizin gözüyle değil “her ismi” kabul edebilecek bir gözle bakabilirsek, bu rekabetin aslında birbirimize muhtaç olmamızdan kaynaklandığını görürüz. Bu varoluşsal güzel isimlerin hem birbirlerine rakip, hem de birbirlerini tamamlayıcı oluşu, isimler üzerinden bize, bizde bilfiil olmayan diğer isimlerin taşıyıcısı olan diğer insanlara haset etmemeyi öğreten, gizli bir mektup gibidir.

Sanat, Din ve Felsefenin Ortak Konusu olan “Gerçeklik”

Sanatsal, dinsel ve felsefî bilincin konusu da gerçeklik ya da hakikat olarak adlandırılır ama buradaki hakikat bilimdeki hakikatten farklıdır; doğada insan bilincine konu olan somut ve nesnel her şey, insan bilincinden bağımsız iken, tinsel alanda bilince konu edinilen hakikatler, insanın kendi edimlerinden türetildiği için, her birimizin hem akıl hem de kendilik (nefs) düzeyine bağlı olarak farklılık gösterirler. Doğadaki olay ve olgular bilince konu edildiğinde, ulaşmak istediğimiz gerçeğin bilgisi tektir (örneğin, yer çekimi kuvvetinin bilgisinin insanda yer çekimi yasası olarak bilince gelmesi) ve tartışma bilginin kendisi hakkında değil, buna nasıl ulaşacağımızın yöntemi hakkındadır. Oysa konu insanın kendi içinde olup bitenler olduğunda, ulaşılan “gerçeğe” ait bilgiler söz konusu insan sayısı kadardır.

Sanat, din ve felsefenin konusu olan gerçeklikler (hakikatler); her insanın kendisinin eseri olan, idrak ve değerlendirme gücü ile yaşamın farklı alanlarına yöneldiğinde, önünde bulduğu hakikatleridir. Ancak insan başlangıçta, bulduğu bu hakikatler ile ne kendinde ne de çevresiyle olan ilişkilerinde huzur bulamaz. Kendi elleriyle oluşturduğu bu değerlendirme ve değerlerden memnun kalamaz. Oluşan bu iç sıkıntıyı yenebilmek ümidi bizi adına sanat, din ve felsefe dediğimiz alanlarda faaliyete zorlar. Bu etkinlik başlangıçta özenti ve heves seviyesinde olsa bile temelde ruhsal bir ihtiyaçtır.

Sanatsal, Dinsel ve Felsefî Bilincin Hakikati Kavrayış Farklılıkları

Sanatsal bilincin hakikati kavrayışı duyusaldır, çünkü insan ilgilendiği bir hakikati, bir içeriği sadece düşünerek ya da hayal ederek ilgisini doyuramaz, onu dış dünyadaki varoluşu içinde de görüp duyumsamak ister. Zira ilgilendiği hakikat içeride bir düşünce iken henüz duyularının şahitliğinden mahrumdur. Bu isteğin gerçekleşmesi demek söz konusu içeriğin ete kemiğe bürünmesi yani ona duyusal bir biçim verilerek bilincin önüne konulması demektir. Sanatçı, bu yönelimi yaparken bu gösterimin ya da bu ifade biçiminin, bilinci doyurup doyurmayacağını ya da ne derece doyuracağının hesabını yapmaz. Bunu tutku ile yapar; işte isteğin tutku haline gelmesiyle faaliyetimiz sıradan bir “iş” olmaktan çıkar ve sanatsal olmaya yönelir, ancak her istek tutku değildir; insan ancak adanma seviyesinde isterse, isteği tutkuya dönüşmüş olur. Yine de tutkuyu hırstan ayırt etmeksizin sanatı anlayamayız. İsteğin içeriği ya da ereği, isteğin tutku mu, yoksa ihtiras mı olarak evrileceğini belirler. Bu aşamada tutkunun hedefi sadece içerdekini dışarı çıkarabilmektir. Demek ki sanat için zorunlu olan; birinci olarak tutku, ikinci olarak bu tutkunun, bilincin imgelediğini duyusal bir form içinde ifade etmek için ısrarcı çabasıdır (tezekkür).

Neticede sanatsal etkinlik, araç olarak sembolik, klasik ya da romantik biçimlerin, hangisini kullanırsa kullansın hakikati (en soyut biçimi ile Tanrı’yı) duyusal bir form içinde ifade ederek bilincin önüne getirir. Bunu âzamî ölçüde yapabildiği sanatsal biçim şiirdir ama bu evrede bile kavrayışımız hala duyusal düzeyi henüz tam olarak aşmamıştır.

Dinsel bilincin hakikati kavrayışı, tasarımsal kavrayışa karşılık gelir; çünkü, dinsel bilincin konusu da Tanrıdır ve insan Tanrı’yı zorunlu olarak önce tasavvur eder. Dinsel bilinç insanın tasavvurlardır. Bununla denmek istenen: Tanrı, kavramı gereği duyusal somut olmadığı için duyusal müşâhedesi bizâtihi mümkün olmaz, ya da sanatta olduğu gibi içeriğin (ki burada içerik duyulara aşkın olan Tanrıdır) duyusal bir varoluş içinde müşâhedesi de insanı tam olarak tatmin etmez. Ve henüz kavramsal düzeyde ifadeye de ulaşılamadığı için, bu durumda zorunlu olarak tasavvur edilir; bu çaba genellikle teşbih ve benzetmelerle ve alegorik anlatımlarla yürür.

İşte bu sebeple dinsel bilince tasarımsal denmiştir ve aynı sebeple kutsal yazmalar kendilerini ifade etmek için sembolik anlatım yolu olan mesel, masal ve misalleri kullanmışlardır. Yani tasavvur ederek düşünme dinin kendini ifade biçimidir. Dinsel kavrayış ve bunun ifadesi zorunlu olarak metaforik kalır. Bu bilincin çabası Tanrı’yı, bilince sanata göre daha açık hale getirmektir.

Bu “daha açık hale getirme” işini, sanat, mutlak’ın içeriklerini, duyusal biçimler içinde dışlaştırarak yapmaya çalışmıştı ve yapabileceğini zaten yapmıştı.

Bu sefer din, tinsel tatmini daha da yükseltmek için, sanatın dışarda duyusal malzeme kullanarak, mimariyle, heykelle, resimle ve hatta şiir ile betimleyerek yaptığı mabedi dışarda değil, içerde bir iç mabet haline getirerek, duyguları ve yüreği de işin içine katarak yapar. Tutku burada da devrededir, ancak bu sefer sanatın dışarda kurduğu aynı içeriği, ruha daha da yaklaştırabilmek için biçimini değiştirip içeride kurar.

Bu aşamada öne çıkan yeti hayal gücümüzdür. Tanrıyı kavrama düzeyi, felsefenin kavramsal ve sanatın duyusal düzeyinden farklı olarak duygusal sezgi olarak gerçekleşir.

Felsefî bilincin, hakikati kavrama biçimi ise kavramsaldır. Kavramsal düşünme, düşüncenin ilk iki biçimdeki kazanımlarını korumuş olarak konusunu duyusal, duygusal ve tasarımsal olandan tümel olana çevirmeyi ve içeriği daha da netleştirmeyi ve bu zemin üzerinde birlik oluşturmayı ifade eder. Felsefe bir önceki aşamadaki tasavvuru kavrama çevirerek, içeriği öznenin öznel ve keyfi nitelemelerinden arındırır.

“İlmî̂ sûretlerden ibâret olan “a’yân-ı sâbite” kendi aslî yoklukları üzerindedir. Onlar hâricî vücût kokusunu koklamamışlardır. Şehâdet âleminde açığa çıkan sûretler ancak onların yansımaları ve gölgeleridir. “A’yânı sâbite vücût kokusu almamıştır” dedikleri budur.” (A.Avni Konuk, Fusûs’ul Hikem Tercüme ve Şerhi, Önsöz, s.30)

Düşünceye konu edinilen, tikel bir varoluş ya da duygu veya tasarım düzeyinde bir fenomen ya da tikel bir olgu da olsa, düşünme kavramsal düzeyde ise, bu tikelin evrensel yönünü esas alır, eş deyişle; tikeli tümel altında ele alır. Arı kavramsallıkta “duyusal etkinin kokusu bile kalmamalıdır” dediğimizde; bununla anlatılmak istenen; içeriğin bilince tam açık hale gelebilmesi için, düşünceye konu edinilen her konu bir kavram ya da bir evrensel olarak ele alınmalıdır. Düşünmenin bu düzeyde bir formasyona ulaşabilmesi için; artık bir masa tikel bir masa değil sürecinin bütün uğraklarında açık seçik kavranan ve ifade edilebilen bir kavram olarak gösterilebilmelidir.

Yukarıda, aynı şuurun dört aşaması olarak anlamaya çalıştığımız süreç; bilimsel ve sanatsal olandan felsefî olana doğru tekdüze bir gelişim gibi gözükse de gerçekte bu dört farklı aşama insan yaşamında birbirlerine geçmiş olarak, kavrayışın örtükten açığa doğru evrilmesini gösterirler.

Sanat, Din ve Felsefenin Ruhsal Etkisi

İnsan, Tanrı’yı birinci olarak dış dünyada arar ve buna bağlı olarak sanatsal etkinliklere yönelir. Bu aşamada insanın Tanrısı gaybtır ama her görünende O’nun bir izini sezer, bu sebeple ifade etmek istediği içeriklerini çizer, boyar, seslendirir, heykele dönüştürür, şiir olarak dile getirir, O’nu yeryüzüne indirmek için çabalar durur. Oysa Tanrı, kavramı gereği duyulara aşkın fakat tezahürleri duyularla algılanır olandır; bu sebeple sanat yapabilecekleri açısından duyusal biçim ile sınırlıdır.

El ile beyin arasındaki koordinasyonun sağlanması ve duyarlılık yetisinin etkin hale gelmesi sanatın başlangıcı için zemindir. İnsanın duyarlılığındaki değişimler, yani eskisine göre daha duyarlı hale gelmesi sanatsal etkinlikle ortaya çıkar ama etkisi ruhsaldır.

Sanatsal etkinliğin ilk etkisi algıda ortaya çıkan estetiktir. Duyarlılık yetisinin etkin hale gelmesi insanı içgüdüden ayrıştırır ve seçici yapar; bu hazdan zevke geçişi gösterir. Estetik algı ve duyarlılığın artması sadece teknik bir el beceresi, ses, kulak ve gözün eğitilmesi değildir, psişenin arınmasına eşlik eder.

İkinci aşama dindir, bu aşamada insan el becerileriyle ulaşamadığı duyuüstü biçimlere yönelir, duygu ve tasavvur gücüne başvurur. Aslında bu etkinlik sanatla birlikte zaten devredeydi. Şimdi bu tasavvur gücünü etkinleştirdikçe yeni ürünlere ulaşma imkânları doğar. Bu aşama sayesinde Tanrı dış doğadan içsel dünyamıza duyguların ve vicdanın dünyasına taşınmış olur. Din, sanattan devraldığı estetik duyarlılığı kendi tarzında işleyerek, adanma yetisine dönüştürür. Adanma sadece bir duygu değildir, çünkü duygu içerik bakımından belirsiz ve bulanıktır; oysa adanma, net bir düşünsel içerik olmadan gerçekleşemez.

Doğal bilincin ilgilendiği konular dışardadır ve ruhsallığımıza dışsal ve daha çok konformist ihtiyaçlarımızın karşılanmasına yöneliktir. Bu tür etkinlikler ile bir şahsiyet kazanırız ama bu dünyevîdir ve dünya işlerini düzenlemek için gerekli ve yeterlidir. Buna karşılık dinsel bilincimizin ilgi alanı içseldir ve onun konusu ruhun işleridir.

Bu ilgi öğretilmiş bir şey değildir; her insan yaşamının belirli bir aşamasında kalbinde vuku bulanlardan da etkilenir ve bunlara kayıtsız kalamaz. Bazı fiillerimizin bize dönüşü olumlu olurken bazılarından razı olmayız. Bu razı olmadığımız fiillerimizin ruhsal etkisi pişmanlık seviyesinde olduğunda; ortaya çıkan uygunsuzluğun giderilmesi ancak öz-eleştiri ile mümkün olur. Bu ilgi, dışa doğru olanın karşıtı olarak içsel bir odağın tedricen de olsa etkinleşmesini ve giderek daha belirgin hale gelmesini zorlar; bu adına vicdan da dediğimiz manevi şahsiyetimizdir.

“Bu incelemenin konusu dindir ve bu da insanı meşgul edebilecek en yüce nesnedir, mutlak nesnedir. Bu nesne ebedi hakikatin, ebedi erdemin bölgesidir – o bölge ki, içinde düşüncenin bütün muammaları, bütün çelişkiler ve kalbin bütün ıstırapları giderilmiş görünür, ayrıca ebedi huzurun bölgesidir ki, insan bu sayede tamamen insandır… Ve insan için saygı ve değer ifade eden, insanın şeref ve onurunu dayandırmayı düşündüğü her şey, bütün bunlar, nihâî olarak odak noktasını dinde, Tanrı düşüncesinde ya da bilincinde ve Tanrı duygusunda bulur…” (Hegel, Din Felsefesi Dersleri, s.33-34)

Vicdanın uyanmasının ilk tezahürü insanın eleştiriyi dışardan içeriye çevirmesidir; kendi içine bakarken sahiplenerek değil, bir yabancıya bakar gibi bakabilmesidir. Çünkü çocukluğumuzdan itibaren bize öğretilenler üzerinden kendi fıtratımıza yabancılaşmamızın yerleşik hale gelmesi bu “yabancı”yı kanıksamamızdan dolayı mümkün olmuştu. İnsan kendi (emir altındaki) nefsine karşı ego’da durarak, yabancılaşmayı aşamaz ve samimiyeti (ihlas) bulamaz. Bu bakımdan dinin özü samimiyettir. *

“Kültün ilk biçimi dini teslimiyet adı verilen şeydir. Dini teslimiyet salt Tanrının var olduğuna dair bir iman değildir; dini teslimiyet, iman daha canlı olduğunda, özne dua ettiğinde ve bu içerikle salt nesnel biçimde meşgul olmadığında, kendinden geçme halinde mevcuttur. Burada asli olan şey dini teslimiyetin ateşi ve sıcaklığıdır.” (Hegel, Din Felsefesi Dersleri, s. 196)

Üçüncü aşama felsefedir; insan bu aşamada önceki iki aşamayı dışlamaz, aksine öncekilerden elde ettiklerini koruyabildiği için bu kapıya kadar gelebilir ya da bu kapıyı da çalma ihtiyacı duyar. Dinsel bilincin insana ihsanı, samimiyet yani ihlas idi. Bu samimiyet ile yaptığı amellerinin sonucu kalbini dolduran iman olmuştu. Kavramsal yani ilkeli düşünmeyi ve tefekkürü imanın hizmetine verebilirsek, bu işbirliği bizi inayete bir adım daha yaklaştırabilir.

“Kalbinde doğruluk olan bir insan, ruhla özdeşleşmiş biridir. Aynı şekilde, ‘kalb dini’ tabiri de bireyin kişiliği veya öznelliği ile içeriğin bu özdeşleşmesini ifade eder. İlkelere göre hareket etmenin gereği de, yalnızca o ilkelerden haberdar olmak değil, o ilkeleri kalpte taşımaktır.” (Hegel, Din Felsefesi Dersleri, s. 155)

Felsefe bize ilkeli olmayı değil, ilkeli düşünmeyi ve sorgulamayı söyler; eğer dinimiz yoksa aklın, “ilkelere göre hareket etmeliyiz” önermesi bir haber olmaktan öte gitmez.

Akıl ve İman Karşıtlığı ve Bu Karşıtlığın Aşılması

Olması gereken; hem haberdar olmak, hem de haberin kendisini haber olmaktan kendimize ait güvenilir ve emin bilgiye dönüştürmektir, aynı zamanda yüreğimizle de katılmaktır. Bunun gerçekleşmesi sadece akılla ya da sadece kalble mümkün olmaz, çünkü haberin bilgiye çevrilmesi akılda vuku bulurken, habere ilişkin eminliğin yani imanın yerleştiği yer kalbtir. Ancak haberi zihinden kalbe indirdiğimde yani, aklım ve kalbim uyum içinde ise dinim vardır. Burada zorunlu olarak şöyle bir soru doğar; nihai kararın oluşmasında akıl ve kalb arasında bir ayrım gerekmez mi?

“Ve (Nuh) dedi: Sam’ın Allah’ı Rab mübarek olsun, Ve Kenân ona kul olsun.

Allah Yafet’e genişlik versin, Ve Sam’ın çadırlarında otursun; Ve Kenân ona kul olsun.”

(Kitabı Mukaddes, Tekvin. Bap 9/26-27)

Ayette geçen Nuh Peygamber’in oğulları ile ilgili değerlendirmeleri de metaforik olarak aklî ve kalbî bilgi arasındaki mertebe farkını vurguluyor; Sam işiterek, Yafet görerek anlanmayı temsil eder; Sam kalbî, Yafet aklîdir, bu durumda baba aklın kalbin çadırında oturmasını öğüt veriyor. Tersini değil ve Kenân’ın ise her ikisine birden hizmet etmesini istiyor.

İnsanı sadece kalb ve akıl arasında gidip gelen bir varlık olarak göremeyiz; daha başka birçok çeşitli ve farklı eğilimlerimizin (yetilerimizin) baskısı altında yaşadığımız için, tüm farklı kuvvetlerin farklı yönlere çekmesi sonucu sürekli değişen bir ruh haline sahibizdir. Bu değişkenlik ve telvin durumunun vuku bulduğu yer, zaten kalbtir. Fakat bu farklı hallerin her şeye rağmen dengelendiği mahal de aklımız değil, kalbimizdir. Kalbimizde oluşan bu denge halini “kanaat” kavramı ile ifade ederiz ki, bu kavram bireşimseldir; onu hem duygu hem akıl dünyamızdan hem de diğer yetilerimizin alanlarından devşirdiğimiz verilerle oluştururuz ki, bir kanaat sahibi olduğumuzda bu aynı zamanda bizim içerde oluşturduğumuz barışı gösterir.

Akıl kalbin değil de, kalb aklın hizmetinde olsaydı ortaya çıkan kanaat değil aklın kalbe “talimat”ı ya da “emir”i olacaktı. Buradan anladığımız; ihtiyacımız olan şey, akıl kalbin hizmetinde olarak ikisinin iş birliği ve iş bölümüdür. İnsan yine de sadece oluşturduğu kanaatte kalamaz, bu kanaatini gerçekleştirmek istediği idealine zemin yapmak ister. Akıl ve kalbin dayanışmasından doğan “kanaat” ancak hayalin ümidine bağlandığında anlamlı hale gelir.

Sistematik felsefenin kapsayıcı oluşu ve insana ait olası her veçheyi ihata etmesi açısından baktığımızda: bilim; doğa felsefesi, sanat; estetik ya da güzel sanat felsefesi, din; etik ya da din felsefesi olarak birer zorunlu uğrak olurlar. Yani sistematik felsefe, tek başına düşünceyi ve akli içeriği, ya da imanı, ya da imgelemi esas alsaydı, o zaman o bir bilim değil zihin felsefesi adını almaya layık olabilirdi.

Fakat o sadece aklî değil, aynı zamanda poetik olarak da anlaşıldığında; sadece aklın edimleri olarak sınırlandırılamaz ve estetik, etik, değerleri de bünyesinde toplayan, yani insanı akıl ve düşünce varlığı olduğu kadar tutku ve iman varlığı olarak da kavrayan felsefe olarak anlaşılır. Böyle kavrandığında; tek tek ele alınıp, birbirleriyle kıyaslandıklarında, uzlaşmaz olan farklı eğilimlerimiz ve bunların çelişik bilinç düzeyleri, aynı birliğin (şuur) bağdaşık ayrımlarına dönüşürler.

*Dipnot:

İnsan fıtrat üzere doğar ve sonradan yani çocukluğa geçişle, ailesi ve çevresi tarafından müslüman, hıristiyan ya da yahudi yapılır” mealindeki söylemi esas alırsak; konuşma ve dilin gelişimi ile ya da çocukluğa geçişle başlayan ve gerçekleşebilirse (ki hiç gerçekleşmeye de bilir), insanın aydınlanmasına kadar olan süreç boyunca insanın kendi fıtratına yabancılaşması devam eder; eğer bir mürşid vasıtasıyla ya da bir başka yoldan refleksiyon ve dolayısıyla dıştan içe dönme olmazsa insan, “dışarda” yaşamaya devam eder ve “kendine” yabancı biri olarak bu dünyadan gidebilir.

Burada, “vicdanın uyanmasının ilk tezahürü insanın eleştiriyi dışardan içeriye çevirmesi… ve bunu ego’da durarak yapamaz…” ile kastettiğim; eleştiriyi yani değerlendirme ve kınamayı başka insanların bana yaptıklarından kendi nefs-i emmare’min kendime yaptıklarına yöneltebilirsem ya da öz-eleştiri yapabilirsem nesnel ya da hak için duruşa kavuşmuş olurum, ancak bu durumda yalandan ve riyâdan ayrışabilirim ki, bu beni ihlasa götürebilir. Eğer tutumum bu olmazsa, bendeki bilinç-dışı başlamış olan yabancılaşma devam eder.

Yabancılaşma insanın bilinçli bir eylemi değildir, oysa buradaki içe bakış bilinçlidir. Bu yaklaşım, insanın gelişiminin belirli bir evresinde zorunlu olarak kendi fıtratına yabancılaştığını ve bu ilk yabancılaşmanın tezahürü olarak her birimizin muhakkak bir “emir altındaki nefs” döneminden geçtiğimizi varsayıyor ve daha sonraki ilişkilendirmeyi bunun üzerine kuruyor. Eğer bu tür bir sorgulama döneminden geçmeseydik “levm eden nefs”e gelemezdik demek istiyorum.