Klasik söylem: Bu söylem dilin mantıksal çıkarımlar temelinde kullanımına dayanır. Dilin (ve dolayısıyla söylemin) yapısal kuruluşunu mantıksal çıkarımlar belirler. Kesinlikler alanıdır bu. Sıkı bir nedensellik örgüsü içinde düşünür ve eyleriz. Söz ise bu düşünce ve eylemin birleşik anlatımıdır, ne var ki bunu yaparken söz kendi damgasını basar bu birleştirme işlemine. Bu nedenle kuşkudan söz ederken bile kesin fiiller kullanırız. “Bildiğimden kuşkuluyum” demek bile bir kesin bir anlatımdır. Zira burada kuşku hem bilebilmeyi hem de bilememeyi anlatır, eğer kuşkum yanlış ise biliyor olabilirim de. Yukarıdaki cümlelerin kuruluşu da bu klasik söylem doğrultusundadır.
Aşağıda yöntem konusunda söyleyeceklerimi anlatabilmede bu tarz epik söylem zorunlu olduğu için, bu cümlelerle başladım yazıma. Ve böyle devam edecek yazım ikinci ana bölüme kadar.
Soru: Bilim krizde mi? Pek çok bilim adamına bakarsak öyle. İnsanlığın bir uygarlık krizi eşiğinde olduğunun işaretlerini yakalamak o kadar zor değil. Kendi doğal yaşam çevresini yok eden ve bu gerçek, doğa olayları ile de elle tutulur gözle görülür olgular durumuna geldiği halde, yok etmeye devam eden bir topluma, toplumlara uygar toplum denebilir mi? (Uygarlık krizinin başka daha pek çok göstergeleri varsa da bu örnekle yetinelim, zira yazının konusu bu değil.) Bu konuda sokaktaki insan olarak söz söyleyebilirim, ama bir bilim adamı olmadığıma göre (bu ne demekse?) bilim krizi konusunda kendim yetki ile konuşamam. Bu durumda bir yetkiliye mi başvurmak gerek? En istemediğim de bu. (Kafasını kiraya verdiği yetkililerden kurtulabilmek için en az beş yılını mutlak anlamda sokakta geçiren – halen de tümüyle oradan kopmamış – biri olduğum için bu irkilmemi kendim için anlaşılır buluyorum.) O zaman soruyu değiştirmeliyim:
Bilim krizde mi? Bakın bu konuda herkes gibi ben de fikir yürütebilirim. Bilim adamına “bilmenin profesyoneli” demek doğru olursa, kendime de “bilmenin amatörü” diyebilirim. Bir amatör olarak profesyonelleri dinleyeceğim kuşkusuz, ama yine de kendim de fikir ileri sürebilirim. O halde denemek için kolları sıvayabilirim.
Kendi adıma felsefeyi, bir düşünce disiplini olarak kabul etmekle birlikte, profesyonellerin işi olarak görmüyorum. Bu nedenle de felsefeyi yaşamını sorgulayabilen herkesin becerebileceği bir düşünce disiplini, daha da fazlası ve doğrusu bir “yaşam sanatı” olarak görüyorum. Felsefeyi “yaşam deneyinin farkındalığı” olarak tanımlamak sanırım yanlış olmayacaktır. Klasik ya da modern düşünceden saparak (söyleminin halen aynı klasik söylem olduğuna bir kez daha dikkat çekerek) diyeceğim ki, “bilmek farkında olmaktır”.
Kartezyen öğreti bize kuşkunun önemini gösterdi. Ama her öğreti aynı zamanda yanlışları sayesinde o konunun daha tam öğrenilmesine dolaylı biçimde götürür bizi, dolayısıyla bir teorinin yanlışları da doğruları kadar değerlidir. Descartes’in kuşkuculuğu akılcı bir kuşkuculuktu ve bu nedenle o, kuşku duymayacağı bir gerçeğe varmak için akılcı bir yöntemle kuşkulandı her şeyden. Kuşku oturduğun binayı yıkmaksa, Descartes yıkmadan önce başını sokacağın bir oda bul öğüdünü verir. Sonunda buldum diye coşkuyla haykırdı: Cogito ergo sum. Düşünmenin değeri ayrı ama neden varlık konusunda bir kesinlik, mutlaklık, tartışmasızlık içersin ki? Yemek yiyorum, görüyorum, uyuyorum, yürüyorum, öyleyse varım demekten neden daha inandırıcı olsun ki düşünüyorum, öyleyse varım demek? Nitekim Nietzsche ikna olmadı bu kuşkuculuğa ve şöyle haykırdı: Viva ergo sum. Yaşıyorum, öyleyse varım.
Sokrates “Sorgulanmayan bir yaşam yaşanmaya değmez” der ve çok güzel bir şey söylemiş olur böylece. Sorgulamak, ama bu bir yargıç sorgulaması olamaz. Zira sana birilerinin hazırlayıp verdiği karakaplı kitaplara göre yaşam -insan- sorgulanamaz. Bu tür sorgucuları sorgulamayanlar, daha önemlisi nasıl sorgulayacağını bilmeyenler de yaşamı yaşama değer biçimde sorgulayamazlar. Zira “Cellatlar kurbanlarından yeni cellatlar yaratır” (Camus). Celladımı sorgularken yeni cellat (kendim) yaratacaksam bu sorgulama mıdır?
Haydi harika bir rubai sıkıştıralım araya (sıkıştırmak sayılırsa eğer bu):
Kimler çiğnemedi ki yasalarını; söyle
Günahsız bir ömrün tadı olur mu ki; söyle
Kötülüklerimi kötülükle ödeteceksem, sen
Senle ben arasında ne fark kalır ki, söyle.
(Ömer Hayyam)
Hayvanlar sorgulamaz (en azından bilebildiğimiz kadarıyla durum böyle), sorgulayan insandır. Neredeyse günlük yaşamımızın her anı sorgulamakla geçiyor. Falanca akıllı feşmekanca aptal, o güzel bu çirkin, bu iyi öteki kötü, vs. Öyleyse ilkin sorgulanması gereken sorgulayan insanın kendi değil midir? Eğer insan dışındaki diğer tüm canlıların sorgulama erkleri olsaydı, acaba köpekleri kapattığımız kulübelerde, bülbülü hapsettiğimiz kafeste insanın olması doğa karşısında çok daha adil olmaz mıydı? Eğer böyleyse, o durumda varlığımı akılla ölçmem yanılgıların temeli değil midir?
“Akılcı olan her şey gerçektir, gerçek olan her şey de akılcıdır.” İşte modernizmin tek cümlede özetidir bu tekerleme. İnsanı öldüren birini idam etmek akılcıdır… (mı?) Bir dönem akılcı sayılıyordu, ama şimdi sayılmıyor denecektir bu örnek karşısında. Ve eklenecektir, denecektir ki görüldüğü gibi akıl da gelişiyor. Öyle mi dersiniz? Aklın geliştiğine kuşku yok, ama burada gelişen akıl mı, yoksa uygarlık mıdır? Uygarlıksa eğer, onu geliştiren bu örnekten bile kalksak akıl mıdır yalnızca, yoksa aklın eleştirisi midir? Başka deyişle aklileştirmelerimizden, yani rasyonalize (rationalize) etmelerimizden yaşam deneyi içinde biriktirdiğimiz bilinçdışı kuşkulanmalarımız mıdır?
Yine örneğe dönersem burada eleştiriyi yapan akıl değil vicdandır. Vicdanın tümüyle akıldan bağımsız olduğunu söylemek istemiyorum. Fakat akılla ya da rasyonalist düşünce süreçleriyle aynileştirilemez vicdan. Vicdan bana göre, somut insan için değil ama insanlıkla birikmiş sağduyudur ki bu, yaşayan tek tek, somut insanı da etkiler. Bu etki kuşkusuz dolayımlıdır ve yine de aklın dolayımından geçer. O nedenle de her insanın insanlığın sesini duyduğu söylenemez. Felsefe işte burada devreye girer. Felsefe bu bağlamda insanlığın evrensel sesini arama olarak da tanımlanabilir. Bu yönüyle dinlerle bir akrabalığı olması çok anlaşılırdır. Fakat farkı da çok önemlidir. Zira her din ilkin düzen karşıtı kimlikle ezilmişlerin vicdanının sesi olarak doğmuştur. (“Din vicdansız doğanın vicdanıdır”/Marks). Kitleselleştikçe de kitlenin önyargıları aracılığıyla siyasî erkin aleti haline gelmiş ve ezilmişlerin aleyhine işlemiştir (“Din afyondur”/Marks).
Kitlelerin sağduyusu ile insanlığın sağduyusu arasında ayrım yapmamak klasik rasyonalizmin çok acılar doğurmuş olan yöntemidir. Gerçek afyon popülizmdir. Bunu çok önceden farkeden pek çok dinsel akım batınî, başka deyişle ezoterik yolu seçmişlerdir. Kitleye konuşmamışlar anlayana konuşmuşlardır. (Arif olan anlar.) Bu akım ki Hermes’ten başlar, ayrıca felsefenin de ilkel biçimlerini doğurmuştur. (Belki de ilkel sözü yanlış, ilk demek doğru.) Zira felsefe doğuşunda (bana göre otantik ve gerçek halinde) bilgi sevgisi değil, bilgelik sevgisidir. Modernizm felsefeyi “bilgi sevgisi” olarak çevirir antik Yunandan kalkarak. Oysa sözcüklerin etimolojik anlamlarından kalkarsak ve o çağı tarih ve kültür olarak incelersek görürüz ki, filo-sofi bilgi sevgisi anlamına gelmez. Arif olursanız gerçek bilgiye de varırsınız. Bugüne bağlarsak şöyle sormalıyız: Önemli olan bilgiye nasıl varıldığı mıdır, yoksa onun nasıl kullanıldığı mı? Sokaktaki insandan biri olarak işte kendimi konuşmaya yetkili saydığım alan bu oluyor. Bilim adamı değilim, ama bilimin kullanılışı beni ilgilendiriyorsa benim de onun kullanılışı ile ilgilenmem çok doğaldır. Dahası sorumluluğumdur.
Modernist bilim adamlarının birçoğu aynı zamanda –ne iyi ki- filozof olma niteliklerini, bir bakıma eskiden aldıkları genetik bir özellik gibi korumuşlardır. Yukarıdan beri aslında eleştirdiğim modernist – positivist yöntemdir. Kendisi de positivist yöntemle çalışan Bertrand Russel bir yandan “Bilimi, gözlem ve deneyim yoluyla nedensel yasalar bulma uğraşı diye tanımlayabiliriz” derken, öte yandan bilim adamı sezgisi ile (buna felsefî düşünce ya da evrensel vicdan diyebiliriz) şöyle diyordu: “(…) Ama unutulmaması gereken şey şudur: Bilgelikle birleşmeyen kudret tehlikedir ve çağımız için gerekli olan şey de bilgiden çok bilgeliktir. Bilgelikle birleştiğinde bilimin sağladığı kudret tüm insanlığa büyük ölçüde refah ve mutluluk getirebilir; tek başına ise yalnız yıkıntıya yol açar”(The Western Tradition, 1949). Sanırım bu günümüz açısından çok daha geçerli olan bilgece bir öngörü.
Einstein’ın şu sözü de çok dikkat çekici ve düşündürücüdür (başkalarını bilmem ama benim için öyle); “Çağımız bilimsel anlayış ve kazanılan bilgileri teknikte kullanma alanlarındaki olağanüstü başarılarla karakterize olunur; buna kim sevinmez ki? Bu arada bilgi ve becerinin tek başına insanları onurlu ve mutlu bir yaşama ulaştıramayacağını da unutmamalıyız. İnsanlık yüksek ahlâkî norm ve değerleri savunanları nesnel gerçeği keşfedenlere üstün tutmakta yerden göğe haklıdır. İnsanlığın Buda, Musa ve İsa gibi (ve Muhammed gibi, N.Y.) kişilere borçlu olduğu şeyler bence araştırıcı ve yapıcı (konstrüktif) beyinlerin tüm başarılarından daha değerlidir” (Yaşamla Yazışma, Belge Yayınları).
Sorulabilir, bu söylediklerinle yöntem, yöntembilim (metod-metodoloji) arasında ne ilgi var? Ben de oraya gelmiştim zaten. Tezim şu ki (neden olmasın?) bilginin doğuşu ya da bilgiye erişilmesi ile bilginin kullanılışı modernizmin söylediği gibi iki ayrı yöntemin konusu değildir. (Ama iki ayrı problemdir.) Bilgiye erişme yöntemi ya da bilginin kaynağı veya epistemoloji sorunu onun, yani bilgisinin kullanımını da belirler.
Şimdi konuyu biraz popülerleştirelim. Günümüzde teknolojinin insanlığın başına açacağı felâketleri anlatan pek çok kurgu film izliyoruz. Dünya çölleşiyor, insanları duygusuz robotlar yönetiyor, genlerle oynamanın sonucu evrenin – doğanın dengesi bozuluyor, acayip yaratıklar türüyor, vs. Adı üstünde kurgu bunlar. Ama anımsayalım ki Jules Verne’in Aya Seyahat’i ya da Deniz Altında Yirmi Bin Fersah’ı da kurguydu. Görülüyor ki kurgu bile bütünüyle gerçek dışı olmuyor. O dönemin kurgusu ürkütücü değil. Şimdikiler ürkütücü ise acaba gelecek konusundaki ürküntülerimizde, kaygılarımızda bir gerçek payı yok mu? Bu soruluyor ve iki taraf ortaya çıkıyor. Bir taraf bilim adamları adına konuşuyor (adına ama tümü öyle düşünmüyor), diyorlar ki, bu karamsar ve kaygılı yayınlar bilim adamlarının rahat çalışmasını engelliyor. Diğer taraf ise bilimin artık kontrol edilemez biçimde geliştiği yeni bir noktaya gelindiğini ve bunun kaygı verici olduğunu söylüyor.
Bunları okuyup izlerken kendimi gerçek bir ikilemde duyumsuyorum. Bir yandan nerede bir “kontrol” (denetim) sözcüğü duysam ilkel içgüdülerimden kalma bir iyi refleksle tüylerim diken diken oluyor. Yani denetime karşı kendimi koruma içgüdüm devreye giriyor. Eni konu hoşlanmıyorum bu sözden. Özgürlükçü ruhuma ters geliyor. Diğer yandan aynı içgüdüm gelecek tehlikeler konusunda söylenenlere kulak vermeme neden oluyor. Buna yalnız içgüdü demek bile durumu hafife almak olabilir, yaşanan somut felâketler, örneğin bir Çernobil felâketi yalnız içgüdülerimi, özellikle yaşam içgüdümü değil, aklımı da harekete geçiriyor. Sorgula diyor.
Klasik modernist söylemde “bilim adamı buluşunun kendisi dışında kullanılışından sorumlu tutulmaz, eğer bilim adamına böyle bir etik yüklersek bilim gelişemez.” Bu yargı kolayca yabana atılamaz. Öyleyse problemi bilim adamlarına bir etik yasa çıkarma problemi olarak değil de, tüm insanları ilgilendiren uygarlık etiği problemi, yani yeni bir problem olarak ele almam doğru olabilir diye düşünüyorum. Problemi böyle koyuşum beni, sokaktaki insan olarak beni, bilim yapıyor olmasam bile bilimi tanımlama çabasına katılmaya çağırıyor.
“Sanat sanat için midir, toplum için midir?” sorusunun tartışılmasına yoğun biçimde katılmış bir kuşaktan geliyorum ve ikinci yanıtın yanında yer almıştım geçmişte. Ama toplum derken anlaşılan şeyi şimdi dünkü gibi net görmüyorum. Bu kavram çok görece bir kavram. Bunun yerine “insan içindir” demek daha somut konuşmak oluyor bugün benim için. Sanatçının yaratıcı gücü birey olarak kendinden gelir. Bir sanatçı olarak onun sanatına denetim getiremezsiniz toplum adına diyerek. Zira toplum dışı bir insan yoktur. Öte yandan toplum “kitle” diye anlaşılıyorsa orada hiç yokum bugün. Yukarıda nedenine bir ölçüde değindim. Ama bütün bunlar sanatçı olsun olmasın, onun bir birey olarak insanlık karşısındaki sorumluluğunu ortadan kaldırmaz. Bu nedenle modernizmin “bilim bilim içindir” tanımına katılmıyorum. Zira klasik ama (klasik ille de kötü, aşılması gereken bir şey demek değildir) hâlâ geçerli olduğuna inandığım kapsamlı soru şudur: Eğiticileri kim eğitecek? Birey olmak iyidir de, birey olduğum için doğru olduğum söylenebilir mi? Bilim adamı, sanatçı, sokaktaki insan, kim olursa olsun herkes, insanlığın geleceği konusunda sorumsuz sayılabilir mi? Şöyle de söyleyebiliriz, bilim adamı, sanatçı ya da politikacı olmak böyle bir konuda neden ayrıcalık getirsin ki?
Böylece popülar örneklerden kalkıp yöntembilim konusuna girmiş oluyoruz. İnsanı evren ve yaşam karşısında sorgulamaksızın “özgürlük ya da denetim” ikilemini aşmak olanaksızdır. Bu ise neresinden alırsanız alın, özgürlüklere sınır getirmek noktasına vardırır insanı. Burada ise “Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok”; ya da “Şark Cephesinde?” Bunun romanını henüz kimse yazmadı ama her şey olmasa bile orada yeni için eski (ama eskimemiş) bir şeylerin olduğunu seziyorum.
Tam yazımın bu noktasında benim bilgisayar teklemeye başladı. Tekledikçe yumruk atarak çalıştırıyordum ama artık yumrukla da çalışmıyor. İki yazıyorum üç duruyor. Demek ki bilgiyi sayma yöntemi de eskidir. Yani genel olarak yöntemler de eskir ve aşılması gerekir. Bilginin erişilme yöntemi bilgiyi içeren yaşam-dünya-evren dışında değildir. Yalnızca biz böyle sanma yanılgısına düşeriz. Tıpkı şiiri kurgusal-duyuşsal anlatımdan ibaret görmemiz, matematiği ise “bilişsel kesinlikler” dünyası sanmamız yanılsaması gibi. Oysa matematik şiirdir. Hattâ şiirden daha fazla kurgusaldır. 2×2=4’ün doğada varlığını kanıtlayan bir dâhi çıkmadı henüz.
Bilişsel ile duyumsalı ya da özne ile nesneyi karşı karşıya koyan modernist positivist yöntem anlayışının krizidir günümüzün krizi. Psikiyatride bu, dichotomy’nin karşılığıdır, yani duygu çatallaşması, bir gün öleceğini bilen, ölümlülüğünün farkında olan insanoğlunun bunu bilinçli olarak kabul etmeyip ölümsüzlük isteğinin peşinde koşmasının yarattığı trajik bilinç-duygu çatallaşması. Yazımı yeni bir bilgi-sayar bularak devam etmek üzere kesmek zorundayım.