Sezginin Metamüziği

Sayı 3 - Dil Sorunu

DİL SORUNU YA DA SORUN DİLİ

“Hayatta şımarık olmamayı; şımarmanın bile bir zamanı olduğunu göstergeleyen her yemi, brontozorlar gibi yutmuşluğum olmuştur. Ötesi, gelecekte, örtük bilinçaltı karmaşaları yaşamamak amacıyla, yapay alçakgönüllülük kisvesine bürünmemeyi öğrenerek kendimle baş başa kalmayı becermek de zamanımı epeyi çalmıştır.”

Bu açılımın ışığında, şunu dile getiriyorum ki, bu tekinsiz derginin bu talihsiz sayısında, birinci hamur, bilmem kaç gram kâğıtlar arasında bu sefer ne aradığımı ben de bilmiyorum. Çünkü benim dille bir sorunum yok; sorunu olanlar beri gelip dergi çıkarsınlar! Zaten kişinin dille ne gibi bir sorunu olabilir ki?”… biçiminde bir giriş yapıp kalemi kırmak ve yazıyı da kaldığı yerde bırakmak vardı. Yüreklilik budur. Çaresizlik ise insanoğlunun hazzetmediği konulardan biri olsa gerek.

Bir yazıya girmenin yüz kırk sekiz – hadi abartmayalım yüz kırk yedi – çeşidine tanık olmuşum. Bu kez, bile bile böylece başlamak zorunda bıraktım kendimi. Söz konusu olan şey bu; tıpkı zorlu bir takipte ya da önemli bir buluşmanın eşiğinde, sokakta bir telaş içinde yürür ya da koşarken gözleriniz ayaklarınıza takıldığında, bir çift, önü kapalı, siyah ve bir o kadar da pederşâhi terlik içindeki çorapsız ayaklarınızla karşılaştığınız rüyalarınızdaki gibi.

Beni sarmalayan bu umarsızlık duygusu, tümüyle, kişilik yapımda yer alan ve “nezaket” terimiyle karşılanan tuğlanın kalkıp kalkıp yeniden başıma inmesinden ileri geliyor. Bunun yanı sıra, bu satırlara gözü değecek yurttaşlara acı çektirmemek gibi bir sorumluluğum olduğunu da biliyorum.

Çünkü bir başka yazısız kurala göre de, bazı müzisyenler ve yazarlar basmadıkları kimi notalar ya da bastırmadıkları sözcükler nedeniyle, geride bıraktıkları kütle tarafından hayırla anılırlar.

Kişinin başına ne gelirse “İmamın dediğini yap, yaptığını yapma” “diyesini” kendine şiar edinmekten gelir. İşte bu nedenle, yine aynı kişinin, dil ile neden ve nasıl sorunu olmadığını aynı dille getirip, şeytan sofrasının tâ ortasına bırakıp, zorunlu hareketlerden tam puan almasını, yine yukarıda sözü geçen alçakgönüllülük taklasına güvercin olmamak amacıyla becermesini biliyor olması ise bir gerekliliktir. Buradan bakıldığında, zekâ cehennemdir, akılsa cennet.

Kişi bunun ardından mağarasına dönüp, o bastırmadığı her harf için kendisine rüşvet bağlamında sunulan birer lenger balı âfiyetlenmekte ve gözlerini devire devire, “Siz beni yanlış anladınız galiba?” bakışlarını fırlatmakta özgürdür. Zaten, herkes her şeyi bildiğine ve bunu ilkin kimin bildiğini bilmediğine göre, “Beni çok üzdünüz!” pusatını kuşanmak, tabanı üstünde yürüyen memeli hayvanlar familyasının fertlerine yakışmaz.

Bu doğallık içinde şunu da belirtebilmek gerekecektir; Yaratan, çocukken yaptıklarımı beğenmiş olmalı ki, o günlerin bâşı için arada sırada önüme fırsatlar çıkarır. Ben ise, öyküleme garabetim nedeniyle, bu fırsatları, suda eriyen ve yarısı bardaktan dökülen aspirinler gibi boşa çıkarırım. Bu kez böyle bir şey olmayacak… Öte yandan, üstesinden gelinmesi gereken şeyler de kalmıyor değil geriye: Kâr amacı gütmeyen bir kuruluşun çıkardığı bir yayın organının bu sayısının başındakilerle yüzleşerek, tarafıma ayıracakları sayfaları, örgütlü bir protest/estetik kaygısıyla boşa bırakmak istediğimi kabul ettirmek, ve/ya da tarafıma ayrılan sayfalarda, ithal tohumla üretilen hibrit soğanların yurdumuza sağlayacağı yararları birer tek sıralamak söz konusu olabilirdi. Kişileri eğlendirmeyi bile becerebilirdim belki. Aslında bir gün denemeli…

Son bir yordam olarak da, değer verip yazı bekleme nezaketi gösterdikleri için, saygıda da kusur eylememek amacıyla, derginin bu sayısının konusu çeperinde, SEZGİNİN METAMÜZİĞİ’ni dil olgusu kapsamında ve İĞİZÜMATEM NİNİGZES şeklinde dile getirsem gerekirdi.

Bilmiyorum, “1984” adlı yapıtı okudunuz ya da aynı yapıtın, sözeli görsele aktaran en talihli filmlerden biri olan sinema uygulamasını izlediniz mi? Sonuna yakın bir yerinde, Ağabey’in buyurganları tarafından ayrı ayrı “alınan” iki sevgili, yine bu buyurganlar tarafından salıverildiklerinin ardından ilk kez bir araya ge(tiri)ldiklerinde bir birilerine “Seni sattım…” ve “Ben de seni sattım…” derler. Hazin bir insanlık durumu. Aynı duruma düşmekten, cehenneme düşmekten korkarcasına korkarım.

Neyse… Konuya açılamamış olmanın getirdiği kabir azabı yetmiyormuş gibi, bir de yüz elli sayfa dolayında bir yayımın içinde yer alıyorum ki dil sorunu, dil sorunu biçiminde nabzediyor.

Kısacası, ya yine “Tamam canım, kendisi de beyan etmişti, hafta sonu evci çıkan tehlikesizlerden olduğunu” diye hayrıma yoracaklar ya da bir güzel hallime bakacaklardır. Ama şunu bir kez daha yineleme cesaretini kazanmış olmayı anlamanın verdiği rahatlıkla derim ki, dil sorunu diye bir olgu yoktur. Zaten insanın dille ne gibi bir sorunu olabilir ki?

Dilin çıkardığı tek sorun, olsa olsa, tam bir keskin farkındalık içinde, bir şeylere davranmak üzere olduğumuza aydığımız anlarda, bu “Kalk gidelim” hâlini söze dökerek sonuçsuz bırakmaktır. Aslında bu da dilin sorunu değildir (Uyarı: Şu andan itibaren, moment kuvveti nedeniyle mide bulanması ve istifra sorunu geçirebilecek olan uzayadamı adayları bir sonraki yazıya dek gemiyi terk etmelidirler!). Bizizdir siftinmek isteyen. Dil doğanın herhangi bir gücüdür. Su kimine bereket getirir, kimine de boğulma.

Logos diye bir şey varsa, o tâvusu bizler yarattık. Pamuk Prenses masalındaki aynanın ne olduğunu sanıyordunuz ki?.. Ha beşinci kattan çaycıya seslendiğiniz düofon, ha o ayna.

Mistifikasyon dedikleri bir kavram var: Diller arası sözlüklerde, “yutturmaca, aldatma” gibi terimlerle karşılanıyorsa da, bu bana daha çok, açık seçik bir gerçeğin “bulutlama” yoluyla gizlenmesi gibi geliyor. Amaç, kişileri mistifikasyona düşürmek değil; ben olumsuzlama yanlısıyım. Dilin ne olmadığını belirleme çabasındayım. Bir fil ve dört kör öyküsündeki öğelerden biri olmayı arzulamam, doğrusu…

Ayrımına varmış olduğunuz gibi, bu konuda ne denli ve nedensiz debelenirseniz bir o kadar batarsınız. Bir başka deyişle, hayatta en kızdığım gerçeklerden biri olan yerçekiminin üstesinden gelmek için safra ve tafradan arınmak gerekir. Öte yandan, dil öylesine sorunsuz bir olgudur ki, bu olguyu olumsuzlama yöntemiyle açımlamaya karar verdiğiniz an, dilin ne olduğunu anlatmaya giriştiğinize ayarsınız. Bu durumda da şeytan sofrasının mezesi kim olur acaba? Her neyse…

“Audace!” demiş Napolyon; cesaret anlamında. “Oturayım, bu yazıyı en iyisi mi, baştan kaleme alayım” dediğim olmadı değil ayrıca. Değil de, okumakta olduklarınızı oluşturan birikimin geçmişine hakaret etmek istemiyor olabilir insan.

Geçen sayıdaki yazının başlığının sağ yanındaki adımı dizen bahtsız, o gün piyango bileti alaydı keşke… Soyadımın ilk harfinde “T” yerine “S”yi dizmiş. Böylece durum “SEZGİNİN METAMÜZİĞİ” ve “C. TUFAN SEZER” konumuna dönüşmüş. Sanırım bu anlamlı rastlantının ve bu sayının konusunun ışığında artık “SEZGİ” sözcüğünü kullandığımda neyi dile getirmek istediğimi (gerçi, siz sezmişinizdir ama) kendi özgün tanımımla ve ansiklopedist bir biçemle ortaya koymam gerekiyor.

Sezgi (Türkçe sözc.), I. Varoluşu ve gerçekliği bilimsel yargılarla zaman içinde saptanmış ya da gelecekte saptanabilecek her türden olgunun, bu durumu bilmeyen ya da bilemeyecek olan kişinin, yine bu her türden olguyu ussal biçimde ve belirli, tek bir anda bulgulaması. Sezgi, bu bağlamıyla “keşif’ teriminin anlamlarından biriyle özdeşleşir. Çünkü (sizi daha önce uyarmıştım, inatçılığın gereği yok), “keşif’, o anlamıyla evrensel yasalar uyumu arasında yer alan bilinmez ve bilinemezlerin düşünme ve deneyleme sonucunda bulgulanması ve belirtik kılınmasıdır. Yine bu bağlamda, felsefenin belirlenimcilik (déterminisme) okulunun kavram kapsamında, acunsal yasaların varolması nedeniyle, “keşif’ ile “icat” arasında kavramsal açıdan fark yoktur… dememiş olmak amacıyla bu ikisi arasındaki belki de tek farkın yukarıda belirtilen ussallığın, her ikisi açısından da eşit olarak kullanılmakta olduğunun; deneylemeye yalnızca ikincisinde yer verildiğinin altını çizmek gerekecektir. (Bkz.Æ Dinlerde, Tasavvufta, Zen’de, Gnosçuluk’ta ve bilimde sezgi.)

II. Kişinin bilincinin yapılanma aşamalarından herhangi birisinin “us”ta yer edindiği sırada, bir uyaran yoluyla usun, farkındalığın hemen altındaki bir bilgi birikimini bir yere yerleştirmesinin ardından, yine aynı usun, bu ilettiği art alanı anımsaması ve yeniden bilince getirerek aydınlanmasından bir önceki kıpı. Bu konumuyla sezginin bu kez önbiliden hiçbir farkı yoktur. Tek ayrım, önbili oluşumunda, ussal ara ilişkiler ağının, yine aynı usun algılamasının yetişemeyeceği bir hızla çalışmasıdır.

Tüm bunların ışığında, durualgı görüngüsü, bir yukarıda sözü geçen her iki oluşumdan pek daha hızlı olması nedeniyle yalnızca bir tek ulamla ilişkilendirilebilir. Böylelikle:

Durualgı (durugörü vb.) > önbili > sezgi;

eğer (>) “hız açısından daha yüksek” biçiminde algılanırsa…

Soyutlama: Kişinin henüz hiç doğmamışken, bir aşama sonra yeryüzüne çıkabileceğine, rahim ortamında ayması, yukarıda anlatılanlara bir örnek oluşturabilir.

“Diloğlanları” geleneğinden geliyorum ben. Mezunu olduğum ortaöğretim kurumunun ışığı XV. yy.’da bir hurufatçı tarafından yakılmış, XIX. yy.’ın ikinci yansında, “neyi bilmemiz gerekiyorsa biz onu bir bilelim” eksiklenmesiyle yeniden yapılanmış. Bu nedenle, ana dilimi bile ana dilime çeviririm. Bir tür bedensel seğirmeye benzeyen bu konuma, yabancılar “mesleksel biçimsizleşme” (déformation professionelle) adını vermişler. Tam da bunu yaşarım neredeyse yirmi dört yıldır.

Yazınsal biçemim ne zaman çeviri biçemime girer, ne zaman bunun tersi olur bilemem. Zaten bu da öyle çok önemli değildir. Çünkü kendi dilinde bile olsa yazmak, nihai tahlilde anlığın perdeye düşürdüğü simge ve imgeleri yazı diline, göstergesel biçimlere dönüştürmekten, kısacası “çevirmekten” başka nedir ki? Böylelikle, Fakülte’den, rahmetli hocam, sevgi ve saygıdeğer Akşit Göktürk’ün yapıtına (Çeviri: Dillerin Dili) nazire olarak “Çeviri: Aynaların Aynası” biçiminde bir gönderme yapmaktan utanmadığımı nazikçe belirtmeliyim.

Dilbilimle ilgilenenlerimiz bilir; her simge bir göstergedir. Ama her gösterge bir simge değildir. İnsan tarafından yaratılmamış şeyler simgedir, örneğin dağ, taş, toprak, hava, su gibi. Peki insan bu bağlamda acaba neyin simgesidir?

Sözcükleri kullanarak söz ederiz. Kimimiz anımsadıklarını (ya da anımsayabildiklerini) umarsızca sıralar. Kimilerimiz dağarcığını araştırma zahmetine katlanır. Bir başkalarımız bunları olgun meyve gibi devşirme peşindedir: Lezzetçiler! Bir diğerlerimiz sözcük kullanımı konusunda bilimselleşmede ferah bulurlar; buna benzer bir başka ulamdakilerimiz ise bilimselleşmeye sabitlenip derin dondurucu yıldız katsayılarını artırırlar. Başaltı mertebesi ise, şövalye Dartanyan ya da satranççı Fişer kuttörenselliği içinde sözleri ileri sürenlere aittir.

Her ne kadar bir başka yazının konusu olsa da değinilmeden geçilemeyecek: Düşünce aktarımı açısından en tehlikelileri bunlardır. Aktarımın yatağını değiştirirler, söyledikleri, söylemek istedikleri hilâfına ilk anlamını yitirir ve bir başka anlama dönüşür. Buradan bir önerme çıkarılabilir: Estetik tehlikelidir… Kimi Çarh-ı Falâkh talihlilerimiz ise ne zaman n’un va-ı kalâm arasına girseler, kendiliğindenliği ossaat kendileri için kılıp, yeni bir mucizenin sıradanlığı içinde, sözcüğün doğru anlamıyla döktürürler. Kendimin ise tehlikesiz biçimsizlerden olduğunu daha önce belirtmiştim.

Burada Ahmet Muhip şiirleriyle ya da Sait Faik öyküleriyle yarenlik edemiyor olduğumuza göre (gerçi yarenlik edemiyor olamamamız, çok eskiden beri soğukta beklettiğim bir intikamı sunmamamı da gerektirmiyor. Konu bahtsızımız, bir şiirinde Mustafa Kemal’e “Aha!” dedirtmeyi becerebilmiştir. Şimdi; sorarım size, M. Kemal gibi bir belâgat dehası, bir savaş sırasında, özellikle kişileri esinleyeceği bir esnâda [adamın şiirinin art alanı budur] “İşte” demek varken, bir kafiye endişesine kurban gitmek uğruna, camızları durdurma komutunu anımsatan böyle bir sözcüğü zikretmiş olabilir mi?) dalaşa devam!

Ne anlıyoruz bu dil kavramından? En yalın haliyle dil, bir dışavurum biçimi midir (vurun bakalım)? Kendimizle yalnız kaldığımızda en az bir kez düşünmüşüzdür nedir bu dil diye. Bilmeden kullandığımız gereçlerden biri m’ola ki? Radyo gibi… Hayatımın çeşitli aşamalarında, aklı başında, sabır sahibi ve fizik bilimine vâkıf arkadaşlarım, bana radyo dalgalarının havada nasıl yayıldıklarını ve bir duyarga tarafından nasıl saptanıp alındıklarını sevgi ve özenle anlatma çabasına girişmişler ve tam konunun kapandığını sandıkları anda benim “…peki, nasıl oluyor da radyo dalgaları havada yayılıyor?” diye acımasızca yeniden sormuşluğum olmuştur. Gözlerindeki bakışta, “ulan en iyisi ben şunu bir dövüyim de rahatlıyim” ifadesini çok görmüşümdür. İşte sorunları olduğu iddia edilen dil de böyle bir şey. Ne var ki bir savım olması nedeniyle bu kez ben kürsünün öte tarafındaydım.

II

Şu andan başlayarak zorunlu hareketleri bitirip serbest stil dizisine geçmiş bulunuyor ve bu özgürlük ortamını bize sağlamış olan “serbest çağrışım” yöntemine de teşekkürü bir borç bilip, bu yükümlülüğü zaman yitirmeden ödeme planına alıyoruz. İşte talimat:

(…)
sizsinizdir hem denizin
hem geminin çeperi
az gelir bir tek dünya
bir gül dalının dikeni battı dudağıma
geceyse gece ben mi olayım
bu gülünçlüğe bilmece deyip
yola çıkarsınız…(*)

…çıkarsınız da, söylem biçeminiz henüz sizi ancak bakkala götürebilecek kadar yakıt alabiliyordur. Ne var ki aşk, mecazi (bu terimin yan, ön, alt, üst tüm anlamlarını akşamdan sabaha tartışırım) olsa da aşktır, adamı yola çıkarır ve yakıtınız yetmiyorsa, yolda kalmamak için, sinir uçlarınızdan başlayarak kendinizi yakarsınız. Bunun yanı sıra, giderken gördüklerinizin sizde uyandırdığı izlenim, o gül dalının dikeni yalnızca dudağınıza battığı için Yaratan’a şükretmekten başka bir biçimde ortaya çıkamaz. Neyse…

Serbest çağrışım denizini Bilinçakış adlı tekneyle kat etmeden önce, sezginin ardından metamüzik terimini açımlayarak ikinci direğe de gergince yelken basmak gerekecektir. Deniz tehlikelidir, avara kasnak yol almaya izin vermez. “Meta” önekinin kökenbilimini ve içerdiği anlamı hemen herkes bilir. Anlayışıma göre müzik ise, en kendini bilmezlerin bile ezgi mırıldanmayı becerebildiklerinden de çıkarsanabileceği üzere, on binlerce yıldan bu yana beyinlerimizin arkasında sanal ortam yaratmaktan kendini alamamış en insanca nesnedir. Logosla dalgasını geçmeyi başarabilmiş en güçlü ladosi rüzgârıdır.

Logosun sorusu: “Peki, müziği kim buldu? Bulunduysa ne zaman bulundu; yitirilmiş miydi de bulundu, yoksa birileri bunu kaşla göz arasında icat mı etti? Tanrı dediğiniz kavrama koştuğunuz en büyük şirkin müzik olduğunu bilmiyor musunuz!?” Yanıt: “Olsun, Tanrı kavramı bizi de anlar. Biz işimize bakalım ve çalgıları akort edip öyle gidelim; “ne çok gergin ne de bol”. Ayrıca sayın logos, müzikçiler bu şirk göstergelerini doğaçlamalarıyla dışavurduklarında, boşalan anlıklarına neyin dolduğunu düşünmeyi de size bırakıyorum. İlişkilendirme eylemini, İtalyan usûlü bir sıcaklıkla kendilerine iş edinmiş insanlarımızın yüksek kan basınçlarının yaydığı ısının, bakışlarındaki tatlı umarsızlığın nedenini de bilmek istemiyorum ve

“Halatlar mola, yelkenler fora!”

Langa bostanlarına parolayla girilmesine gerek duyanlardansanız, “Langue” ile “Parole” arasındaki ilişki, karşıtlık vb. nitelemeleri yerinde öğrenmediyseniz bile, sezgilemeye başlamış ve farkına varmadan dil sorunsalının taklasına düşmüş olduğunuzun resmidir. Kısaca birinciyi alt, ikinciyi de orta/üst yapı diye nitelendirirsek çok yanlış olmaz. Birincisi gelir belden, ikincisiyse ne gelir elden. Yaşamımızın büyük bir kısmı birinin diğerine dert anlatmasıyla geçer. Hem dayanışır hem de kavgalaşırlar. Birincisi sağlam sanır kendini, ötekiyse uçan. Şu bilmem kaç milyonluk kısa insan hayatı içinde kadayıf hamuru gibi katmanlanıp dururlar.

Dil yılandır, çataldır. Söz çatal değildir. Çatal en az ikidir. Dil ejderhadır, sarmaldır. Sonluluğu her an sorgulayan bir sonsuzdur. Dil günahtır ve sevap. Önermeleri de, akıl vızıltısı anlamında, insanlık tükenene dek sonsuzdur. Önermeleri dil aktarır, söz söyler. Dil ve söz (langue & parole) ensest yaşayan iki ayrı cins kardeştir. Ensestin sonucunda dil doğurur, söz yaşatır. Dokudur sözkonusu olan; bu ikisi, art alana yöneltilmiş yankılar oluşturup bunların sonuçlarını acımasızca, ama umarsızca belleğe aktarırlar. İnsan usunun çalışma yöntemlerinden biri de bu olsa gerektir. Türkçe son ekli bir dildir. Dil, somut kütlesel düşünceyi soyut bir ağırlıkla aktarmaya kanatlanan soyut bir süreç olması nedeniyle, beşerin var olma çabasını aynalayan bir gereçtir bir yandan da…

Artık anlaşılmış olması gerektiği gibi, yazıyı “humour” ile yoğurmak içimden gelmiyor. Hatta altbaşlığı “Yazgının Katı Azığı” biçiminde değiştirebilirdim bile, ama yapmıyorum. (Şu dil ne garip bir şey, şimdi, eğer zamanınız varsa bir önceki tümcenin tüm yüklemlerini ikinci tekil şahısa dönüştürün; sizce ne gibi bir anlam doğuyor? Ben hemen kendi çıkarsamamı aktarayım: “Şizofrenik birisi bölünmüş usunun ikinci yarısıyla konuşuyor”; üçüncü tekil şahısta okuyun: “Alter ego patlaması”; birinci çoğul: “Osmanlı’da İmparatorluk saltanat ağzı”; ikinci çoğul: “letafet ile cinsiyet değiştirme dürtüsü arasındaki ikilem”; üçüncü çoğul: “efsane anlatımı”. İşler biraz zor.) Acarlık yapıp denizlere yelken açayım derken savunmalarını düşürüp işi fazla ciddiye aldığımı anladım. Başımızda, benim gibi solo seyir yapan dümencileri göz ucuyla izleyen bir kaptan paşa var ki, sonum forsada bitecek, adım gibi eminim.

Kısacası, bu satırların sapının özgürlüğü tehlike altındadır. Çünkü söz konusu derginin vakfen imtiyaz (Yaratanım, ne tür bir sözcüktür bu!) sahibi, ilk ciddi yazısını kaleme almaya debelenen ve deyin ki bunu becermek üzere olan, fakat Vahşi Batı’nın araba sürücüleri gibi de küfreden zıpırları o andan başlayarak ciddiyete davet etmekte ve bunların artık sulandırılmış mürekkep kullanmamalarını tek bir bakışla sağlayarak onları sonsuza dek sonsuza gömmektedir. Örnekleri gözlenmişse de olay ayyuka çıkmadan hasır altı edilmiştir. Mideme kramp giriyor.

Tam da hayattan zevk alacak çağa gelmişken…
Tam da hayattan zevk almaya başlamışken…
Tam da hayattan zevk alıyorken…
Tam da hayat zevk verirken…
Tam da hayatın…
Ah hayat, ah hay ve hayiat….

Bi dakika, bi dakika, bu “hayat” bi biçimde varlık bilimi anlamına geliyomuuş! (Gerçekten bu anın tespitidir, öteki Amerigo Vespucci’lerin bana kahkahalarla gülmeleri beni bağlamaz; ben saptamamı yapmış mıyım, kendim için belirtik kılmış mıyım, usumun gematriasını değiştirmiş miyim, kısacası “hayat” konusunda dil yoluyla aydınlanmış mıyım, ona bakarım. Zaten bende bu yetenek varken niye diğer forsa mahkûmlarının arasına düşeyim ki? Elimin altında o kadar yazar/çizer/basar var, başlatırım bi direniş, gerekirse korsan risale yaparım. Zaten ben var ya ben, bu gazla Alp dağlarını… alp… alpes… alpler… yüce dağlar… alperenler… alıp/erip/verenler… mi acaba?… Acaba??… “Adjb”, biçimbirim olarak arabi mi ferisi mi? Ferisi? …Işıksalcı…fer… fer, Latin temelli dillerde “demir” terimini niteleyen önek…fer…Per, Latin temelli dillerde yanarak/biterek sönmek… Sönmek? Sön…son…sün/mek ten mi, dolayısıyla tıpkı herhangi bir ateş/ışık kaynağı sona ermiş gibilerinden hani, sesletim benzeştirmesi olarak Ön-türkçede sı- ünmek…sünmek….sinmek “sn” olmak mı? Ön-türkçede mezartaşına acaba neden sıntaş denir acaba? Acaba? Adjb….

Ee, yeter be! Yok ağbi, bende bu us kayağı tiryakiliği varken diil eylem başlatmak, dikkatimi toplayıp suya taş bile atamam. Amman kimseleri uyandırma.)

III

(…İşte serbest stil de sona erdi. Sonuçları bekliyoruz? Tek bir dalda bir bronz… Olsun, amatör dansçı olarak fena mı işte? Hem final dansına da katılabileceğim böylelikle. Ağbi zaten ben biliyorum, bi yedi sekiz kilo versem daha iyi figür atarım. Hem, o benim dalda gümüşü kapan oklava benden daha mı iyi idi sanki?)

Kısacası dil herhangi bir erktir. Ama bu dil söze dönüştüğünde kişiyi heyecanlandırır. Müzik eşliğinde ise tadından yenmez. Ama her ikisini de doğru kullanmak lazım gelir, “herhangi bir erk”lerin tümü de tıpkı dil gibi olumluca ya da olumsuzca kullanılır. Seçim kullanıcınındır. Buradan yola çıkıldığında dil sorunu mil sorunu diye bir şey kalmaz. Aksine, yukarıda da sözü geçmiş olduğu gibi, insanların dille sorunu olmaktadır. Bu sorunun/sorunsuzluğun aşamalarını kısaca sıralamak gerekirse, çocukluk, eğitim, kendiyle tek başına kalış, tüm bunların sonucunda oluşan birikim, bu birikimin getirdiği farkındalık ve onun sonucunda açığa çıkıveren sezgi, niteliğine göre ya kişiyi dilde sorunsuzluğa götürür ve yemeyip içmeyip bu olguyu sorunsallaştırıp zevk etmesini sağlar, ya da kişi dili yalnızca yasak savmak için kullanır. Ya…

Yaşı otuz ve üstünde olanlar (tabi, önermenin bir koşulu var, zekâ paydasının 3v5^ aynı olduğunu kabul edeceğiz) ülkenin göreceli geçmişiyle daha yakın ilişkiler oluşturuyor olsalar gerek. Bunlar ister istemez köprüleri daha süratli kuruyorlar. Duyu/anısal öğeler ve bunların işbirlikçisi dilsel aktarım daha bir atbaşı gidiyor. (Bu arada, kimi gayretkeşlerin, bu satırları alt alta getirme çabasını Yeniçağa özgü bir ansiklopedizm hastalığı biçiminde değerlendirmiş ya da değerlendirecek olabilmeleri mümkündür. Peki onlar [gayretkeşler], bu ansiklopedistlerin, kendi çağlarında kimi bilgi kıpılarını toplamak amacıyla yanıp tutuşan sezgisel delibaşlar ve gizli rönesans sonrası artıkları olup olmadıklarını incelemişler midir? Hayır, incelememişlerdir! Çünkü onlar [gayretkeşler] aksi takdirde bu kalınlığı yapmamış ya da yapmayacak olabilirlerdi. Ülkemiz daha yetmiş beş yıl önce doğdu ve Yeniçağımız henüz emekleme döneminde. Kısacası “her yemeğin bir tadanı bulunur”.)

Şu son yıllarda dünya yüzölçümü üstünde öylesine çoğaldık ki, zaman tüketimi denilen kavram -tıpkı oksijen tüketimi gibi- bu çoğalmayla koşut biçimde hızlanıyormuş duygusunu (yanılma kuşkusuna neredeyse düşemiyorum gibi, çünkü bunu çok genç insanlardan da işitiyorum) duyumsatıyor. Bizler de duyumu satın alıverebiliyoruz. Umutsuzluk ve umarsızlık başlıyor. Nazire yapamıyoruz örneğin, şiir yazmayı denemeye cesaret edemiyoruz. Önceleri koymuyor, ama kişi sonradan kahredebiliyor. Şiir yazmamayı, kendilerine kahredip cezalandırma amacıyla kabullenen tüm bahtsızlara seslenerek şunun da altını çizmek isterdim ki, Edmon dö Ronstan’ın Sirano dö Berjerak’ının Türkçe’sini yeniden okumanın zamanı gelmiştir. Çünkü sözünü ettiğim haliyle, özgününden daha güzeldir ve Türkçe söylenmiştir ve şiir söylenmiştir ve bu yalnızca bir anımsatmadır, burada zikredilmeden çok önce Fransızca’yı ölümüne bilen bir Türk yazarı tarafından söylenmiştir ve yazımın yerel kıpılarının omurgası da budur. Bu böyle olunca şiir yazmamayı kendine ceza edinenlerin bir hayat kâbusu yaşadıklarını görebiliriz belki. Zaten hayat dediğiniz de nedir ki?

Diş kirası, dili sorunsallaştıran o güzel insanların en sevdikleri salon oyunu olan skrabıl’ın herhangi bir anının dondurulmuş bir karesi biçiminde sunulsa doğru düşer miydi acaba? Muhabbet ve zevk sizde olsun efendim…

(*) Yazarın yayınlanmamış anti-epik destanının I. bölümünün son dizeleri. (Yay.)