Ölüm Varken
Anın uçukluğudur gölgelenen benizde
Istıraplar demliğinden süzülürken acılar
Sonsuzluk çaresizliği basılı bağrına
Ellerinden akıp kayan yaşanmış anılar
Yatağının başucunda titrerken bir kandil
Solan güneşlerde uykuya susar gözler
Karanlığı çöktü çökecek kış mevsiminin
Uzayıp kaçan yaşamla uzayıp giden sisler
Derin esintisi sarmalar şu bilinmezlerin
Son nefes dudakta adeta son kez dans eder
Kucağına alıp Azrail sararken bedenini
“Sen varken ölüm yoktu, ölüm geldi sen yoksun,” der.
Bu makalede ölüm meselesine kısaca değindikten sonra “ölmeden önce ölmek” fikrinin Osho’da ve tasavvufta nasıl ele alındığından bahsetmek istiyorum.
Ölümü bilmek için doğumu bilmek gerekiyor. Doğum öncesine de, ölüm sonrasına da dair çeşitli inanışlar var. Ölmeden önce ölmek fikri temelde ölümden sonra bir yok oluş olmadığı düşüncesine dayanıyor. Doğumdan önce bir yaşam olduğu fikri de Osho’da ve Uzakdoğu’da olduğu biçimde yeniden bedenlenme (reenkarnasyon) fikrine dayanıyor. Ayrıca doğumu da, anne rahminden ölüm olarak değerlendirebiliriz, çünkü bebek artık anneden beslenmediği ve hava ile yaşadığı başka bir yaşam içerisindedir. Doğrudan algılayarak (toplu biçimde) bir fikir sahibi olduğumuz dönem yalnızca yaşam diye adlandırdığımız bölümdür. Bunun öncesine ve sonrasına yönelik düşüncelerimiz ise inançlarımıza bağlıdır ve bir fikir birliği yoktur.
Genellikle ölümden korkarız ve ölüm sonrasında ne olacağına dair bir inancımız olsa da eğer bu konuda çok emin değilsek korkumuz geçmez. Bu korkunun iki türü vardır. Bir tanesi bilinmezliğe, sevdiklerinden ayrı kalmaya, dünya nimetlerinden ayrı kalmaya giden bir yolun bilinçli veya bilinçsiz olarak insanda yarattığı huzursuzluk ve korkudur. İkincisi ise, evrimsel gelişim bakış açısıyla bakıldığında, insan, türünü geliştirebilmek için önce türü (bireyleri) korumalı ve sürdürmelidir. Bu nedenle de yaşamalıdır. İçgüdüsel olarak yaşama tutunma çabası da kaçınılmaz olarak ölüm endişesi ve korkusunu beraberinde getirir. Bunun istisnaları ayrı bir tartışma konusu olduğu için (intiharın övülmesi gibi) o ayrıntıya girmeyeceğim.
Ölüm böyle bir duygu yaratırken, ölmeden önce ölmek nasıl bir şey anlamaya çalışalım:
Osho:
Kimse, başkasının yerine doğamaz ve ölemez. Doğumumuzu anımsamayız. Bunu başkalarından dinleriz. Ölümün nasıl bir şey olabileceğini de başkalarında görerek tahmin ederiz. Yaşam ve ölüm düşünceleri Batı kültüründe birbirinin karşıtı olarak birbirini dışlayan iki durumdur. Ölüm, istenmeyen, kötü bir durumdur. Ölenin arkasından gözyaşı dökülür. Hem, güçten kuvvetten düşmek, hem de ölüme yaklaşmak anlamlarını taşıyan yaşlılık hoş bir durum değildir. Oysa Osho’ya göre: “Ölüm, yaşamın karşısında değildir; o yaşamı sona erdirmez, yalnızca onu güzel bir zirveye taşır. Yaşam ölümden sonra bile devam eder. Doğumlar ve ölümler, yaşamın sonsuzluğunda küçük bölümlerdir.” Osho’ya göre yaşam ve ölüm bir kozmik bütünselliğin birbirini takip eden aşamalarıdır. Aldığımız her solukta yeniden doğar, verdiğimiz her solukta yeniden ölürüz. Bence de fiziksel olarak bu yanlış değildir. Çünkü her an değişim içindeyiz ve bizi eskiyle bağlayıp aynı kişi olduğumuzu düşündüren belleğimizdir. Fiziksel olarak, yumurtayla spermin ortaklığı, nihayetinde etleri çürümüş bir iskelete dönüşür. Osho’ya dönersek; ölüm, döllenmeyle birlikte başlar, yani doğum ölüme doğru büyür. Ölüm andadır ama ego onu erteler. Oysa bilincimizi merkeze koyarsak ölümden korkmayız, çünkü bilinç ölümsüzdür. Ölüm, yalnıza egoyu öldürür.
Ölmeden önce ölümü tanıyabilmek (bir başka deyişle ölmeden önce ölmek) için Osho, meditasyon önermektedir: “Meditasyon ve ölüm oldukça benzer deneyimlerdir. Öldüğünüz zaman egonuz yok olup geriye yalnızca saf benliğiniz kalır. Aynı şey meditasyonda da gerçekleşir: katıksız egonun yok olup, yalnızca saf oluşun, varlığın kalışı.”
Meditasyon:
Madem meditasyon, bu görüşe göre, bize ölümü öğretiyor, bu konuya eğilmemiz gerekiyor. Meditasyon denince, benim aklıma “Küçük Buda” filminde, “Yaşım oldukça ilerledi, hastalıklarım da var. Doğru olan meditasyonla ölüme yatarak, genç bir bedende tekrar dünyaya gelmek” diyerek, meditasyonla ölümü seçen Dalai Lama gelir. Ölmek için ölmek herhalde buna denir. Bir de narkoz sırasında geçici ölüm var. Eşim doktor olduğu için bunu ondan öğrendim. Ben dört kez narkoz aldım. Ne yazık ki hiçbir şey anımsamıyorum.
Vikipedi, Batılı bir anlayışla şu tarifi vermiş: “Latince meditatio kelimesinden türetilmiş, sözcük anlamıyla birçok Batı dilinde ”derin düşünme” anlamına gelmekte olan bir terim olup, sözlüklerde, ‘kişinin iç huzuru, sükûnet, değişik şuur halleri elde etmesine ve öz varlığına ulaşmasına olanak veren, zihnini denetleme teknikleri ve deneyimlerine verilen ad’ olarak tanımlanır.”
Biz daha çok Osho’nun anlatımına uygun bir tanımlamaya odaklanalım.
Doğru yapılan meditasyon zihin ve beden çekişmesini ortadan kaldırarak bir ahenk sağlar. Zaten ölüm korkusu da bu çekişmenin sonucudur. Örneğin, beden yaşamak için yemek yerken, zihin ölümü düşünür. Bu iki güç “varlığı” iki farklı yöne doğru çekerler. Bu kişinin varlığında parçalanma yaratır. Birliği sağlamak için bir mantra (abrakadabra gibi) sürekli olarak tekrarlanır. O zaman öz, dışarıdan bu durumu gözleyebilir ve parçalanmadan kurtulduğu için huzura kavuşur. Aslında bedendeki etkilenme, zikir çekme, toplu olarak yüksek duyguları haykırma (mitingde veya maçta), sarhoş olma, hatta LSD kullanma durumlarına benzer ve bunun zevki içinde kaybolup gitme riski de taşır. O zaman gereken şudur: Bedenle zihnin uyuşmasını dışarıdan izlemek ve sarhoş olmamak.
“Meditasyon Hintlilere has bir metot değildir. Basit anlamıyla bir teknik de değildir. Onu öğrenemezsiniz. O bir gelişmedir; tüm yaşamınızdan gelen, tüm yaşamınızın gelişmesidir. Meditasyon, olduğunuz şeye eklenebilen bir şey değildir. Size, ancak temel bir değişimle, bir mutasyonla gelebilir. O bir çiçek açmadır; bir büyümedir. Meditasyona doğru büyümelisiniz.”
Osho’nun “Sessizliği Dinlemek” adlı kitabında meditasyon böyle tarif ediliyor. Yani yukarıda da bahsedildiği gibi, yeni bir hale geçme yolunu açan bir deneyim olarak anlatılıyor. Burada ortaya çıkacak olan şey zihnin değişmesidir (Zihin felsefesi başlı başına bir konu olduğu için ona hiç girmiyorum).
Zihin her şeyi sözcüklere dönüştürür. Böylece anlamak ve iletişim kurmak kolaylaşır –ya da böyle olduğunu zannederiz. Toplum içinde anlaşmak için dile ihtiyaç vardır ama varoluşa dokunmak için dilden kurtulmak, bunun için de sessizlik gerekir. Dil ve varoluş ilişkisi şu örnekle çok güzel açıklanıyor: “Dil tekrarcıdır, bu yüzden can sıkıntısı yaratır. Var oluş asla kendini tekrarlamaz. Her gül yeni bir güldür, baştan aşağı yenidir. Daha önce hiç var olmamıştır, bir daha da olmayacaktır. Ama biz ona gül dediğimiz zaman ‘gül’ sözcüğü bir tekrardır. Her zaman vardı ve her zaman da var olacaktır. Gülü adlandırdığınızda yeni olanı eski bir sözcükle öldürmüş oldunuz.”
Meditasyon ve ölüm ilişkisine Osho’dan alıntı yaparak son verelim: “Meditasyon ve ölüm oldukça benzer deneyimlerdir. Ölümle birlikte egonuz yok olup geriye yalnızca saf varlığınız kalır. Aynı şey meditasyonda da gerçekleşir: Egonun kaybolması ve yalnızca saf oluşun, varlığın var olması. Bu benzerlik öyle derindir ki, kimi insanlar ölümden korktukları gibi meditasyondan da korkarlar. Aynı şekilde meditasyondan korkmadığınız zaman ölümden de korkmazsınız.”
Tasavvufta Ölmeden Ölmek:
Bir sohbet sırasında, bir üstat ölmeden önce ölmeyi deneyimlemenin benzetmesini yapmıştı: “Altından bir nehir akar. Bir ayağın nehrin bir tarafında, diğer ayağın öbür tarafındadır ve bir tarafa bakınca ölümü, diğer tarafa bakınca yaşamı görürsün.” Tabi dile kolay gelen ve hoş bir anlatım. Ancak ne Osho’nun anlatımındaki (benim anlatımımla kolay gibi görünse de) ne de tasavvuftaki ölmeden önce ölme haline ulaşmak kolay gibi görünüyor. Kolay değil demedim, çünkü kişisel olarak bunu hiç denemedim. Biraz sonra tasavvuf yaklaşımında da göreceğimiz gibi, Osho’da da ölmeden önce ölmek ve meditasyonla rahatlamak arasında büyük fark var. Batı bugün kısa süren süreçlerde günlük rahatlamalar sağlayabilir. Ama kalıcı bir ruh hali için herhalde uzun seneler gerekecektir.
Tasavvufta Ölüm Düşüncesi:
Osho’dan farklı olarak, burada yeniden bedenlenme (reenkarnasyon) düşünülmez. Ölünce yeni ve ebedi bir yaşama adım atılır. Ölüm, sevgiliye kavuşma, hakka yürüme ve düğün gecesi (Şeb-i Aruz) olarak düşünülür. Bunu tam olarak kavrayabilmek için de ölmeden önce ölmek gerekir. Tasavvuf özet olarak, bedenin kemale ermesi ve ruh seviyesine çıkabilmesi için izlenmesi gereken yolun göstericisidir. Yine bir üstat, bir sohbet sırasında bu yolu izlemek için şöyle söylemişti: “Kendinizi tanıyın, içinizi boşaltın ve kendinizle doldurun.” Ne kadar kolay söylenen, ne kadar zor bir süreç! Burada, belli bir hal durumuna ulaşınca ölümle yaşam hakta birleşmektedir. Tabii ki burada bahsedilen ölüm fiziki ölüm değildir. Nefsin kontrol altına alınması, olumsuz duyguların (kibir, kıskançlık gibi) ortadan kaldırılmasıdır. İşte o zaman fiziksel ölüm de düğün gecesi olacaktır.
Nefis:
Vikipedi şöyle tanımlıyor: “Nefis ya da Nefs, Arapça kökenlidir, sözlükte ruh, bir şeyin kendisi, akıl, insan bedeni, ceset, kan, azamet, arzu ve kötü istekler gibi manalara gelmektedir. Tasavvufî olarak da, “kendisinde iradi hareket, his ve hayat kuvveti bulunan latif buharlı bir cevherdir.”
Türk Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi geniş bir açıklama yapmış. Ben, Süleyman Uludağ’a ait başlangıç cümlelerini aktarıyorum: “Sözlükte ‘ruh, can, hayat, hayatın ilkesi, nefes, varlık, zat, insan, kişi, hevâ ve heves, kan, beden, bedenden kaynaklanan süflî arzular’ gibi manalara gelen nefs kelimesi (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, ‘nfs’ md.; Lisânü’l-ʿArab, ‘nfs’ md.; Tâcü’l-ʿarûs, ‘nfs’ md.). Kuran’da ‘ruh’ anlamında kullanıldığı gibi (el-En’âm 6/93) ‘zat ve öz varlık’ manasında da kullanılmıştır (Âl-i İmrân 3/28, 30). İnsanı ilâhî hitaba muhatap kılarak onun sorumlu tutulmasına sebep olan nefse kötülüğü emretme (Yûsuf 12/53), nefsi ve yaptığı kötülükleri kınama (el-Kıyâmet 75/2), daha ileri bir aşamada huzura erme (el-Fecr 89/27) gibi birbirinden farklı görevler yüklenmiştir. Ruh anlamına gelmesi, Allah’ın ‘emr’inden olan ruh hakkında çok az bilgiye sahip olunması (el-İsrâ 17/85) ve birçok zıt mana içermesi nefsin tanımlanmasını zorlaştırmıştır. Hayır-şer, sevap-günah, iyilik-kötülük gibi zıtlıkların konusu ve öznesi olarak görülmesi bazen olumlu yönünü, bazen da olumsuz yönünü öne çıkaran tanımların yapılmasına sebep olmuştur. Kuran ve hadislerde nefsin çeşitli niteliklerinden söz edilir. Bu hususlar, nefsin ne olduğunu açıkça ifade etmese de birtakım ipuçları vermesi bakımından önemlidir. Nitekim nefse dair yapılan tanımlarda bu ipuçlarından faydalanılmıştır.”
Böylece, hangi yöntemle yaklaşırsak yaklaşalım nefis ile uğraşırken oldukça zorlu bir yoldan geçeceğimizi ve kâmil insan olmanın ne kadar zorlu bir yolculuk olduğunu anlamamız için bu tarife bakmamız yeterli olacaktır. Bir yandan bu nefis bizi yaşatıp korurken, bir yandan fiziksel ve ruhsal, kişisel ve toplumsal olumsuzlukların kaynağını teşkil etmektedir. O zaman bu konuya son noktayı şöyle koyalım: Nefis bizim efendimiz değil, biz nefsin efendisi olalım. Ama nasıl?
Nefsin Aşamaları:
Ölmeden önce ölme haline ulaşabilmek için verilecek mücadelede veya alınacak yolda bazı merhaleler vardır. Bu 7 nefis merhalesini tasavvuf özet olarak şöyle tarif eder:
Nefs-i Emmare: Emreden nefistir. İçgüdüsel olarak insanı lezzetli ve keyif verici şeylere doğru çeker. En alt seviyedir ve nefis kötü huylara meyillidir. İnsanı erdemlilikten ve maneviyattan uzaklaştırarak maddiyata bağlar. Aldatıcıdır, iyi olanla kötü olanın birbirine karışmasına neden olur.
Nefs-i Levvame: Kınayıcı nefistir. Bir önceki nefsin terbiye edilmesiyle bu hale ulaşılabilir. Kişi, kendisine ait kötülükleri fark edip kınamaya başlar. Bir önceki nefis hali sürmektedir ama bunun farkında olan kişi artık bundan rahatsızdır.
Nefs-i Mülhime: Burada, insan neyin iyi, neyin kötü olduğunu iyice ayırabilir. Nefis terbiyesinde bir parça başarı sağlanmıştır. Yani artık Allah neyin iyi neyin kötü olduğu ilhamını vermektedir. Ancak iyi huylar tam yerleşmediği için, nefisle savaşta yenilebilme ihtimali hâlâ vardır.
Nefs-i Mutmainne: İlk kemal aşamasıdır ve artık iyi huylar taklit yoluyla değil de içselleştirilerek uygulanmaktadır. Nefis ibadete düşkündür. Bedensel zevkler terk edilir. Bu aşamada hakikatin elde edildiği sanılabilir ama bu doğru değildir. Bazı özel hallerini güç amacıyla kullanma tehlikesini taşımaktadır.
Nefs-i Radiye: Razı olmak haline geçilince, artık şikâyet kalmaz. Nefis Allah yolunda ve sükûn içindedir.
Nefs-i Marziyye: Bu, kendisinden hoşnut olunan nefistir. Beşeri arzular tamamen terk edilmiştir. İlahi hakikatler ışığında yoğrulmuş ve kıvama kavuşmuştur.
Nefs-i Kamile: Olgun nefistir. Beden, akıl, nefis ruh olmuştur. Yani kalbin sahibi artık ruhtur. Kişi, seçtiği yolu anlamayanlardan aldığı eleştirilere aldırmaz. Zahirde (görünüşte olan) öfke duyulan şeylere karşı öfke duymayabilir. Tam tersi biçimde de davranabilir. Ama o, yoluna uygun olarak davranmaktadır.
Bitirirken:
Anlatılanlardan da görüleceği gibi, ölümden korkmamak ya da ölmeden önce (yaşarken) ölme hali içerisinde olmak için nefsin, egonun isteklerinden vazgeçmek gerekiyor. Tabii ki tamamen vazgeçmek mümkün olmayacağı için (yaşamsal fonksiyonları sürdürebilmek için), nefsin/egonun kontrolü altında olmamak gerekiyor. Her iki yaklaşımda da bu hale ulaşmak uzun ve zorlu bir süreçten geçmeyi gerektiriyor ancak benzer yönleri var. En azından birisinde mantra tekrarlanırken, diğerinde de zikir tekrarlanıyor ve her ikisinde de amaç zihinsel dönüşüm.
En büyük fark ise, Osho’nun yaklaşımında hem o anki yaşamınızda, hem de yeniden bedenlenme olacağı için yeniden bedenlendiğiniz yaşamınızda bir gelişme durumu var. Tasavvufta ise hakka yürüyorsunuz ve orada kalıyorsunuz. Eğer nefsin son aşamasına ulaşabilirseniz, hakka yaşarken de yürüme olanağına kavuşuyorsunuz.
Bu dünya ile ilgili nefsimize ait ince bir noktaya aşağıdaki kıssa ile değinerek yazımı sonlandırıyorum:
Birbiriyle dost olan iki eren varmış. Birisi dağda, bir lokma, bir hırka yaşarken, diğeri, kasabada ayakkabıcılık yaparmış. Kasabadaki, bir çocuk yollayarak, dağdakini evine akşam yemeğine davet etmiş. Dağdaki, keçisinin sütünü sağmış ve mendilini bağlayıp içine koymuş. Erenlerin hikmeti sorulmaz, süt mendilden akmıyormuş. Akşamüstüne doğru mendilin içindeki sütü bir eline alıp kasabaya inmiş. Ayakkabıcı dükkânı kapatmak üzereymiş ve son kadın müşterisinin ayağındaki çizmeyi boyuyormuş. Bunu gören, dağdan gelen, elindeki mendili arkasındaki askıya asıp oturmuş ve arkadaşının işini tamamlamasını beklemeye başlamış. Bir ara kadının eteği hafifçe açılmış ve bacağı görünmüş. O anda, askıda, mendilin içinde bulunan süt damlamaya başlamış. Ayakkabıcı bunu görerek “Ya, işte böyle kardeşim demiş, dağ başında ermekle yaşam içinde ermek arasında işte bu fark var.”
Kaynakça:
Osho, Ölmeden Önce Ölünüz, Çev. Elif Ara, Okyanus Yayıncılık, 2002.
Osho, Sessizliği Dinlemek, Çev. Ahmet Çelbiş, Kuraldışı Yayınları, 2004.
Osho, Yoğun Tempolu İnsanlar İçin Meditasyon, Çev. Işıl Ölmez, Ovvo yayınları, 2005.
Dr. İsa Çelik, Tasavvuf Düşüncesinde Ölüm, Ankara Üniversitesi, Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, 2009.
Murat İsmailoğlu, İmam Gazali’de Nefsin Mertebeleri, Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tasavvuf Ana Bilim Dalı için Yüksek Lisans Tezi, 2016.