Röportaj – Yeşim Kalaycıoğlu

Yaşam serüveninizden bahsederek başlayalım istiyorum röportajımıza; nerelerde yaşadınız, nasıl yol aldınız bugünlere?

Doğduğumdan beri İstanbul’dayım. Orta ve lise öğrenimimi Özel Işık Lisesi’nde bitirdikten sonra uzun yıllar ara verdiğim üniversite hayatıma Trakya Üniversitesi Edirne Restorasyon Bölümü’nde başlayıp yatay geçişle Yıldız Teknik Üniversitesi’nden mezun oldum. Restorasyon eğitimim ile orta ve yüksekokul öğrenimim arasındaki uzunca bir süreçte eğitimini aldığım tüm sanatsal faaliyetler birbirini destekleyip şu anda yapmakta olduğum işte daha başarılı olmamı sağladı. Kısacası yaklaşık 30 senedir içimdeki sanat aşkı ve öğrenme isteğiyle çıktığım yolda; emek, çaba, azim, sebat, kararlılık, fedakârlık, feragat ve adanmışlıklarla bugünü yaşıyorum.

 

Yıldız Teknik Üniversitesi’nde Restorasyon eğitiminizin ardından gravür sanatıyla nasıl buluştunuz? Eğitiminizin gravür sanatınızı icranıza etkileri oldu mu?

Gravür sanatının büyük ustası değerli hocam Güngör İblikçi’yi çocukluğumdan beri tanırım. Kendisi ilkokul arkadaşımın dayısı olur. O zamanlar Cenevre’de yaşayan Güngör hocamın ismini arkadaşımdan hep duyar, Türkiye’de açtığı sergilerine giderek yaptığı işleri hayranlıkla izlerdim. Türkiye’ye kesin dönüş yaptığından beri de yaklaşık olarak on beş senedir aynı atölyeyi paylaşıyoruz. Gravür sanatını ve özgün baskı tekniklerini, ince detaylarıyla kendisinden öğrendiğim Güngör hocam gibi ben de yeniliklere hep açık olduğumuz için, yaptığımız gravür sanatının özgün baskı tekniklerini, Restorasyon bölümünden ve diğer sanat dallarından edinmiş olduğum tekniklerle de birleştirerek bilinen klasik gravür tekniğini gravür ve ötesine taşıyoruz.

 

Gravür sanatını ve kullandığınız teknikleri, kaynakları bize biraz anlatabilir misiniz?

Matbaacılığın ilk kullanım dönemlerine eşlik ederek olgunlaşmasını sağlayan, fotoğrafçılığın temellerini oluşturan gravür sanatını kısaca tarif etmek gerekirse; metal, tahta, muşamba gibi materyallerin üzerine lak sürülerek ve bu lak üzerine istenilen desen ve motif tersten kazınarak işlenir. İşlenen metal plak, asit suyunda bırakılarak indirgenir. Kalıbın tamamlanması için üst üste birkaç kere aynı işlem yapılır. Kalıbın tamamlandığına karar verince kalıbın üzeri yağ bazlı gravür boyaları ile baskı tekniğine uygun tamponlama tekniğiyle boyanıp boyanın fazlası silinerek baskısı yapılır. Burada önemli olan kalıbın güzel bir şekilde yapılmış olmasıdır. Güzel yapılan kalıpla onlarca, yüzlerce baskı yapılabilir. Biz son zamanlarda yeni bir teknik olarak kendi buluşumuz, Türkiye’de bir ilk ve dünyada yapılmayan folyo üzerine baskı tekniğini kullanarak baskılarımızı yapıyoruz.

 

Sizin ardınızdan bu sanatın gelişmesi ve devam etmesi için öğrenci, çırak yetiştiriyor musunuz?

Atölyede Güngör hocamdan ders alan öğrencileri var. Ben de işlerimde bana yardımcı olan asistan ve yardımcılarıma bildiğimi öğretmekten ve birlikte çalışmaktan mutluluk duyuyorum.

 

İstanbul ve içinde bulunduğunuz sosyal çevre sizi nasıl besliyor?

Rahmetli anneciğimin genç yaşta vefatında henüz yirmi yaşındaydım. Hayatı, insanı, varoluşu sorgulamakla başlayan mana arayışım ve bununla birlikte gelişen tasavvufa olan ilgim beni bugünlere getirdi. Hayatın içinde yaşadıklarıma cevap bulduğum, beni rahatlatan, sanatımı besleyen en büyük kaynak tasavvuf. Bence ikisi de birbiriyle deviniyor.

 

Eserlerinizde sembollere çok önem veriyorsunuz, sizdeki yansıması nedir, anlatabilir misiniz?

Sembolizme önem vermem görünenin ardındaki görünmeyeni görme ve anlama isteğimden kaynaklanıyor. Tasavvufta sembolik dil nasıl varsa ve kavramlar kişinin gelişim sürecine göre nasıl açılıyorsa resim de, bakan kişiye her baktığında yeni anlamlar, yeni anlayışlar, yeni görüşler sunabilir düşüncesindeyim. Resimlerimi öncelikle kendim için yaptığımı söylemek isterim. Her yaptığım, beni sanatsal, ruhsal olarak daha ileriye götürdüğünden ve yaparken hem şarj hem deşarj olduğumdan işim ve sanatım benim vazgeçilmezim.

 

 

Eserleriniz çok sıra dışı, gizemli ve ilham yüklü. Vermek istediğiniz temel mesajlar nelerdir?

Teşekkür ederim. Zaman zaman sıra dışı olmak benim kişiliğimden kaynaklanıyor. Sakin görünen, sessiz kişiliğimle beraber, bazen saflığa varan iyi niyetim bazen de cahil cesareti denebilecek kadar cesaretli olabilmem bana, yaşarken çok zorlansam da kendi koruma alanımdan çıkıp başka diyarlarda değişik deneyimler edinmeme ve benim daha geniş görüş açısı kazanıp farklı kapılardan geçmemi sağlayabiliyor. Şaşırtıcı ve gizemli kişiliğimle, içimdeki iki zıt kutba zaman zaman gidip gelme hallerimle, resimlerimde kendim oldum, kendimi yaşadım ve bunu sanatımla anlatarak kendimi ifade etmenin mutluluğunu duydum.

 

Bugüne kadar gerçekleştirdiğiniz sergilerinizden ve temalarından söz eder misiniz?

Bugüne kadar Türkiye’de ve Litvanya, Mısır, Fransa, İtalya gibi ülkelerde karma resim sergisi ve sanat çalıştaylarında bulundum. İlk başlarda restorasyon eğitiminden aldığım etkileşimle değişik uygarlıkların ve kültürlerin izleriyle harmanlanıp, hat sanatının ahengiyle stilize edilmiş resimler yaptım.  Daha sonra “metamorfoz” ismini verdiğim içsel değişim ve dönüşümü anlatan kelebekleri çalıştım ve bununla ilgili olarak yurt içi ve yurt dışı sergilerim oldu. Zeytin ağaçlarını, nar meyvesini ve şu anda teker teker sayamayacağım birçok objeyi, motifi, sembolü gravür olarak çalıştım.

 

“Kuş Misali” temalı ve 600 sanatçının katılımıyla gerçekleşen Yeditepe Bienali kapsamında, “Kaf Dağına Yolculuk” isimli son serginizde Zümrüd-ü Anka ve eserlerinizle çok büyük ilgi gördünüz. Bize son eserlerinizin ve serginin oluşum sürecini anlatır mısınız, serginin oluşumu ne kadar sürdü?

2017 Temmuz ayında İstanbul Yeditepe Bienali’ne başvurunun bitimine üç gün kala güzel bir tevafukla rastlaştığım kalem işi ustası değerli hocam Kaya Üçer’in önerisiyle, kendimin ve Güngör hocamın özgeçmişlerimizi hemen hazırlayıp gönderdim. Eylül ayında kabul ve davet edildiğimiz haberini aldım. Ekim ayında çalışmasını yapabileceğimiz beş temadan biri olan “Kuş Misali” temasından ben Anka kuşunu seçtim. Daha aylar önce Yeditepe Bienali düşüncesi olmadan Feridüddin Attar’ın “Kuşların Diliyle” isimli kitabı yanı başımda idi. Zira kitap iki farklı zamanda iki ayrı kişiden bana hediye edilmişti ki ben de okumak için zaman kolluyordum. Kitapta kuşlar; hakikat yolcuları, Anka kuşu ise Allah’ın zuhur ve taayyünü olarak sembolik bir dille anlatılmış. Ben de eserlerimi kitaptaki gibi yedi nefis mertebesi ile dört makam üzerinden çalıştım. Her mertebe ve her makamı temsilen on beş kuş ve eser ortaya çıktı. Aslında böyle bir serginin ortaya çıkması için gerekli olan süreç normalde iki sene gibi bir zaman gerektirse de önceden yaptığım baskı ve çalışmalarımın bana çok yardımı oldu. Yetiştirebilmek için çok yoğun bir şekilde neredeyse sabahlara kadar çalıştım. Allah’tan yardım ve yardımcı diledim. Yardım da geldi, yardımcı da. Mucizevi şekilde altı ay gibi çok kısa bir sürede çalışmalarımı bitirip teslim ettiğim gibi Bienal açılışının birkaç kere ertelenmesiyle serginin ve Bienalin neredeyse maskotu olan, herkesin önünde fotoğraf çektirdiği dönüşümün, yeniden doğuşun anlatımı olarak birkaç senedir doğadan kendi topladığım tamamı ağaç, lif, gövde, yaprak ve kabuklarından oluşan “Berceste” isimli heykelimi de yapıp sergileyebildim. Serginin dünyanın sayılı müzelerinden olan İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde gerçekleşmesi benim için büyük şans oldu. Özellikle sergiye gelen dostlar ve yakınlarım haricinde dünyanın her yerinden müzeye gelen, çocuğundan yaşlısına, her yaştaki ziyaretçi ve sanatseverler tarafından çok ilgi ve beğeni aldı. Hatta birden fazla kere tekrar görmeye gelip, duygusuna girip ağlayanlar, “bu sergiyi gezmekle yeniden doğdum, bu sergiyi gezen şifa bulur” diyenler bile oldu. Kısacası Arkeoloji Müzesi’ndeki sergimden unutulmayacak güzel anılarla döndüm.

 

Zümrüd-ü Anka’nın hikâyesini herkes farklı kaynak ve söylencelerden duymuş ya da okumuştur. Size ilham kaynağı olan hikâyeyi paylaşır mısınız?

Bütün kültürlerde yer alan evrensel nitelikli mitolojik kuş Zümrüd-ü Anka ile ilgili pek çok efsane bulunmakla beraber, rivayete göre her şeyi bilen, bütün zorlukları çözen kuşların efendisi, yol göstericisi. Anka kuşu, bilgi ağacında yaşamakta olup öleceğini hissettiği zaman kendine ağacın kuru dallarından bir yuva yapar ve güneş bütün görkemiyle çıkıp kuru dalları yakıncaya kadar yuvasında ölümü bekler. Anka (Simurg) kendi yuvasında yanarak ölür ve küllerinden yeniden doğar. Kaf Dağı’nın ardında olduğu bilinen tüm kuşların efendisi Zümrüd-ü Anka’yı (Phoenix, Simurg) aramak, ona ulaşmak için tüm kuşlar yollara düşer. Ancak ona ulaşmak için Talep, Aşk, Marifet, İhtiyaçsızlık, Hayret, Tevhit ve Yokluk vadileri olan yedi zorlu ve çetin vadiyi aşmaları gerekir. Kuşlar bu vadileri aşmakta zorlanır ve birer birer Anka’ya ulaşmaktan vazgeçerler. İçlerinden sadece otuz tanesi, Kaf Dağı’nın ardına ulaştığında ise orada bir ayna görürler. Anka’nın (Simurg) birlik içinde otuz kuş olduğunu fark ederler. Kuşlar, gösterdikleri çaba, emek, sabır, taleplerine büyük bir aşkla bağlılık sonucunda isteklerine kavuşmuşlardır.

 

Zümrüd-ü Anka’nın mistik yolculuğunu Roma’ya da taşıdınız, serginiz nasıl geçti, bahseder misiniz?

Anka kuşuna çalıştığımı öğrenen ve bunun İtalya için yeniden doğuşun, aydınlanmanın, Rönesans’ın sembolü olarak önemini bilen bir arkadaşımın önerisi ve yardımı ile 2017 yılının Kasım ayında başvurduğum Roma Yunus Emre Enstitüsü’nden bu sene mart ayında kabul ve davet haberini aldım. O sırada İstanbul Arkeoloji Müzesi sergi hazırlıkları içindeydim. Roma’dan gelen yazışma ve görüşmelerde buradaki serginin bitiminin hemen akabinde Roma’da da sergilenmesi konusunda fikir birliğine vardık ve serginin açılış tarihini 7 Haziran olarak belirledik. Bu özel günümde beni yalnız bırakmak istemeyen vakıftan, ailemden, yakın çevremden oluşan yaklaşık 20-25 kişi gibi kalabalık bir grupla birlikte Roma’ya açılışa gittik. Açılış gerçekten çok güzel geçti. Eserler gerek teknik gerekse konu ve anlatım olarak çok ilgi çekti ve beğenildi. Sergi akabinde sevgili dostlarla özümüzden gelen deyişlerle mini bir konser vermemizle de gönülleri fethettik diyebilirim. Hem İtalyan basınında sergiye övgülü sözlerle yer verilmesi, hem de Yunus Emre Enstitüsü tarafından çok güzel geri bildirimler almış olarak Türkiye’yi hep birlikte çok güzel temsil ettiğimizin mutluluğunu yaşıyorum.

 

2018-2019 için yeni bir sergi teması ve çalışma var mı?

2018-2019 sanat çalışmalarımı bundan sonraki bağlantım ve temaslarım belirleyecek. Şimdiden kesin bir şey söyleyemiyorum ancak Zümrüd-ü Anka Kuşu konulu sergimin, dünyanın farklı ülkelerinde de sergilenmesi konusunda çalışmalarım olacak diyebilirim.

 

Farklı ilgi alanlarınız var mı ve sizi nasıl besliyor?

Sevgili dostum, arkadaşım, öğretmenim Saadet Güvenç hayatıma girdiğinden beri deyişlerle çaldığımız müzik de yaşantıma sanatsal açıdan ayrı bir ses getirdi, ne mutlu ki. Yine birkaç sene önce yönetmenliğini sevgili Celal Eldeniz’in yaptığı Antik Yunan tiyatrosundan Euripides’in “Bakkhalar” oyununda da oynamış olmak bana yeni dostlar kazandırdığı gibi hayatıma ayrı bir heyecan ve renk verdi, diyebilirim.

 

Gravür ve resim sanatıyla ilgilenenlere rehber olabilecek tavsiye ve önerileriniz neler olur?

Hiç resim yapmamış ve “ben resim yapamam” diyen herkese “yapmayı istemek yapmanın yarısıdır” derim. Önemli olan zaman ve emek verip çalışmak. Gravür ise doğrusunu söylemek gerekirse resim yapmaktan daha zor. Çok aşamalı, çok zaman isteyen ve çok sabır gerektiren bir sanat. Fakat zorluğunun yanında çok zevkli, görsel açıdan da etkili, bazı şeyler kendi hâkimiyetinizin dışında olduğu için de gizemli bir sanat. Resim yapan herkese öneririm.

 

Tasavvufla yolunuzun kesişmesi nasıl oldu? Reiki ve farklı enerji dallarıyla da uğraştınız, nelerle ilgilendiğinizi anlatır mısınız? Ve sanatınıza yansımasını nasıl ifade edersiniz?

Rahmetli anneciğim amansız denilen hastalıktan çok genç yaşta vefat ettiğinde 20 yaşındaydım. O zaman, hayatı, yaradan’ımızı, aslımı, nereden gelip nereye gittiğimizi, hayat amacımın ne olduğu gibi sorular başladı kendi içimde. Ve bir arkadaşımın bu yola gönül vermiş kişileri tanıştırmasıyla İslam tasavvufu girdi hayatıma. Zaman içinde de evrenin bütünsel birliğini ve işleyiş şeklini daha iyi anlamak ve kavramak için Uzakdoğu felsefesinden, Antik Mısır medeniyetine, Japonya’daki reiki öğretisinden, Rusların şifacılığına, Güney Amerika şamanlarının öğreti ve çalışmalarına kadar ilgi duyup bunlarla ilgili bedensel, zihinsel, duygusal, ruhsal arınma çalışmalarında bulundum. Maneviyatta ve kendi içimde arayıp, yaşadıklarımı sanatımda da aradığımdan sanatıma yansıması çok renklilik ve sembolik eserler vermek suretiyle oldu.

 

Anadolu Aydınlanma Vakfı ile nasıl tanıştığınızı, vakfın hizmet ve faaliyetleri hakkında düşüncelerinizi paylaşır mısınız? Vakfın sizde nasıl bir yeri var?

Anadolu Aydınlanma Vakfı ile tanışmamız 2011 yılında aynı manevi duygular ve ilişkiler içinde olduğumuz Aylin-Ahmet Can çifti ve aile büyüğüm Ali Ağabey ile birlikte çok değerli büyüğümüz, öğretmenimiz Metin Bobaroğlu ile tanışmamız ile başladı. O zamandan beri vakfa gider gelirim. Her hafta, bir yandan Metin Bey’in yaptığı insanı, birliğe, dirliğe, bilgeliğe, anlayışa, aydınlanmaya getiren felsefi, manevi, kültürel, sanatsal, ilmi sohbetlerle her bakımdan doyurulup, ruhsal, zihinsel, duygusal, şifalanmakla birlikte bir yandan da kavramların içine girip düşünmeyi, düşüncenin daha da ötesine geçip sezmeyi, dolayısıyla bireyin kendini tanıması, gerçekleştirmesi, toplumda var olması için her türlü kültürel faaliyetlerin içinde olduğumuz vakfımızdaki arkadaşlar ve dostlarla aynı dili konuşup birbirimizi anlamak, yeri geldiğinde derdimize derman olmak büyük lütuf ve şans şükürler olsun. Vakfa emeği geçen bunun için büyük çaba gösteren, görünen, görünmeyen tüm dostlara teşekkür ve şükranlarımı sunmayı bir borç bilirim.

 

Son olarak bizimle paylaşmak istediğiniz sizi derinden etkileyen, yaşamınıza yön veren bir anınız var mı?

Bazen her türlü çaba, sabır, emeği verip boş yere uğraştığımızı sandığımız anlar vardır. İşte öyle anlardan biriydi. Gravüre başladığımın dördüncü, beşinci senesi, sanırım. Gravür sanatını öğrenmek için o güne kadar yaptığım baskılardan beğenmeyip kenara ayırdıklarımın yüksekliği yaklaşık yarım metreyi aştığından ve atölyede koyacak yer bulamadığımdan çareyi hepsini toparlayıp olduğu gibi o zaman bahçe katında bulunan atölyemizin apartmanına ait çöp konteynerine atmıştım. Yaklaşık 1 saat sonra bahçe katı olduğu için atölyenin açık olan kapısı açıldı. Kendisinin söylediğine göre o zamanki seçimler için mahalle ve sokaklarda isim, kayıt ve adres tespiti yapan 30-35 yaşlarında iyi giyimli bir bey; “Özür dilerim, etrafa sordum burayı tarif ettiler, buradan geçiyordum çöpte sizin resimlerinizi gördüm. Ben bir sanatseverim ve resimlerinizi çok beğendim. Rica etsem altlarına imzanızı atar mısınız?” deyince her şeyin Allah’tan geldiğine iman ettiğim için hem şaşırdım, hem sevindim. Resimleri imzaladığım gibi bir de ayrıca beğendiklerimden de hediye ettim. Bir daha da hiçbir resmimi atmadım. Beğenmediğimin bile değerini bilmem konusunda bu yaşadığım olay bana çok büyük ders oldu. Şimdi ismini hatırlayamadığım o kişiye minnettarım. Bugün sahip olduğum duygu ve düşüncelerimle evrende hiçbir şeyin boşuna olmadığını, her şeyin bir neden sonuç ilişkisine bağlı olduğunu ve hiçbir emeğin Allah katında zayi olmadığını idrak ettiğimi söyleyebilirim. Her emek günü, zamanı gelince karşılığını buluyor…