Soru: İslâm’daki Esma kavramı Batı’da Jung’un arketipleri ve Grek’deki Tanrı ve Tanrıçalar gibi görülüyor. Hıristiyanlıktaki tecelliler de çok etkin.
Metin Bobaroğlu: burada tecelli yönünden bakıyoruz yani Tanrı’nın tecelli etmesi epifani, hiyerofani, teofani dedikleri. Bir zuhur var, bir tecelli var biliyorsunuz. Doğa zuhur kaydındadır, bir nev’i ontoloji ama epistemoloji tecelli kaydıdır. Tecellide daha çok epistem, bilgi irfan bilgisine doğru gidiş var. O zaman zuhurun olduğu yerde tecelliden söz edeceğiz.
Antik Yunan tanrılarına, hatta Pagan tanrıları döneminden öncesine baktığımızda, insanlar doğa güçleri karşısında duydukları acziyetten dolayı her türlü güce, görünüşe, olguya taparken bir yandan da bir çekinme ve korku duymuştur. Sonra korktuğu ile kendi arasında bir uzlaşma yaşamış, sonra ele geçirme, sonra yönetme… Yani bir nev’i doğadaki tehdit edici unsurdan önce çekinerek, sakınarak sonra uzlaşma yoluna giderek ve daha sonra yapabilirse yönetmek, ele geçirmek ve kendi için kılmak sürecine giriyor. Aslında bu bilimin ortaya çıkma serüvenidir. Sonunda bilimsel bilgi doğa karşısında egemen olmuş ve kökeninde korku karşısında oluşmuştur. İnsanı bugünkü hale getiren teknoloji ve yönetim bilgisi vb. en başa dönünce doğa karsında korkudan doğmuştur. Süleyman mesellerine baktığımızda; “Rab korkusu hikmet’in başlangıcıdır” diyor. Biz burada ne kast edildiğini bilmezsek, bu bilgi teorik kalabilir. Hikmet kavramı çok önemlidir,“bir şeye hikmet ile muamele etmek” demek; o şeyin kendi nitelikleri ve izin verdiği dirençler ile ona muamele etmek demektir. İbnü’l Arabî hikmet ile bilmeyi, “Tanrı içinde her varoluş kendisine nasıl hükmedileceğini Tanrı’ya kendisini sunarak bildirir. Kendisinin bildirdiği gibi yönetilmeyi isterler” diyerek zuhur ve tecelli açısından sanki başka bir varlıkmış gibi anlatıyor teatral şekilde ama aslında başka bir varlık yok. Örneğin ontolojik olarak, -bu el benim ama bilme olarak bu elin kendisi, kendisini bilemez ama ben onu bilirim. Hem benim hem ben değilim; ontolojik olarak benim, epistemolojik olarak ben değilim. Bilgime içerik yaptığım zaman, bu artık benim varlığım değil, benim için varlık. Onun üzerine hükmedebileceğim bir varlık; onun kendi niteliklerini kullanarak onun üzerinde hükmedebilirim, buna hikmet deniliyor. İnsanın doğa üzerindeki egemenliği, onun hayati bir korku olan ölüm korkusundan kurtulmak için yaptığı mücadeledir.Bu ölüm tehdidi karşısında doğayı kendindeki nitelikler vasıtası ile ele geçirdiği uzlaşma, sakınma ya da yönetme olan bu üç şey bize hikmetin bugüne kadar gelen teknolojisini veriyor. Rab korkusu bu, bu aslında ölüm karşısındaki korkudur yani insanın ölümden kurtulmasını sağlayan korku anlamında. Fakat ne yaparsa yapsın bedeninin ölümünü engelleyemiyor. Geciktirebiliyor fakat sonunda beden ölüyor. Buna Grek düşüncesinde bir çare bulunamadı. Bu doğaldır, zaten böyledir ama insan ölmek istemiyor. Doğaldır da bunu da yenmeliyim bu nasıl olacak? Diğer rakiplerinin hepsini yeniyorsun ama ölüm rakibini yenemiyorsun.
Platon’un idealar öğretisi kadar önemli diğer bir öğretisi de phronesis yani pratikten doğan hikmetli bilgi öğretisidir.
Hayat eros ve tanatos arasında geçen bir süreçtir; eros-tanatos hayatın iki kutbu. Eros yaratıcı, tanatos yok edici güçlerdir. Ölüm yaşamın efendisidir yani Rab’dır. Tanatos karşısında Eros şahlanır. Bunu bize Viktor Frankl anlatıyor; Frankl 2. Dünya Savaşı’nda toplama kamplarında kaldığı sürede, bir deri bir kemik kalmış insanların yakılmaya götürülmelerine tanıklık ediyordu. Tanıdığı ve sevgiyle bağlı olduğu git gide erimiş, hasta bu insanların tanatosun gölgesi altında ölümü bekleyişleri esnasında hayret verici bir şey olmuştur, bu ortama rağmen Eros doruk noktasına çıkmıştır; ölüm kapısında Eros… Çünkü ölüm korkusu erosu tetikler, bu türün kendini koruma güdüsüdür.… Bu spermata macerasıdır ama kelâm da böyledir, varoluşsal olarak böyledir. Ölüm karşısında ölümü yenme arayışı ilk kez bir bildiri ile insanlık karşısına çıkıyor. İşte Îsâ… Îsâ’nın macerası budur.
İzzet Erş: Öncesinde Musa’da da pek çok bilgi var ama kurtuluşa dair bir bilgi yok. Tespitler var yasaklar var ama nasıl kurtuluş olacağına dair bilgi yok. İlk defa Îsâ’da çıkıyor ölümü yenmek kavramı.
MB: Grek’de var, ölüme karşı savaşıyor ama hep yeniliyor. Grek trajedisi ölüm hikâyedir. Ölümün karşısında tüm bilgelikler, Tanrılar, kuvvetler yenilirler, bu hayatın kendisidir. Ama birisi çıkıyor “ben ölümü yendim” diyor. Artık buRab korkusu değil Rab sevgisidir… Korku ahlâkından, aşk ahlâkına geçiş…
İE: Philon’un ve Plotin’in işaret ettiği kelâm, Îsâ ile belli bir işaret noktasına dönüşmüş oluyor. Biri diyor ki “Tanrısal kelâm varoluşun temelidir ve tüm varoluşlar o varlıklar temelinde temellenmelidir” dediği nokta artık O Îsâ olarak görülüyor. Çünkü O varoluşu meydana getiren söz ilk defa bir insanın ağzında, O insan ile birlikte tecelli ediyor. Musa bu sözler benimdir demiyor. Kelâm kendisine geliyor ve o bana gelen kelâmı size bildiriyorum diyor. Îsâ’ya ise bir kelâm bildirilmiyor. Îsâ söylüyor, söylediğim söz Rabb’in sözüdür diyor.
MB: Hani şu dağda gizli olan çalının arkasına gizlenip söylemiş gibi… Spritüel düşünelim. Sesini duyduğu ama kendisini arkadan gördüğü, “yüz yüze görsem ölürdüm” dediği kişi, birdenbire kendisi çıktı geldi. (Musa’nın anlatımı) “Size daha önce meleklerle konuşuyordum ama artık çıktım geldim, ben söyleyeceğim”… Gibi teatral bakarsanız hemen kabul etmek kolay ama gerçeğinde hemen itirazlar başlar. “Olmaz dağdaki sis, biz ona inandık. O görünmez idi yüz yüze görününce ölünürdü ama seni görüyoruz ve ölmüyoruz sen olamazsın”.
İE: Şöyle bir ifade kullanılıyoruz. Musa’nın kelâmı ile siz günahkâr sayıldınız benimki ile kurtulacaksınız. Musa’nın şeriatına tabii olmak, kendisine verilen görev için yeterli idi. Bu zahirî hükümdü, daha fazlasına gerek yoktu. İbrânî düşüncesi içinde, akıldan geçen fikirlerden sorumlu değildir. Sadece fizîken yaptıkları ettiklerinden sorumludur. İsevî teoloji içinde yapmış olmak, düşünmüş olmak ile aynı şeydir. Düşünmüş olmak sizi o eylemden mesul kılar. Dolayısı ile Îsâ ile tanışmış olmak yani Îsâ denilen kelâm ile tanışmış olmak, artık Musa’nın şeriatına bağlı kalamamayı zorunlu kılıyor. Bir hatayı, yanlışı günahı, herhangi birini eyleme geçirmediğin sürece bir problem yok. Îsâ’da ise düşünmek dahi günahkâr kılar. Günahkârlık ise ölümün boyunduruğundan kurtulamama demektir. İman eden kurtulur, edemeyen günahında ısrar etmiş olur ve ebedî ölüme götürür.
MB: Greklerde olmayan bir şey bu, niye Grek’i öne koyuyoruz çünkü birbirini çok etkileyen bir macera da ondan.Greklerde bu yok ama Îsâ söyleminde,“insan aslında ölmeyecekti, günahkâr olduğu için ölüyor”, böyle bir sav ile çıkıyor. Günahkârsınız öyle bir günah ki aktüel, kendi yaptığınız günahlar değil bunlar. Aslî bir günah herkes onun için ölüyor; Tanrı’nın iradesini yadsıdınız, Âdem onun bu isyanı ile günah dünyaya girdi.Ve bu nedenle ebedî hayatı yitirdi ve ölmekteyiz. Ölümün sorumlusu yine insan çıktı doğa değil. Doğal olarak her şey ölür. Grek düşüncesine göre ölüm doğaldır, Hristiyan düşüncesinde ise Âdem’in günahından dolayı ölüyoruz. Peki, ne olacak? Bu günahı giderecek bir çare bulursak ölmeyeceğiz ama bu günah bedenlerimize geçmiş, genetik bir enkarnasyon olarak kabul ediliyor. Âdem’den gelen günahı, günahkâr bir beden taşıyan insan kaldıramaz.Âdem tanrıya başkaldırmıştı, o zaman onu ancakTanrı kurtarabilir, İnâyet kurtarabilir. Yoksa yine aktüel günahlar olmasın diye şeriata, adalete uygun davranılabilir ama bu aslî günahı kaldırmaz. Bunun için ayrı bir formül var; inâyetin inmesini sağlamak, bu inâyet gelirse aslî günahtan kurtulacak ve ölmeyecek. Ama birincil olarak günahkâr ve ölüyor. O zaman ölüp dirilecek; “vel bâ’sü bâ’del mevt”, ölümden sonra dirilecek. Hıristiyanlara sorulan hep budur;“hadi aslî günahın için Îsâ mesih oldu geldi, kurtarıcı olarak kendini feda etti. Ve aslî günah kalktı, ölümün kalkması lazım niye kalkmadı?”. Hâlbuki o dedi ki; “ben bunun için öldüm ve 3 gün sonra dirildim, ispat ettim…” Ama bunu sadece havariler biliyor yani iman gözleri görmüş. Biz de sadece duyduk, görmedik. O zaman ne oluyor. Ölümden sonra dirilme bir iman konusu oluyor; bir bilgi, fiil konusu değil. O yüzden iman edenlere, inâyet o zaman gelir. Grace – İnâyet- İhsân.
İslâm’ın en temel kavramları, mutasavvıfların omurga olarak kabul ettikleri beş kavramdır:
İhlâs; Aslına dönmek, katışıksız olmak.
İslâm; Barışık olmak kendisi ile çevresi ile doğa ile barışık. Kavgayı bitirmek.
İman; Kalbe yerleşmiş olan, bütünlenmek, parçalı kişiliğin bütünlenmesi.
Îkan; Rabbi bulmak, O’na vasıl olmak, Rabb’in emri altında yaşayabilmeyi bulmak. (Îkan-Yakîn) “Yakîn hâsıl oluncaya kadar Rabb’e ibadet edin” buyuruyorlar. O zaman o noktada ibadet biçim değiştiriyor.
İhsan; ihsan bizim çabamızla ortaya gelen bir şey değil, insan eyleminden doğmuyor. Tanrı’yı kontrol altına alamazsın. Tanrı ancak kendisi sana lütfeder, ihsan eder. Peki, “biz hazırız artık et ihsanı” dersek, böyle bir şey yok. Bir alacaklı gibi îkan’a geldim Rabb’imi buldum hadi ver şu ihsanı, olmaz. Beklentinin kendisi ihsan’ı uzaklaştırır. Güzellikbize tecelli bahsini açıyor. Güzellik kökeni Tanrısal arketiptir. Çevremde en çok duyduğum şeylerden biri, “çiçek bahçesinde bak, ne güzel” der taşkın biçimde, içine sevgi ve muhabbet duyar ama aynı kişi bakarsın insanlar için bunu söylemiyor. Daha İsevî olamamış O Grek hâlâ, dağda taşta beğeniyor Tanrı’yı, insanda beğenemiyor;“canım insanlar kötü o yüzden, bak bu kedinin ne zararı var?”
İnsanda Tanrı tecellisini görmek Cemâl’dir. Kendi aynalaşabileceğin muhatabı buldun. İnsan yüzünde Tanrı tecellisini görmek Hüsn’dür, işte tecelli bu sefer ihsan da bulunuyor. Güzellik karşısında kendimizi kaybediyoruz; içimizden geldiği gibi. “Ahh” diyoruz. Bunu duyunca “Buyrun ben buradayım” diyor. Eskiden dağlara taşlara tapmışlar, totemler yapmışlar. Aynı dönemde fetişler dolu, pazardan Tanrı satın alıyorsunuz. Hiçbir insan ahmak değil, sabundan insan yapacak tapacak, böyle saçma şey mi olur? Sonra baktım iş öyle değil. Her şeyin bir sahtesi var, bir de hakikisi var. Hakikisi şu; çok sevdiğiniz biri, nedeni neyse, anne sevgisi baba sevgisi, öğretmen sevgisi vb. bazen onun objeleri sizin için onu hatırlatıcı olması bakımından fetiştir. Dedeniz tesbihini verir, siz onu ömür boyu saklarsınız, kutsallaştırırsınız… Çünkü o obje sizde hatıraları canlandırıyor. Demek fetişler, totemler, doğa nesneleri aslında insanı gösterdiği için değerli. Îsâ geldi dedi ki;“bütün bu hatırladıklarınız, taptıklarınız benim. Peki, ben neyim? Sizsiniz” işte sır buydu. Bunu yine fetişe çevirdiğiniz zaman, bedeni gibi düşününce, ayna olmaktan çıktı öteki oldu, putperest oldun yine kendini bulamadın, onu dışarda bir obje gibi algıladın. Bütün sorun bu iki yaklaşımdan tecelli ediyor.
İE: Îsâ’nın bu tecellisinin mahzarına şahit olanlar, Hıristiyan Teolojisinin başlangıcı sayılmazlar çünkü kendi düşüncelerini felsefî bir düşünce olarak ortaya koyamıyorlar. Bu yüzden Yuhanna, Pavlov, Petrus gibi 2. dönem havarilerin söyledikleri tasavvufa yakın. Felsefe tarihi sürecinde tutunamıyorlar. Mistik bir bilmeden bahsediyorlar. Îsâ’nın sözlerinden Îsâ’yı anlamaya çalışmak teolojilerini oluşturuyor. Çıkış noktası ne? Îsâ birçok isimle anılıyor. Bunlar Tevrat’ta Tanrı’nın isimleri iken, kurtarıcı olan Îsâ’da Îsâ’nın ismi, nitelikleri, sıfatları gibi bakılıyor. Ve kendisinden sonra oluşan Patristik Felsefede, Îsâ’nın kurtuluşu var. Ama nerede temellendirelim? Îsâ pek çok hedef gösterdi, pek çok cümle var aslında ama ne demek istediği, nasıl yorumlanacağına dair pek bilgi yok. Bir yerde ruh olarak bahsediliyor. Başka bir yerde kelâm, bir yerde oğul, kurtarıcı, cezalandırıcı, vb. Tanrı’nın bir yerde sevgi olduğu, bir yerde mutluluk olduğu vb. pek çok işaret var. İnsanı gerçekten kurtaracak olan nedir? Bunu anlama çabası Hıristiyan teolojisini doğuruyor. Aşama aşama gelişerek büyüyor. Biri durup dururken bir söz söylemiyor. Birbirleri üzerine fikirleri şekillendiriyorlar. Mesela Tertullian ilk isimlerden, Hıristiyanların ilk dönemde dışlandıkları zamanlarda çektikleri zorlukları anlatır. Grekler tarafından bir akıl yapısına oturtulamıyor, Yahudilerce de iman ile ilgili bir problem yaşanıyor bu yüzden dışlanıyorlar. Hıristiyanlardan istenen şu; bu bir felsefe ise aklî olarak anlatman gerekir. Eğer imânî bir unsur ise o zaman bizim Yahudi geleneği içerisinde bunu nereye oturtacağımızı göster. Ama sıkıntı şu, daha felsefesi yok sadece müminler var. Hâlâ Îsâ’ya iman ediyorlar sadece. Tanrı’nın sözleri akıl ile anlaşılacak bir hâli olmadığından. Saçma bile gözükse, imanım nedeni ile buna inanıyorum. Îsâ vasıtasıyla Tanrı tarafından söylenen sözlere götüren imanımdır. Akıl hiç bir şey ifade etmiyor. Akıl ve imanı karşılaştırmıyor. Akıl imanın önüne geçen değersiz bir şeydir deyip kenara itiliyor.
MB: Tabii bu yolda sanki yaşamın tamamında aklı reddediyorlar gibi algılamayalım. Yani sadece (Gazâli bu konuda yazmıştır, sonra Descartes vb.) Gazâli der ki; “Dış dünyadaki bütün yaşam olguları tabii ki akılla düzenlenecektir. Ancak konu iman olduğunda filozofların aklı hiçbir işe yaramıyor çünkü onların şey’i bilmek için metotları vardır. Ama bilinci bilemezler” diyor. Şeyi bilen metot bilinci bilemez. Şey en azından değişkenleri olsa bile değişmeleri için de sabitliği olan ve karşılık olarak kendilerini bilinç karşısında bilinç olarak değişime uğratamayan olduğu için bilincin nesnesi olarak bilinir. Ve teknoloji de budur. Ama karşısında bilinç var. Bir örnek var. Geliyor bir hasta,“şöyle rahatsızım böyle rahatsızım”. Hastalığını anlamaya çalışıyor sohbet ediyor vb. derken dönüşüyor karşısındaki bilinç, her konuştuğunda başkalaşıyor dolayısıyla bilincin bilince karşı olan diyaloğu, nesneleştirici değil. O zaman buradaki dialogos ancak iman güvencesi olabilir. Bilip ona bildirmek değil, bu aşağılama dışlama olduğu için Lakan önemli bir şey söylemiştir. Freudyen ekolde “ancak bir psikiyatr hastasını kendisi taburcu eder” diyordu. Sağaltıldı gidebilir. Profesör Lakan diyor ki;“bu hastayı bağımlı kılar… Kuzuyu serbest bırakır gibi bırakamayız” diyor. O kendisi için bu kararı verdiği an bağımsızdır. Bu kararı kendisinin vermesi gerekir. Dialogos özgüvenin karşılığıdır; birbirine şahıs olarak güvenmektir. Burada ahlâk söz konusu, niyet söz konusu ama niyet görünmeyen bir şey, akıl ise nesnel gerçekliği duyuları vasıtasıyla algılayarak bilgiye çeviriyor, niyet duyuların önüne geçemiyor, ancak iman ile teşhis edilebilir, tespit edilemez. Antropomorfizme karşı Teomorfizm. Antropomorfizm Olympos’un tanrılarıdır, onlar temsildirler, mitseldirler yani yaşanan gerçekliğin öyküleridir aslında. Bir kral yaşamıştır, güçlü kuvvetlidir, şunu bunu yaptı ama öldü gitti hatırası kaldı işte, mit budur. Yaptıkları ettikleri sonrasında hatırlanır, neler yapmıştı iyi kötü her şey hatırlanır, aykırı şeyler vb. de ama bunu doğa olayları gibi, kabulleniyor ya, dolayısıyla gerçeği kabulleniyor. Gerçekçilik. Platon realizmi ideaları gerçek kabul ettiği için, bu duyusal gerçekliği yadsıyor. Duyusal gerçekliğin dönüştürülmesi gerektiğine inanıyor, intellektus aracılığı ile. “Platon Yunan filozofları içinde peygamberce konuşan kişidir.” der İbnü’l – Arâbî, teomorfik, tanrı benzerleri yaratma. İbrânî peygamberler kanalı der ki; “Biz tanrı benzeriyiz, tanrı bizim benzerimiz değildir.” Bu ikisi arasındaki fark çok önemlidir. Tanrı bizim benzerimiz ise biz ne yapıyorsak çok iyi, Tanrı da bizim benzerimiz zaten ama niye mutsuzuz? Ne yapalım işte hayat böyle… Trajedi…
Ama Teomorfizmde Tanrı idealdir sabittir, biz ona benzemek zorundayız, o bizi aslen kendine benzer kıldı. Peki, tam âyet olarak Tekvîn’de, Tora’da der ki; “Tanrı Âdemi kendi sûretinde yarattı” . Şimdi, burada bizâtihî birinden mi bahsediyor yoksa bir türün adı mı? Yoksa daha sonraki yorumları da katarak bir gelişmenin sonunda tam da Tanrı’nın sûretine gelmiş olan varlığı mı kastediyor? Her ne ise de sonuçta Tanrı kendi sûretinde birvarlık icâd ediyor ve ona da Âdem ya da insan diyor. Şimdi biz bu önermeyi bu kitabın dışında hiçbir yerde rastlamıyoruz. Dolayısıyla iman ile ilgili bir şey, doğaya bakarak çıkartmadık, Musa bildirmese böyle bir şey bilmiyoruz. Pekâlâ, daha sonra tanrısal nitelikler içinde bir nitelik yüzünden Âdem’inTanrı benzerliği biraz daha derinleşmiş. Kendi benzerinde yaratıyor Tanrı ve iradesini de veriyor. Böyle olunca Âdem; “E ben de tanrıyım galiba” diyor ve o zaman düşüyor cennetten. Böyle olunca Tanrı muradından da mı düşüyor acaba? Tabii bunlar tamamen İman ile ilgili, mitoloji konuşuyoruz. Peki, Tanrı davasından vaz geçer mi? Şimdi “kendi suretimde” dediği nitelikleri ki İzzet’ciğim; “Tora’daki Tanrı isimleri, İncil’de Îsâ’nın isimleri oldu” diyor. “Kendi sûretimde yaratacağım” dedi ve yarattı; meğerse o mesihmiş; mesih olan, Tanrı’nın kendi benzerinde yaratacağı vaadinin bizzat kendisi. Peki, niye diğer insanlar o’nun sûretinde değil de, o özellikle. İşte o zaman putperestlik başlayabilir, nitekim öyle olmuş. Yalnız o… “Yalnız o” dedikleri için insanların önünü kestiler. Hâlbuki o patent, kâmil, herkes o’nun gibi olmak olasılığı için vaaz ediliyor zaten, onun için ruhunu döktü diyor. Herkes o Tanrı’nın niteliklerini barındıracak düzeye doğru gelişmelidir, öykü bu. Bu ikinci bölümü kabul ettiğimizde simgesel varlık olur Mesih. Simgesel demek, herkes kendisi için onu yorumlayabilir, anlayabilir veya yaşatabilir. Yok, tarihsel varlıksa o zaman sadece o oldu, o kurtuldu.
Ama “o gelip kurtaracak” diyor bir de, nasıl gelip kurtaracak ki? Benim aklımla düşünemez, benim ruhumla sevemez, benim elimle yapamaz. Nasıl kurtaracak? Böyle alıp bedeni bir yere koyabilir en fazla, dönüşümünü nasıl yapacak? O dönüşümü ancak ben kendi eylemlerimle, kendi düşüncelerimle yapabilirim. İşte tasavvuf buradan çıkıyor, tasavvuf tamamen bu. Kur’an-ı Kerim’de olmasına rağmen Müslüman İlâhiyatçılarının birçoğu bunlara müşrik diyor. “Olur mu? Bir Tanrı var bir de O’na benzer birisi varmış, böyle şey olur mu?” diyorlar. Hâlbuki Kur’an-ı Kerim söylüyor kendi sûretinde yarattığını; “ve nefahtü fihi min rûhi”, ruhundan üflediğini söylüyor. Bütün meleklere;“Âdem’e secde edin” diyor, “O’na secde etmek istemeyen şeytandır” diyor, hepsi var. Anladığın zaman şirk olmadığını görüyorsun, ikiye böldüğünde şirk başlıyor. Ama bunların inanma ile ilgili olduğunu var sayarsak o zaman insanları standartlaşmış buluyoruz. Yani insanlar standart bir akla sahip, Kant’ın tahmin ettiği gibi, o standart akılla inanıyor ya da inanmıyor. O zaman kabiliyeti vardı ve inanmadı, sorumludur. Ama eğer tarihsel varlıksa standart bir varlık değilse, insan tarihte gelişiyor, formasyon kazanıyor, kendini inşa ediyor, kemâle doğu gidiyorsa o zaman mazur görülüyor ve geldiği aşamada ancak algılayacağı biliniyor. Ondan önce algılanması beklenmiyor, pedagojik bir şey bu. Bu mutasavvıfların hoşgörüsü diye zannediliyor ama bu hoşgörü olmayan, tamamen irfânî bir yaklaşımıdır. Bunu Mustafa Nafiz Irmak Efendinin bir anekdotu ile anlatıyorum sürekli. Mustafa Nafiz Irmak hem bestekâr hem şair, İstanbul radyosunda uzun seneler hizmet vermiş, biz de öğrenci iken ders kitaplarımız içinde şiirlerini okuyorduk. Bir tamburi sınavı kazanmış gelmiş, kadroda yer almış. Aka Gündüz Kutbay, Erol Deran, Ercüment Batanay vb. birçok isim kadroda, tam bir Olympos. Bu Olympos’ta Zeus bizim Mustafa Nafiz Hoca; meczup, cezbeli bir şahsiyet. Takılıyorlar Hocaya. “Hocam diyorlar bu yeni gelen tamburi var ya Tamburi Cemil’den zevk almamış, ne buyurulur?” “Oo, o da mı zevk alacaktı yoksa?” diyor. Burada mühim bir şey var, irşad var burada. “O da mı zevk alacaktı” demek, demek ki tekâmülü orada değil diyor. Ona senfoni dinletemezsin. Amerika’da oldu bu. Bir öğretmen öğrencileri yaramazlık yaptı diye kapıyı kapatmış, iki saat Frank Sinatra dinletmiş. Mahkemeye vermişler, adamı öğretmenlikten attılar, çocuklara işkence yapıyorsun diye. Çocuklar için hakikaten zulüm, o müzik tarzını algılayacak düzeye eğitilmemiş, formasyonu orada değil. Şimdi burada pedagoji giriyor işi içine, salt felsefe değil. İşte tasavvuf pedagojik felsefedir. İnsanların o zevki, o güzeli görebilecek, o hüsnü, Allah’ın güzelliğini insan cemâlinde, sonra insan ahlâkında görebilecek düzeye eğitmek. Yoksa doğadaki bir beşer hemen kalktı bütün bunları algıladı. Ooo sen de mi algılayacaksın? Bu işin hassas tarafı.
Filozoflar sadece hakikatle ilgilenirler. Pedagojik değildirler. Hakikati hakikat düzeyinde dile getirirler, ister yap ister yapma, ister anla ister anlama hiç onların muhatabı değilsin. Onun için filozofların muhatabı sadece filozoflardır. Ama tasavvuf öyle değildir. Yediden yetmişe kahrını çekerek, arifane anlayışla, zevkle artık onu neşelendirmek için hizmet eder, ney üfler, kim için üflüyorlar bunu. Ya kendileri eğleniyorlardı bu arkadaşlar ya da gelenleri neşelendiriyor coşturuyorlardı, onlara mânâ aşılıyorlardı. O Itrî’nin devâsa musikileri hassasiyeti yükseltiyor ve telkin veriyor. Bu Pythagoras’ın okulunda birebir uygulanıyordu yani Antik Yunan’ın Pythagoras’ı, Platon’u, Empedokles’i vb. gibi birçok kişi, Antik Yunan’ı Aristo’dan sonraki döneminden ayırt etmek lazım. Bunlara bilge diyoruz, Sokrat öncesine yedi bilge derler. Sebebi bu anlattıklarımızın hepsi vardı onlarda yani Antik Yunan bunlardan arındırılmış bir dünya değildi.
Fakat daha sonra mantıkçı pozitivizm dediğimiz rasyonalizm, dünyayı düzenlemek öne çıkınca ihtiyaç en çok o olunca sanki sadece o var diğerleri yokmuş gibi bir kanaat de uyandı, bunu da düzeltmek lazım. Her şeyin hakkını vermek lazım.
İE: Tevrat’la İncil’in aslında yapısal olarak böyle bir farkı var. Birinde kitabın kendisi tanrının isimleri ile yazıldığı için kitabın kendisi kutsal diğerinde bu isimler bir insanda tecelli ettiği için kutsal olan insan. Mesajı getiren kişinin kendisi kutsal. İşte İncil yazarları, konsüller, kitaplar değiştirildi, şurası bozuldu, bunlar değil. Mahiyet bakımından Tevrat gibi incelenecek bir kitap değil İncil. Orada kişi olarak öne çıkartılan Îsâ figürü ve Îsâ’nın ağzındaki söz/kelâm, kutsal olan bu. Dolayısıyla Tertullian, Aziz Tertullian – burada kilise babalarının her biri daha sonradan Aziz ilân ediliyor yani düşmüş olduğu yerden zelil durumdan yolun kemâline ermiş kişiye aziz diyorlar- aklı tamamen dışarıda bırakıyor ve tamamen iman yönüne dönüyor. Îsâ’nın sözlerinden hareketle yapıyor tabi. İnsanın kurtuluşu imandandır, aklî faaliyetlere – belki buna toplu olarak felsefe denilebilir- güvenemeyiz bizi kurtaracak olan imandır diyor.
* Anadolu Aydınlanma Vakfı’nın 22 Şubat 2016 tarihli toplantısından alıntılanmıştır.