Prometheus, İsa ve Sokrates

Özgürlük istemi, insanın kendini bilme ve insan olma yolundaki macerasıdır. Sokrates öncesi Sofistler haklı olarak şunu sorgularlar, insan bildiği bir şeyi, biliyor olduğundan onu arama ihtiyacı duyamaz. Ve bilmediği bir şey ise onun için bir muamma olduğundan neyi arayacağını bilemez. Sofistlerin “bir şey” diyerek genele yaydıkları o “şeye” Tanrı, erdem, hakikatler, mutluluk vb. kavramlarla işaret edilse de ulaşılmak istenen en temelde özgürlüktür. İnsan her şeyden evvel yitip gitmemeyi, ölümsüzlüğü ister ve mutlu olmayı, mutluluk için de onu bu mutluluktan alıkoyan engellerden bağımsızlaşmayı arar. Bunun için de özgürlüğe yazgılı bir doğası olduğu ve ne olursa olsun özgürlüğü arayacağı söylenir.

Sofistlerin sorguladığı gibi, insan neyi arayacağını bilmediğinden dolayı özgürlük olarak özgürlüğü isteyemiyorsa, buradaki sorun özgürlük değil bilgi sorunudur. İddia edildiği gibi insan özgürlüğün ne olduğunu bilmediğinden dolayı onu isteyemezse, özgürleşmiş bir insandan, hatta özgürlüğün ne olduğundan dahi söz edemememiz gerekirdi. Halbuki insanın en temel ırası olarak özgürlüğü, insan olmanın bir zorunluluğu olarak biliriz. Öyleyse ilk özgürlük meşalesini kim yakmıştır? Kim yıkmıştır bu bilinmezlik duvarını? Ve kim kahkaha atmıştır ilk kez ölüm tanrısının karşısında?

Bilindik öyküye göre Tanrı, cennetin ortasına insan Kendisini bilmesin ve ebediyen yaşamasın diye yenmesi yasak olan bir ağaç diker.[1] Beklenen kendisine tüm imkanların tanındığı bu sonsuz bereket cennetinde insanın kendisine men edileni yapmamasıdır. Samimi ama akla ihtiyaç duymayan inanırlar Tanrı’nın, insanın bu yasağı ihlal etmemesini beklediğine inanırlar. Halbuki Tanrı bu mutlak yasağın ihlalini önlemek bir yana, onu çekici kılmıştır; “yasak” olanı bahçenin tam ortasına ve bir meyve biçiminde koymuştur. Yenmesini istemediği ve yenmesi durumunda tüm hikâyenin berbat olacağına inanılan bu ihlalin neden insana çekici kılındığı ve uzanıp dokunabileceği bir yakınlığa yerleştirildiği aynı saflıkla yorumlanır: çünkü Tanrı Adam’ı sınamak istemiştir. Tanrı neden böyle bir istek duyar? Ve neden onları, bu ilk insansıları[2] kendilerini ihlale sürükleyen bir sürüngenle aynı bahçeye koyar? Tanrı bu sürüngeni de mi denemek istemiştir? Tüm hayvanlar, varoluşlarının gereği olan doğal süreklilik uykusundayken bu sürüngen nereden çıkagelir? Bu öyküde gizlenen sır ne Tanrı’dadır ne de insandadır. Sır yılanın dilindedir: “… ebediyen ölmezsiniz!”[3]

Tanrı en baştan insanın yüreğine kendi özgürlüğünü arayıp bulmanın isteğini koymuş ve bu yolla kendisine ulaşmasını beklemiştir. Özgürlük baştan verili olamaz, zira kazanılmamış olan özgürlük, doğal ve bilinçsiz özgürlüktür. Kavramı gereği buna özgürlük de denilemez. Özgürlük insana kendi dışından verilemez ama özgür olma isteğinin ateşi yakılabilir. Bu simgesel öyküdeki sürüngenin zekâsı ve teşviki buna işaret eder. Hakir görülen bu sürüngen insana özgürlüğün ateşini sunan ruh, insan olmanın anahtarını uzatan mukaddes bir sestir. O yılan ki, Tanrısal olanı insana açan bir rahmet, insan olma onurunu bahşeden bir dosttur ve asla sıradan bir sürüngen değildir. Onun sürüngenliği insanın gözünü ilk açışında aynada kendine dair tanıklığından ibarettir. Zira insan olma serüveni gözün bu ilk açılışında, kendini aşağılık, hatta aşağılardan da aşağıda olduğunu fark etmesiyle başlar. Ve sürüngen tüm yolculukta suret değiştirir. Nihayetinde onun Kadir-i Mutlak olan Yaradan olduğuna müşahede edilir. Zâten, bu yılanın Tanrı’dan ayrı olduğunu düşünmek de şirk olacaktır.

Prometheus Olympos’un kudretli ve dehşetli Tanrılarına nazaran zekâsıyla öne çıkan, kudretini zekâsından alan ölümsüz bir Tanrıdır. Prometheus, Zeus’a isyan eden ve bu isyanlarının neticesinde Zeus tarafından öldürülen Titanların soyundandır. Zeus, Prometheus’u ayrı tutup onun isyanını affetse de o geçmişinin izlerini unutmaz. İsyanının bir emaresi olarak kendi gözyaşıyla yoğurduğu balçıktan insana biçim verir. Yaptığı insan kendisine aciz görünür. Acziyetine acıdığı insan için Hephaistos’un alevler saçan ocağından bir kıvılcım çalar ve onu insana armağan eder. Bu yaptığından dolayı Tanrı Zeus tarafından bir dağda[4] zincire vurulur. Tanrıların görevlendirdiği bir kartal her gece zincire vurulu Prometheus’un yeniden oluşan karaciğerini kemirmektedir. Onu mahkûm edildiği esaretten ve işkenceden Zeus’un oğlu ölümlü yarı tanrı Herakles kurtarır. Herakles bu kartalı bulur ve onun karaciğerini yer. Zeus bu şekilde cezası sonlanan Prometheus’u affeder ve onu yeniden ölümsüzler arasına alır.[5]

Kendi hikayesinde Prometheus, insana insan olma olanağını tanıyan merhametli sürüngen gibidir. Zeus’a karşı olan isyanından ve bu çekişmedeki zaferinden dolayı Prometheus ismine layık görülmüştür. Prometheus ismi “pro” ve “metheus” kelimelerinden oluşur. Metheus sözcüğünün yakın kökeni, “matematik” sözcüğünün de kökü olan, Yunanca “öğrenmek” anlamındaki “math”tır.[6] Prometheus’a atfedilen bu “önceden öğrenen/bilen” anlamındaki isim onun akl-ı evvel olduğuna da bir işarettir.[7]

Görüldüğü gibi burada insanı balçıktan yapan ve bu balçığı göz yaşlarıyla yumuşatıp, ona ateşi veren Prometheus’tur. Genel kanı insana emanet edilen bu ateşin bilgi olduğu yönündedir. Herakleitos’un bildirdiği üzere bu ateş Logos’tur ve logos sadece bilgi değildir. Herakleitos’un logos kavramı varoluşlara hareket veren dinamik töze işaret eder; onun ateşi bir metafordur. Herakleitos’un ateşi arkhe olarak devinimin simgesidir. Tüm var oluşların içinden doğduğu, onlara dinamiğini veren devinim ve devinimin de sürekliliğini sağlayan tözdür. Tüm değişimin tözü olarak çekişmenin ruhudur. Ateş yaratılmamıştır. O değişim ve dönüşümün simgesidir. Dönüştüren ama kendisi dönüşmeyen olarak tanrısallığa gönderme yapar.

Herakleitos’un ateşi logos ve devinimin birliğidir. Logos; kelam, akıl ve yasanın birliğidir. Devinim ise canlılık, ruh ve harekettir. Bu kavramsal zeminden hareketle Prometheus’un insana lütfettiği ateş tinsel insanın varlık zeminidir; ruhtur, anlayıştır, vicdandır, cesarettir… Bu nedenle Prometheus Zeus gibi bir Tanrı değildir. Yunan mitlerinde o, insana ateşi sunan, insanın yapıcısı ve onu şekillendirendir. Diğer yandan tasavvufi bir okumayla Prometheus’un tam da Zeus olduğunu ama onun zekâsı olduğu yorumunu yapabiliriz. Bu yoruma göre Prometheus, Zeus ile tipolojik bir karakter kazanan Tanrısal (tümel) Zekânın insandaki görünümüdür. Yani Prometheus’un insana sunduğu ateş kendisidir ve o tümel zekâdır.

Dinî terminolojide bu bilgiyi veya haberi insanlara ulaştıranlar nebilerdir. “Neb” haber, “nebî” haber getiren, haberci anlamına gelir. Her haber Tanrı’nın izniyle insanlara ulaşan bir bilgi olduğundan bu bağlamda haber ile bilgi arasında da büyük bir ayrılık bulunmaz. Nübüvvet (peygamberlik) bu anlamıyla haberciliktir. Yine Yunan mitlerinden tanıdığımız “haberci” ve “hırsız” Hermes’in karakterinde buluşan bu iki nitelik, Prometheus’un öyküsünden pek uzak değildir. Hermenötik bir okumayla Hermes’in, Tanrı Apollon’dan çaldığı ineklerin, Apollon Tapınağının kulları veya dini terminolojiyle Apollon’un ümmeti olduğu yorumunu yapmak mümkündür.[8] Zira Tora’da geçen öyküde Musa kayınpederi Yetro’nun (Şuayb’ın) sürüsünü güder.[9] Tora hermenötiği bu sürünün Yetro’nun halkı (talipleri) olduğu yorumunu yapmamıza müsaade eder. Zira Kral Davud, Musa’ya gönderme yaparak: “Kendi kavmini koyunlar gibi götürdü ve çölde onları sürü gibi güttü” ifadesini kullanır.[10] İnsan, hayvan değildir. Bu nedenle güdülmez ama nezaret edilir. İnsanı gütmek onu köleleştirmek anlamına gelir, ona nezaret etmekse yol göstermek, kendi yürüdüğü yolda ona destek olmak demektir. Bu, İbranice bereket (beraha/berahot) kavramını ihtiva eder. Kur’an’da anılan “Râinâ (bizi gözet) demeyin, unzurna (bize bak), deyin”[11] ayeti de yine buna işaret eder. Gözetmek kişiye sorumluluk vermeyerek olgunlaşmasına engel olmak, yetişkin bir birey olmasının önünü kesmek demektir. Mezmur’da kullanılan güdülen sürü ifadesi bu nedenle metafordur.

“… Kendi kendilerini gütmekte olan İsrail çobanlarının vay başına! Çobanların güdeceği koyunlar değil midir? Yağı yiyorsunuz ve yünü giyiyorsunuz, semizleri boğazlıyorsunuz ve koyunları gütmüyorsunuz. Zayıfları pekiştirmediniz ve hasta olanı iyi etmediniz, kırık olanı sarmadınız ve sürülmüş olanı geri getirmediniz ve kaybolanı aramadınız; ancak kuvvetle ve şiddetle onlara hâkim oldunuz. Ve çoban olmadığı için dağıldılar ve kırın bütün canavarlarına yiyecek oldular ve dağıldılar. Her dağda ve her yüksek tepe üzerinde koyunlarım avare dolaştılar ve koyunlarım bütün yeryüzüne dağıldılar. Soran da yok, arayan da yok. Bundan dolayı, ey çobanlar, Rabbin sözünü dinleyin: Varlığım hakkı için, Rabbin sözü, mademki çoban olmadığı için koyunlarım çapul edildiler ve koyunlarım kırın bütün canavarlarına yiyecek oldular ve çobanlarım koyunlarımı aramadılar ve çobanlar koyunlarımı gütmediler de, ancak kendi kendilerini güttüler; bundan dolayı, ey çobanlar, RABBİN sözünü dinleyin: Rab şöyle diyor: İşte, ben çobanlara karşıyım ve onların elinden koyunlarımı arayacağım ve onların koyunlarımı gütme işini sona erdireceğim; ve artık çobanlar kendi kendilerini gütmeyecekler ve onların ağzından koyunlarımı kurtaracağım ve onlara yiyecek olmayacaklar…”[12]

Gerçekte sürünün sahibi Rab’dir[13] ve Rabbin “söylenmesi yasak olanı” söylemek için çobanları vardır. Rab kendi yasağını ihlal eder mi? Hayır, ama yılan örneğinde olduğu gibi Rab ihlal etmez, ancak ihlale izin verir ki insan, özgürlüğüne yol bulsun. Eğer bu çobanlar Allah’ın izzetini değil de kendi izzetlerini ararlarsa; Allah’ın sürüsünü Allah’a davet etmez de kendi çıkarlarına alet ederlerse ve bu tutumlarından dolayı sürüdekiler kaybolur ve yollarını bulamazlarsa suçlusu çobanlardır: “Kâhinler: RAB nerede? demediler ve şeriatı ellerinde tutanlar beni tanımadılar ve çobanlar bana karşı günah işlediler…”[14] Dolayısıyla ateşin “çalınması” ve onun layık olanlara iletilmesi Tanrısal bir görevdir. Bu görev yine ve ancak Tanrının görevlendirdiği kişilere (maşiah); çağrıyı yüreklerinde duyanlara aittir. Bu bağlamda Prometheus Yunus, Yeremya, Daniel gibi bir mesihtir.

İncil’de İsa’nın, Tanrısal ateşi alıp insanlara sunan bir diğer Prometheus olduğuna tanık oluruz. Prometheus’un öyküsündeki Olympos Dağı, İsa’da bir yanda Romalılar, diğer yanda dinî gruplar (Saddukiler ve Ferisiler) olarak belirir. Burada dağ sembolü, devleti ve yöneticileri simgeler. Dehşetli Olympos tanrıları Romalar ve ateşi (bilgiyi) elinde tutan Hephaistos ise din adamlarından oluşan Sanhedrin yani ruhbanlardır. İsa yargılanır ancak dînen yanlış bir şey söylediği için değil. Zira sözleri şeriata göre küfür değildir.[15] Şeriat mahkemesi onu küfür ile suçlasa da[16], İsa’nın söylediği “Tanrı’nın oğulluğu” yakıştırması Efendilerinin İsrailoğullarına yönelttiği ve Tora’da birden çok kez tekrarlanan bir unvandır.[17] İsa’nın üzerindeki hüküm, sözünün yanlışlığından değil ama bir ihlalden kaynaklanır. İsa’nın ihlali, insanlığın hakkı olan bilgiyi, onu gasp edenlerin elinden alıp halka iletmekten ibarettir: “Vay başınıza, Yazıcılar ve Ferisiler, ikiyüzlüler! Zira siz göklerin melekûtunu insanların yüzüne kapıyorsunuz. Kendiniz girmediğiniz gibi kimseyi de bırakmıyorsunuz ki girsinler.”[18]

İsa, Tanrı’nın sözünü; Tora’yı halka ulaştırdı. Tora, İsa’dan önce de Yahudi halkı tarafından bilinir ve sinagoglarda okunurdu, ama onun mahiyeti bilinmezdi. Zira halkın egzoterik, yani Tora’ya ait yüzeysel bir bilgisi vardı. Ancak irfaniyeti yoktu ve akılları gelişmemişti.[19] Kitabın sözleri sadece bu ilme sahip olan din adamlarına açıktı ve bu din adamları bir ruhban sınıfı oluşturuyordu. Tıpkı Prometheus öncesinde de dünyada ateşin olması ama onun sırrına sahip olunmaması ve bu bilgiye ancak Olympos tanrılarının sahip olması gibi. İsa, ruhbanların ellerindeki ateşi aldı ve onu dinleyenlere verdi. Yani İsa en basit ifadesiyle “hırsız” ve “haberci” denilen Hermes’in yaptığını yaptı; insanlara kitabın sözlerini tercüme etti (hermenötik). Onu “yere indirdi”, yani halkın anlayabileceği şekilde anlattı ki onu anlasınlar, anlayışları imanı doğursun ve iman ile de kurtulsunlar.

Buna karşın hahamların kaygılarının da yersiz olduğu söylenemez. Tora’nın gerçekten Tanrı’nın sözü olduğuna iman eden bir alim, onun yere düşmesine izin veremez. Yere düşmek; sözün düşüşü[20], sözün halka inişi, ayaklar altına alınışı, değer bilmezlerin, layık olmayanların elinde itibarsızlaşması anlamına gelir. Üstelik İsa, sözü yalnızca İsrail halklarına değil, tüm milletlere açmıştır.[21] Bu da Tora’nın ihtiva ettiği manaya, işaret ettiği ilahi plana dair hiçbir fikri olmayan toplumların bu sözle tanışması anlamına gelir. Nihayetinde beklenen olur; İsa’nın ruhani ve manevi olarak ne dediğini anlamayan toplumlar ondan tinsel kurtuluşu değil ama bedensel arızalarının giderilmesini talep ederler.[22] Ancak İsa’nın önemle tekrarladığı husus, bu açılımın kendi tasarrufunda olmadığı ama Tanrı’nın eliyle olduğu yönündedir. Velhasıl kelamı o gün yanında olup dinleyenlere açılmasa da devam eden yıllar göstermiştir ki kendisini görmeden iman edenlere; Pavlus’a, Agustinus’a, Origenes’e ve daha nicelerine açılır.

Halka vaaz ettiği dönemde ise İsa’nın sunduğu bu bilgi evlere ateş düşürmüş, babayla oğul arasına, anasıyla kızı arasına ayrılık getirmiştir.[23] Kendisi de açıkça selâmet değil, fakat kılıç getirmeye geldiğini belirtir. Bu ayrılık sürüden koparak birey olma mesuliyetini getirir. Sürüden ayrılanı kurdun kaptığı bilinen bir gerçektir, ancak İsa bunu inkâr etmez ve uyarır: “Sizi kurtların arasına koyunlar gibi gönderiyorum. Yılanlar gibi akıllı ve güvercinler gibi saf olun.”[24]

Bireyleşmek risk almaktır. Sorumluluk almayı, yalnız kalmayı, kendi kararlarını vermeyi gerektirir. Diğer yandan kendi ayakları üzerinde durmayı ve kendi ateşiyle ısınmayı da getirir. Denilebilir ki, İsa dağda büyük bir ateş yakmış, dileyen bu ateşe yaklaşmış ve kendi öz benliğine dair bir bilgi bulmuştur. Bu ateş Musa’nın Horeb Dağında Rabbinin sesini duyduğu ateşten[25], ya da İbrahim’in oğlu İshak’ın sırtına yüklediği ateşten[26] farklı değildir. Onlar inisiyeydi, İsa ise halka açtı. Yine de onun sözünü inisiye olanlar; sözü anlamaya gayret eden ve anlayışın risk ve sorumluluğunu giyinenler duydu ve yaklaştı.

Tam da bu nedenle, eğer felsefenin bir Prometheus’u varsa bu onur mutlaka Sokrates’e ait olmalıdır. Zira Sokrates de tıpkı Prometheus gibi dağdaki ateşi çalarak insanları uyandırmaya çalışmıştır. Kendisinin de içinden geldiği geleneğe ait olan ve sadece seçilmişlere lütfedileni halka açar. Bir anlamda aydınlanmanın meşalesini, sırlanmış mabet duvarından alarak Atina sokaklarına taşır. Sokrates’in akıllara çaldığı ateş ezoterik bilgidir.

Sokrates bir filozof olarak ünlenmeli ve ismi tarihte bununla yüceltilmelidir. Sokrates kendisine atfedilecek tüm unvanlardan evvel bir filozoftur! Yaşamı sorgular ve sorgulanmamış bir yaşamı yaşamaya değer bulmayan samimi bir insandır. Bu nedenle gnostik ve ezoterik yanı onun onurlu bir filozof olduğu hakikatini gölgelememelidir. Diğer yandan o Daimon’un peygamberi, Tanrı’nın ilham ve varidatlarına mazhar kıldığı bir mürşid-i kâmildir.

Sokrates yetmişli yaşlarda, Yunan Tanrılarını reddetmekle suçlanarak mahkemeye çıkarılır. Diyaloglarında Sokrates’in tanrıları inkâr ettiğine dair tek bir bilgi dahi geçmez. Hatta sorgulamada sürekli tanrılara gönderme yaparak, karşısındakinin iman ve itikadına olan saygısını da dile getirir. Asıl sorun bunlar değildir. Sokrates gençleri etkiler. Bu gençler eğitimli ve gelecekte ülke yönetimine aday olacak seçkin, nitelikli ve gelecek vaat eden gençlerdir. Sokrates bu gençlerle konuşur ve onları etkiler. Platon’un Devlet adlı eserinde Sokrates gençlerle ideal bir devletin nasıl olması gerektiği üzerine konuşur. Yergiler üzerinden daha iyi bir devletin imkanlarını sorgular. Dolayısıyla daha iyi bir devletin imkanlarını ararken, mevcut yöneticilerin de iyi ve mutlak olmadıklarını söylemiş olur. Bu da yöneticiler için bir tehdittir. Öyleyse Sokrates’in suçlandığı asıl husus, Pantheon’un Tanrılarını inkâr etmesi değil, bu tanrılar ile özdeşleştirilen yöneticilerin ilahiliğini sorgulamasıdır. Dolayısıyla da yargılama dinsel değil, siyasi bir mahiyettedir.

Hegel’in tespitine göreyse Daimon devletin biliciler (kâhinler) aracılığıyla danıştıkları bir kaynaktı. Zira kişiler geleceği göremezler ve en doğruyu bilemezler. Bunun için Daimon’a; mekânı bilinmez bilgi kaynağına danışırlar ve Tanrısal ilhamla kendilerine bildirilene göre yaparlardı. Sokrates’in, Daimon’un aracısız olarak kendisine bildirdiğini söylemesi, tam da devletin karşı çıktığı, Tanrı’nın insanda taşınıyor olduğu fikriydi. Öyle ki Sokrates Daimon ile olan bu münasebetini ortaya koyuncaya dek “Tanrı” devlet yöneticilerinin tekelindeydi. Bu durum Sokrates’in tanrıları değil ama devleti inkârı olarak düşünülmelidir. Hegel bunu şöyle ifade eder:

“Sokrates, Daimon’una kendi Tanrısı demese de Greklerde yargının bireyselliğinin girdiği yol buydu; onlar bunu bireyin olumsallığı (keyfiliği) olarak alıyor ve dolayısıyla da koşulların olumsallığı dışsal olduğu için yargının olumsallığını da dışsal bir şeye çeviriyorlardı. Yani bireysel-istencin doğrudan olumsal olduğunun bilincinde olarak bilicilere danışıyorlardı. Ama Daimon’unu kendi-bilincinde-taşıdığı-için, yargının olumsallığını kendine yerleştiren Sokrates, böylelikle Greklerin yargılarına zemin oluşturan dışsal-evrensel-Daimon’u ortadan kaldırmıştı… Ksenophanes’in bildirdiğine göre: Sokrates, ona ne yapması gerektiğini gösteren Tanrı’nın sesini duyması bakımından, yeni Daimon’lar getirdiği ile ilgili suçlaması konusunda kendini suçlayanlara; kuşların çığlık ve uçuşları, insanların söylemeleri (Pythia’nın sesi gibi), kurbanlık hayvanların iç organlarının durumu, gök gürlemesi, şimşek çakması, falcılarca tanrısal bildirimler olarak onanmıyor mu? diye sorar. Tanrı’nın geleceği önceden bildiğine ve eğer istiyorsa, onu bu yollarda açığa vurduğuna, Sokrates gibi herkes de inanmaktadır; ama Tanrı geleceği başka türlü de açığa vurabilir. Sokrates, Tanrı’nın sesini işittiğini ileri sürerken yalan söylemediğini, genellikle kendisine söyleneni duyurduğunu, dostlarının tanıklığından kalkarak gösterebilmiştir; sonuçları bakımından bunun sürekli doğru olduğu görülmüştür.”[27]

Böylece Tanrıları inkâr etmekle suçlanan Sokrates, aslında Tanrı’nın sesi olmakla yargılanır, İsa gibi. Zira yine Hegel’in dediği gibi “Sokrates’in doğrudan kendisinden kaynaklanan yargısı, bilinçdışı bir itki biçimiyle niteleniyordu. Sokrates’in cini, Sokrates’in kendisi, sanıları veya inancı olmayıp, dışsal değil ama öznel bir bilicidir. O, kendinin bilicisidir.” Zira “Daimon evrenselliği ile aynı derecede bilince gelen anlığın bireyselliğidir.”[28]

Böylece Prometheus’un Olympos Dağından çaldığı ateşin, Hermes’in insanlığa verdiği haberle ve İsa’nın bu haberin bizzat kendisi olduğu; bu Tanrısal haberin insanda olduğu ve bizzat insanın kendisi olduğunu söylemesi ve yine Tanrının bilinmesinin insanın kendi varlığını bilmesinden ayrı olmadığını söyleyen Sokrates’in Kendi Bil (Gnothi Seauton) nidası hikmet ve anlayış açısından birdir. Bu insanları ve daha nicesini birbirine bağlayan görünmez ama sağlam bağ[29] Bâtıni Geleneğin gümüş kordonudur[30].

Ek. Karaciğer

Ezoterik Geleneğin simgesel diline aşina olanlar, kutsal metinlerin de bu sembol diliyle yazıldığını bilirler. Sembolik dil egzoterik açıdan pek önem taşımayan ama ezoterik olarak oldukça önemli birçok sembolü barındırır. Yukarıda işaret edilen birbirinden bağımsız öyküler arasında bağ kurmaya yardımcı olacak bir sembol karaciğerdir. Görevli bir kartalın her gün yeniden Prometheus’un karaciğerini yemesi ve karaciğerin kendini her gün yenilemesinde, İsa’nın çarmıhta son soluğunu verdikten sonra ölüp ölmediğini kontrol etmek için Romalı askerin mızrağını İsa’nın karaciğerine[31] saplaması[32], Sokrates’in içtiği zehrin karaciğer fonksiyonlarını durdurmasında kullanılan ortak bir semboldür.

Prometheus’un karaciğeri sürekli yenilenir. Bu, karaciğeri sağlıklı her insan için geçerli olan bir yenilenmedir (rejenerasyon). Karaciğer, büyük bölümleri alındıktan sonra dahi kendisini yenileyebilen tek organdır. Prometheus’un mitinde yenilenen karaciğer bir organ olarak bugün tıbben bilinen bir mucizeyi ifade etmesinin yanında, mitin sembolik anlamı bununla sınırlı değildir. Karaciğer hayatiyetin merkezidir. Karaciğerin yitirilmesi, hayat içindeki varlığın yitirilmesidir. Prometheus’un bir benzeri Mekke kâfirlerinden Ebû Süfyân’ın karısı Hint’in kölesine öldürttüğü Hamza’nın, bir meydan okuma olarak karaciğerini yemesi gösterilebilir. Zeus’un, egemenliğini kabul ettirmek için bir kartala Prometheus’un ciğerini yedirtmesi ve onu kurtarmaya gelen Herakles’in bu kartalın ciğerini yemesi ile Hint’in Hamza’nın ciğerini yemesi benzer bir durumdur. Dağın üzerindeki kartal, Kral Zeus’un tanrısal hiyerarşinin tepesindeki iradesini ve hakimiyetini simgeler.

Kabala ezoterizmi ruhu üç bölümde ele alır. Canlılığı ifade eden Nefeş ruhun duyusal ve duygusal alemle olan bağlarını, Neşemah ile Tanrısallıkla, ulviyetle olan tinsel, mânevi bağları, Ruah ise insanın tinselliği ile duyusallığı arasındaki bağı ifade eder. Özünde ruh parçalanmaz, bölünmez bir bütündür. Kategorik gibi görünen bu ayrım ruhun biçimsel özelliklerine ve mahiyetine göre yapılan bir ayrımdır. Yine Kabala simgeselliğinde tinselliğin merkezi olan akıl, düşünce insan bedeninde kafaya, yani beyine oturtulur. Can karaciğere, hareketlilik kalbe (tekallüb) yerleştirilir. Neşama kafa, Ruah kalp ve Nefeş karaciğer ile temsil edilir.[33]

Bu durum Kral’ın İbranicesi olan melech (Arapça melik) kelimesinde imlenir. Melech, beyin (moah), kalp (lev) ve karaciğer (kaved) kelimelerinin baş harflerinden oluşur. “Melech” İbranicede Mem, Lamed, Kaf harfleriyle yazılır.

Kral olan kişi aklını, iradesini ve duygularını ölçülü kullanabilendir. Zira kral adaleti temsil eder ve gelenekte bu kral “adaletli kral” olarak isimlenir. Adalet, ölçünün ve ölçülülüğün kavramıdır. Kral ise ancak Tanrıdır, çünkü o varoluşların sebebi ve varlığın bizzat kendisidir (Melech LeOlam). Diğer tüm krallar bu tanrısallığı kendilerinde tecelli ettirdikleri ölçüde temsili krallardır.

Kabalaya göre bu üçlü hiyerarşik bir sırada ilerler. Bilinci beyninden kalbine ardından karaciğerine inen; yani zihni duygularını kontrol eden ve nasıl hareket edeceğini belirleyen bir kişinin “kral” olduğu zira hem kendini hem de bedenini kontrol edebildiği söylenir. Bu sıralama tersine dönerse; yani bedensel işlevler duyguları oluşturuyorsa ve bu da tatmin bulmak için zihni ele geçiriyorsa, melech kelimesinin tersten yazılışı olan “kelem” kelimesi ortaya çıkar ki bu da “utanç” demektir.

Üç farklı öykünün karakterleri de utanç duymaya ve davalarından vazgeçmeye zorlanmıştır (temptation). Onlar ise utanç duyacakları bir şey yapmadıklarını, kendilerinde tecelli eden tanrısal iradeyi inkâr etmeyeceklerini bildirdiler. İsa’da tecelli eden Baba, Sokrates’te Demon’dur ve bu tanrısallık Prometheus’ta ateş, İsa’da ruh, Sokrates’te erdemdir (arete).

Öykülerin sonu farklı bitmiş gibi görünür. Prometheus Herakles tarafından kurtarılır, İsa ve Sokrates ise kurtarılmayı reddederler. Yine aşırı bir yorumla söylenebilir ki, Prometheus ateşi çalan cesur bir insan olarak ölür ve bir tanrı arketipi olarak yeniden ama bu sefer ruhta doğar. İsa’nın bedende ölüp ruhta dirilmesi gibi. Bu ölüm hadisesinin her şeyin sona erdiği kederli bir son mu, yoksa gerçek insanın doğuşu mu olduğu ölümlüler için bir muammadır. Sokrates’in savunmasını bitirirken kullandığı cümle gibi:

Şimdi Ey Atinalılar! Ben ölmeye gidiyorum, sizler ise yaşamaya. Ve bilemez Tanrı’dan başka hiç kimse, bunlardan hangisinin daha iyi olduğunu…

[1] Tora, Tekvin 2:16-17

[2] İnsansıdırlar çünkü henüz insan olmamışlardır. İnsan, özgür olana denir. Âdem ile Havva henüz insan olmaya iyedirler ancak özgürlük maceraları başlamamıştır. Onların “insanlığından” ancak kovuluş sonrası, kendi emekleriyle var olmaya başladıktan sonra söz edebiliriz.

[3] Tora, Tekvin 3:3

[4] Bu dağın Kafkas Dağı olduğu söylenir

[5] https://www.ancient.eu/Prometheus/

[6] https://www.etymonline.com/word/prometheus

[7] Bu ismin uzak kökeninin ise Sanskritçeye dayandığı düşünülür. Sanskritçede “yakmak” anlamında kullanılan “mathaya” Grekçedeki “metheus” sözcüğünün mitolojik kaynağını açıklar.

[8] Atlas’ın kızları Pleiadların en küçüğü Maia ile Zeus’un oğlu Hermes, Arkadia’da Kyllene dağındaki bir mağarada doğar. Şaşırtıcı biçimde hızla büyüyerek küçük bir çocuk olur ve annesi arkasına dönmeden kundağını çözüp, beşiğinden kalkarak mağaranın dışına çıkar. Çiçeklerle, böceklerle ve kuşlarla konuşur. Suya doğru yürüyen talihsiz bir kaplumbağanın kabuğunu boşaltıp koyun bağırsağından yedi tel gererek, ahenkli ve hoş sesler çıkaran liri icat eder. Mutlu bir şekilde şarkı söyleyip, oynar: “Neşe, sevgi ve tatlı uyku, Hermes’in lirini çalmasından doğan büyüleyici şeylerdir.” Karnı acıkınca Teselya’da sürülerin koruyucusu, ışık, güneş, denge, müzik, uyum ve kehanet tanrısı Apollon’un hayvanlarını otlattığı yerden elli inek çalar. Anlaşılmaması için de gece boyunca hayvanları geriye doğru yürütür ve kendisi de izleri silinsin diye ağaç dallarından ördüğü sandaletlerini giyer. Yaşlı bir adam onu görünce, kimseye söylememesini tembihler ve tehdit eder. Kandırma ve oyun oynama konusunda usta olan Hermes ineklerle Alphenios ırmağına gelir ve onları mağaraya kapatır. İkisini kesip kızartır ve on iki büyük tanrıya sunar. Ete düşkün olmasına rağmen ölçülü ve düşünceli davranarak kendisi için ayırdığı küçük bir parçayı yer. Sandaletlerini ırmağa atar ve mağaradaki odasına anahtar deliğinden sonbahar esintisi gibi süzülerek girer. Tekrar kundağa sarılır ve elindeki liri ile bebek beşiğine uzanır. (Bknz. Nalan Yılmaz, Hırsızların Hilekâr Tanrısı Hermes. 2018- https://nalanyilmaz.blogspot.com/2014/03/hrszlarn-hilekar-tanrs-hermes.html )

İneklerinin çalındığını anlayan Apollon, yaşlı adamdan bunu Hermes’in yaptığını öğrenince mağaraya gelir. Maia’nın yanında küçük hırsızı suçlar ama sinsi Hermes inkâr eder: “Sözlerin saçmadır senin; daha dün doğdum, ayaklarım dayanıksızdır, basacağım toprak da taşlıdır.” İkna olmayan Apollon, onu alıp Zeus’un karşısına çıkarır. Masum gibi görünüp Zeus’a da yalan söylemeye devam eden Hermes, çalınan ineklerle hiç ilgisi olmadığını anlatır: “Baba, şimdi saçma sapan bir öykü dinleyeceksin. Ben açık yürekliyim, yalan dolan da bilmem.” der göz kırparak. Zeus oğlunun sevimli şeytanlıklarına gülse de adaletli davranarak Hermes’in kılavuzluğunda ineklerin hemen bulunmasını emreder. Hayvanların kayaya asılmış postlarını görüp dehşete kapılan Apollon’u yatıştırmak için Hermes ona lirini verir. Apollon ise karşılığında bolluk ve habercilik sembolü olan altın bir çoban değneği armağan eder. Aralarındaki anlaşmazlık da çözüme ulaşır.

[9] Tora, Çıkış 3:1

[10] Tanah, Mezmurlar 78:52

[11] Kur’an-ı Kerîm, Bakara Sûresi 2/104

[12] Tanah, Hezekiel 34:2-10

[13] Tanah, Hezekiel 34:17, 22

[14] Tanah, Yeremya 2:8

[15] İncil, Matta 26:59-61

[16] İncil, Matta 26:64

[17] Tora, Çıkış 4:22, Tesniye 14:1

[18] İncil, Matta 23:13

[19] Tora, Çıkış 32:3-5, 33:3

[20] Bkz. Jacques Ellul, Sözün Düşüşü. Çev. Hüsamettin Arslan, Paradigma Yay., 2012.

[21] İncil, Markos 13:10

[22] İncil, Matta 10:7

[23] İncil, Matta 10:34-36

[24] İncil, Matta 10:16

[25] Tora, Çıkış 3:2-3

[26] Tora, Tekvin 22:6-7

[27] Hegel, George W.F., Felsefe Tarihi.

[28] Hegel, George W.F., Felsefe Tarihi.

[29] Sağlam ip; Hablü’l metin

[30] Tanah, Vaiz 12:6

[31] Metinde karaciğer kelimesi doğrudan kullanılmaz. Bunun için böğrüne, karaciğerinde içinde bulunduğu bölüme işaret edilerek “yan” ifadesi kullanılır: “Asker mızrağını İsa’nın yanına sapladı”. Bu yan için Latince latus, Yunanca πλευρὰν (http://www.newadvent.org/bible/joh019.htm – 2018), İbranice צדו kelimeleri kullanılır.

[32] İncil, Yuhanna 19:34

[33] https://www.chabad.org/kabbalah/article_cdo/aid/604846/jewish/Mystic-Math-the-Name-of-Jacob.htm