Öykücü

Hızır’la Musa’nın efsanevi öyküsü, Kuran-ı Kerim’in en önemli deneyimlerinden birini sunar [1]. Öykü, özet olarak aklın temsilcisi konumundaki Musa’nın, hakikati temsil eden Hızır karakteri karşısındaki durumunu anlatır. Musa, aklın ve toplum düzeninin mimarı ve bu yapı içinde adaletin gereğini sorgulayan moral bir karakterdir. Hızır ise olguların ardında, çoğu zaman akıl ile kavranılamayan hakikatleri bilen irfan sahibi bir zâtı temsil eder. Musa, bu yolculukta tanık olduğu şeyler karşısında Hızır’ın duruşunu ve eylemlerini eleştirir. Yine de Hızır’ın tutumu onu heyecanlandırır ve bulunduğu mertebenin idrakine erebilmek adına itiraz ve şikâyet etmekten sakınır.

Öyküde yer alan bu karakterlerin, sınırları net bir şekilde çizilen belirli olguları ve bu olguları anlamlandıran, deneyimleyen şuurları gösterdiği açıktır. Yani Musa ve Hızır yalnızca mitsel birer kişiyi değil, ama o kişilikler altında toplanan tüm karakterleri, toplumları ve olguları da içerir. Yine de gözden kaçan üçüncü bir kişi daha vardır, o da bu karşılaşmayı aktaran öykücüdür. Ve şüphesiz, her iki karakteri de anlayan ve öyküsü içinde tam da olması gerektiği biçimiyle kişileştiren öykücü, bu karakterlerin her ikisine de sahip olup, onlarda içerilmeyen, hatta nübüvvetlerine aşkın bir makamda durarak bu öyküyü anlatmaktadır.

Öyküde Musa toplumu, Hızır ise bireyi temsil eder [2]. Her ne kadar toplumu oluşturan, bireylerse de, bu öyküde Hızır toplumun üzerinde bir bireyselliği temsil etmektedir. Musa aklın yolunu takip eder ve Hızır’ın eylemlerini yasa karşısında olumsuz görür. Ve görüşünde haklıdır. Zira Hızır kalpleri bilendir. Ancak yasa kalbe göre değil, tahakkuk eden fiillere göre hükmeder. Bu nedenle Musa’nın itirazı onu bir toplum kurmaya ve adalet ilkesine göre yaşamaya götürür. Hızır’ın bilgisi toplumsal değil, ama irfânidir. Musa’yı aklını kullanabilen herkes bilir, Hızır’ı ise ancak Hızır anlar.

Öykücü her ne kadar Hızır’ın hikmetini Musa’nın aklına üstün tutan bir dil kullansa da her ikisinin de mertebesinde hak olduğunu bilir. Bu karşıtlığı koymasının nedeni hukukun salt aklı temel aldığında yanılgıya düşebildiğini, ama akl-ı hikmetin ve ilâhi adaletin kalbî bir mahiyeti de olduğunu ifşa içindir. Yine de şüphesiz en emin ve beşeriyete emrolunan yol, Musa’nın yoludur. Hızır’ın dersi bu yolu ikmal eden Musa içindir. Musa olmadan Hızır’la yol sürmek isteyen yeni yetme talipler, tasavvufun en kudretli kelâmlarını ağızlarına dolayan şuursuz kadercilere dönüşürler.

Bu nedenle öykücü, öyküsünde Musa’nın Hızır’ı anlamasına olanak tanımaz. Hızır, Hızır olarak ve Musa, Musa olarak kalır. Nihayetinde ne Hızır’ı toplum için telef eder ne de Musa’yı hakikat uğruna feda eder. Öykücünün bu tavrına İslam’da teslimiyet denilir. O, ne Musa gibi sadece görünene göre şehadet eder ne de Hızır gibi bireylerin yazgılarına mâni olur. Diğer yandan ne Musa’nın şahadetini hiçe sayar ne de Hızır gibi, kişileri yazgılarına terk eder.

Şahit olmadıklarımızı söylemekten Allah bizleri korusun, ama şahit olduklarımızı da anlamaya ve anlatmaya muktedir kılsın… Gördüğümüz odur ki; öykücünün yolu irfâniyet olduğundan o ancak hizmet eder; Gemicilere dümeni tutmayı ve deryada yol sürmeyi gösterir, ancak yolu bulmayı kendilerine bırakır. Ama bulurlar, ama bulmazlar. Kendilerine kalmış… Çocuklara duvar örmeyi öğretir. Diler ki hazinelerini sırlayacak duvarı kendileri örsünler. Ama örerler, ama örmezler. Kendileri bilir… Ebeveynlerine azgınlık ve küfr ile zulmedecek diye ne bir çocuğu öldürür ne de ondan yüz çevirir. Elinden tutup, hakkı tavsiye eder. Sonra çocuk ama dinler, ama dinlemez. O da benim ahmaklığımdır…


Dipnotlar:


[1]  Kur’an-ı Kerîm, Kehf Sûresi 18/65-82 “… (Orada) Kullarımızdan bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiştik ve ona katımızdan bir ilim (ilm-i Ledün) öğretmiştik. Musa ona: “Sana öğretilenden, bana da bir bilgi öğretmen için sana tabi olabilir miyim?” dedi. (O da): “Doğrusu sen benimle beraberliğe asla sabredemezsin. Kavrayamadığın bir şeye nasıl sabredebilirsin?” (Musa): “İnşallah, dedi, beni sabredici bulursun, senin emrine karşı gelmem.” (O kul): “O halde, dedi, eğer bana tabi olursan ben sana anlatıncaya kadar hiçbir şey hakkında bana soru sorma.” Bunun üzerine yürüdüler. Nihayet gemiye bindikleri zaman gemiyi deliverdi. (Musa): “Halkını boğmak için mi gemiyi deldin? Gerçekten sen çok tehlikeli bir iş yaptın!” dedi. (O kul): “Sen benimle beraber bulunmağa dayanamazsın demedim mi?” dedi. (Musa): “Unuttuğum şeyden ötürü beni kınama ve bana bu işimden dolayı bir güçlük çıkarma.” dedi. Yine yürüdüler. Nihayet bir oğlana rastladılar. (O kul) hemen onu öldürdü. (Musa): “Bir can karşılığı olmadan temiz bir cana kıydın ha? Doğrusu sen, çirkin bir iş yaptın!” dedi. (O kul): “Ben sana, sen benimle beraber bulunmağa dayanamazsın, dememiş miydim? dedi. (Musa) dedi ki: “Eğer bundan sonra (bir daha) sana bir şey sorarsam, artık bana arkadaş olma. (O zaman) benim tarafımdan sana özür ulaşmıştır (artık benden ayrılmakta mazur sayılırsın). Yine yürüdüler. Nihayet bir kent halkına varıp onlardan yemek istediler (kent halkı) onları konuklamaktan kaçındılar. Derken orada yıkılmağa yüz tutan bir duvar buldular; hemen onu doğrulttu. (Musa): “İsteseydin buna karşılık bir ücret alırdın,” dedi. İşte, dedi bu, benimle senin aramızın ayrılmasıdır. Şimdi sana sabredemediğin şeylerin içyüzünü haber vereceğim.

O gemi, denizde çalışan yoksullarındı. Onu kusurlu yapmak istedim, çünkü onların ilerisinde her gemiyi zorla alan bir kral (melikun) vardı. Oğlana gelince: Onun anası babası mü’min insanlardı. Bunun, onlara azgınlık ve küfür sarmasından korktuk. İstedik ki Rableri onun yerine onlara ondan daha temiz, daha merhametli birini versin. Duvar ise şehirde iki yetim çocuğun idi. Altında onlara ait bir hazine vardı. Babaları da iyi bir kimse idi. Rabbin istedi ki onlar (büyüyüp) güçlü çağlarına ersinler ve Rabbinden bir rahmet olarak hazinelerini çıkarsınlar. Bunları, ben kendiliğimden yapmadım. İşte senin sabredemediğin şeylerin içyüzü budur.

[2]  Ehl-i Kitap bilir ki ferdiyet İsa sûretinde tezahür eder. Bu kula Kur’an’da adı geçmesine karşın İsa değil, ama bir kul denilmesinin sebebi yolculuğun sahip olduğu gizil bir mânâdan dolayıdır. Musa, yolculuğunda rehberinin kim olduğunu bilmediğinden o isimsiz bir kuldur. Ve ihtimal dâhilindedir ki bu kul, her ne kadar Musa’nın kendi kulluğunu ifade etmektedir.