Öteki İnsanın Hakları

İnsan Hakları - 2019

Bu
yazısında Levinas, insan hakları nosyonunun Batı düşüncesinde, ve bu arada
Kant’ta, nasıl anlaşıldığını ve ne şekilde temellendirildiğini ele alıyor.
Sonuç itibariyle Levinas, kendi ötekilik felsefesiyle uyum içerisinde, insan
haklarının aslında öteki insanın haklarında temellendiğini ya da temellenmesi
gerektiğini savunuyor.

Rönesans’tan
bu yana tasavvur edildikleri haliyle İnsan haklarının biçimsel karakteristiği,
onların, herhangi bir otorite veya geleneğin herhangi bir öncel güvencesinden
ayrı olarak ve dahası bu hakları herhangi bir üstlenme veya onlara lâyık olma
ediminden bağımsız olarak her insana ait oluşlarında yatar. Doğal olarak da
adlandırılan bu haklar, aynı zamanda, insanları birbirinden ayıran fiziksel
veya zihinsel, kişisel veya sosyal farklılıklara bakılmaksızın eşit ölçüde
insanlara ait olacaktır. Bunlar, yasa üzerindeki her mutabakata öncel olarak a priori’dirler. Başkalarına karşı suçlu
insanlar gerçekte ampirik anlamda bir itibar yitimiyle bu hakların bir
tahdidine tâbidirler; onlar,
gerçekte bütünüyle kendi insan doğalarından kaynaklanan bu hakları maddî veya
psikolojik yetersizlikle icra edemeyecek durumda olup haklarını çiğnedikleri
başkalarına karşı suçludurlar. Ama bu tahdit, tabiri caizse, meşrudur veya söz
konusu tahdidin ifade edildiği (zımni veya aleni) “yargı”da anlaşılan bu
hakların tamlığıyla yine uyum içerisindedir.

İnsan
haklarının etkililiği, hukukî determinizm içerisine alınışları ve bu düzen içerisindeki
ağırlıkları, keşfedilişleri ve somut formülasyonları olgusu, bir toplumun
kültürel, teknik ve ekonomik durumuna, yakın veya uzak yabancı medeniyetlerin
etkilerine ve yurttaşların sağduyusuyla entelektüel incelmişliğine çok şey
borçlu olan zorunlu toplumsal ve psikolojik koşulları beraberinde getirir. Bu
koşullar, hakların haklar olarak temeli değildir. Onlar a priori insana bağlı olan bu “ayrıcalığın” ne ilkesi ne de
haklılaştırılmasıdırlar. Gelgelelim bu hakkın içeriği [teneur] keyfi olarak icat edilmemiştir. Peki, ama bu içerik, içerisinde
onun “normatif enerjisi”nin özgür istenç
hakkı tarzında –dolayısıyla bir mutlaktan bağımsızlık tarzında– ortaya çıktığı
şu a priori’nin kendisinden vi formae[1]
türemez mi?

Ama
özgür istenç hakkını ifade eden insan hakları, insanın–orada–olması’yla
insanlar arasında insanın–orada–olma veya yaşama hakkı olarak, dolayısıyla da
yaşamın gerektirdiği ihtiyaçları karşılama hakkı olarak bir “geçimlik
kazanma”mıza izin veren çalışma hakkı olarak, yaşamı çekilir kılan iyilik ve
güzellik hakkı olarak ampirik düzeninin somutluğu içerisinde icra edilir. Hatta
neden “hafta sonu”na ve “ücretli tatil”e, ve sosyal güvenliğin tüm getirilerine
ilişkin bir hak da söz konusu olmasın? Ama o zaman, gerçi aciliyet düzeyleri
kabul edilse de insan hakkının gereği dünyada yaşamın tüm alanına genişletilmiş
olmayacak mıdır?

O
halde insan hakları sözleşmesi, beşerî ilişkilerin –doğrudan ilişkilerin ve
şeyler çevresinde kurulu ilişkilerin– tüm dağılım ve hiyerarşisine
genişletilecektir; ve bu sözleşmenin geçerliliği –yalnızca nedensel yasaları dikkate
alan, belki de bilhassa, insan hakları savunucularına düşen reformlara değil
salt teknik bir görevin tüm boyutunu belirten pozitif bilimlerin tanıdığı
haliyle– toplumsal gerçekliğin mekanik zorunlulukları olarak
adlandırabileceğimiz şeyle daimî olarak çatışacaktır. Bu muazzam görev,
azgelişmiş olan veya istibdadın hâkim olduğu ülkelerdeki bilincin insan haklarına
uyanışına indirgenemez. Bu görev, özgürlüğün icaplarını ve bu özgürlüğün
fiziksel ve toplumsal mekanizmaların önbelirlediği modern uygarlığın fiilî
gerçekliğindeki somut koşullarını saptamak ve formüle etmekten ibarettir. Ne
var ki bu görevin ortaya çıkardığı politik bilgelik, geleneksel politikanın
kurallarına ve onun güçler ve tutkular oyununa yeni bir ereklilik getirmek zorundadır
–18. yüzyıldan bu yana devrimci mücadelenin yolunu öğrenmiş olan insan haklarına
değin yeni bir ereklilik.

Ama
birbirlerinin haklarını ve özgürlüklerini sınırlamak suretiyle bu hak ve
özgürlükleri ihlâl eden hepsi “biricik ve özgür” “hak sahipleri”nin şu birlikte–varoluşu
ve bizzat çoklukları (olgusu), özgür istenç hakkı olarak insan hakkı
tasavvurunu –ki bu, bu hakkın biçiminin, onun a priori’sinin düşündürdüğü bir içeriktir– derhal tartışmalı hale
sokmayacak mıdır? İnsan hakları üzerine kurulu
herkesin herkese karşı savaşı! Meğerki biz özgür istencin özüne, rasyonel olana
bir eğilim ve dolayısıyla da evrensel olana bir saygı atfetmiş olalım; böylece
kavranılır olanın (the intelligible)
normatifliği ve buyuruculuğu herkesin özgür
istencine kendini kabul ettirecek, herkes başkalarını sınırlamayacak tarzda
kendini sınırlamaya rıza gösterecektir. Kendi özgürlüğünü sınırlandırmak! Ama
aynı zamanda kendi özgürlüğünün özgür bir sınırlandırılması! Evrensel olanın
rasyonelliğine rıza gösteriş içerisinde özgür bir sınırlandırmadır bu. Makul
olana rıza asla kölelik olmayacak ve istenç, ona boyun eğmemekle birlikte, rasyonel
olana bağlı olacak –tıpkı Hakikatin kendinden apaçıklığı karşısında eğilmekle
birlikte doğru / dimdik düşünce olarak kalan akıl gibi. Kavranılır olanın
saygılı istenci içerisinde ötekine saygı veya Kant’ın formülasyonu uyarınca,
kararlarında istencin ötekine hiçbir zaman yalnızca bir araç olarak davranmama
veya daima bir amaç olarak davranma imkânı söz konusudur burada. Kant’ta özgür
istençlerin çokluğu “Amaçlar Krallığı”nda uzlaşır. Şu halde, özgürlükler
arasında barış, “iyi isteme” (good will) mefhumu, yani pratik akıl sayesinde mümkündür; aklı
dinleyen ve işiten bir istemedir bu.

Ama
özgür istencin Kantçı pratik akıl
mefhumuna bütünüyle denk düştüğü kesin mi? Herhangi bir güçlük ortaya
çıkarmaksızın onda bütünüyle içerilmeye izin veriyor mu? Formalizmin evrensel
olanla ilişkisi, anlağın rasyonalizmi ile makul denen bir istenci harekete
geçiren bir rasyonalizm arasında hâlâ ayrıma giden kendiliğindenliğin zora
gelmeyen yanını teskin eder mi?

Pratik aklın istence atfedilen insan hakkını veya komşu
özgürlüğünü sağlama yönelimi, özgür istencin kendi özgürlük hakkına mal olmaz
mı? Özgür istencin, davranış düsturuna sadakatin rasyonelliği gereğince onda
özgür hale geldiği şu ödev, bir itaati barındırmaz mı bünyesinde –yani dura lex (katı yasa) olarak yaşanan ve
benimsenen yasanın kendisince doğrulanan bir itaati?

Ama
ötekine, iyilik eseri olarak üstünlük
tanınması ve bir davranış düsturunun evrenselliği karşısında duyulan saygı
yoluyla değil de, iyilik duygusu yoluyla iyi
isteme
’nin istenç haline gelmesi
olayında, durum başka olur. Çocuklara bahsettiğimiz basit bir duygu; ne var ki,
acıma veya iyilik veya aşk gibi daha az masum isimlere sahip olabilir bu duygu.
Burada söz konusu olan, başkalığı içerisinde ötekine bağlılıktır –ona kendi
üzerinde bir üstünlük tanıyacak kertede. Kuşkusuz bu, “patolojik” duyarlıkla
alâkalı olarak Kant’ın kendilerine karşı ihtiyatlı olmayı bize öğrettiği şu saf
edilginlik ve “yaderklik” anlamına gelir –temel bir kopuş. Söz konusu olan
insanın, varlıkta direten şu insana-öncel (pre-human)
tüm varlık ontolojilerinden bir kopuşudur; “insanın, kendi varlığı içerisinde,
tam da bu varlığın bir sorunu olmaktan ibaret kaldığı” bir varlıktan kopuştur.
İnsan haklarının kökensel anlamda öteki insanın hakları oluşu ve bu hakların –kimliklerin
özgürce ayakta kalmak için gösterdikleri içgüdüde ve kendi özdeşliklerinde uç
verişleri bir yana– sosyallikteki “öteki-için”liği
ve “yabancı-için”liği ifade edişi
olgusu, onlardaki yeniliğin anlamı olarak görünüyor bana.


[1] Lat. Biçim itibariyle, biçim kuvvetiyle.
– Çev. N.