Okumak, Yazmak ve Yaşamak Üzerine – Arthur Schopenhauer

“Kitaplar bir zihnin, en saf özü, en mükemmel suretidir ve bu yüzden her zaman karşılıklı konuşmadan, hatta en büyük kafanın sohbetinden bile çok daha büyük bir değere sahiptir.”

-Arthur Schopenhauer-

Arthur Schopenhauer, Okumak, Yazmak ve Yaşamak Üzerine, Çeviren: Ahmet Aydoğan, Say Yayınları, İstanbul, 2007.

Arthur Schopenhauer Hakkında:
Filozof, yazar ve eğitmen Arthur Schopenhauer, Nietzsche’nin ilk akıl hocasıdır. Arthur Schopenhauer22 Şubat 1788 tarihinde Litvanya Birliği’nde dünyaya gelmiştir. Schopenhauer, Polonya’nın bölünmesiyle otonomisini kaybeden Danzig’den 1793 senesinde ailesiyle birlikte ayrılır ve Hamburg’a yerleşir. Ailesi burada bir işyeri açar ve Schopenhauer, babasının desteğiyle Hamburg’daki bir özel okula yazılır. Buradaki eğitimi ile yetinmeyen Schopenhauer, babasından acilen altyapısı daha iyi olan bir liseye onu göndermesini ister. Babasının Avrupa ülkelerinde genel bir eğitim seyahatine çıkmasını önermesi üzerine Arthur, Hollanda, İngiltere, Fransa, İsveç, İsviçre, Silezya, Prusya ve İngiltere’ye gider.

1805 senesinde Hamburg’a geri döner ve Jenisch adlı bir şirkette staja başlar. 1807 Haziran’ında Gotha şehrinde Carl Ludwig Fernow’un öğrencisi oldu. Aynı sene Weimar’ın yakınlarında bir yere nakil oldu ve hayatındaki en önemli eğitmeni olan Franz Passow ile tanıştı.

1809’da Göttingen Üniversitesi’nde tıp öğrenimine başladı ancak kısa bir süre sonra felsefeye geçti. 18 Ekim 1813’te Jena Üniversitesi’nden felsefe doktorasını aldı. İlk okuyucularından biri Johann Wolfgang von Goethe’dir. 1815 senesinde kendi renk bilgisi üzerine yoğunlaşarak yazdığı “Bakmak ve Renk Üzerine” 1816’da yayınlandı. Kitap aynı zamanda Goethe ile aralarında bir mektuplaşma olarak nitelendirilmiştir.

En önemli eseri olan “İstenç ve Tasarım Olarak Dünya” kitabı 1819 başında basıldı ve yayımlandı. Aynı sene İtalya’ya yaptığı bir seyahati, tüm parasını yatırdığı bankanın iflas etmesi sebebiyle yarıda bırakmak zorunda kaldı.

1820’de Berlin Üniversitesi’nde eğitmenlik yapmaya başladı. Bu zamanda Hegel ile olan meşhur kavgası baş gösterdi.

1821’de iflas eden bankadan talep ettiği ödeme gerçekleşince üniversiteyi terk etti ve İtalya seyahatine devam etti. Uzun süren sağlık problemleri sebebiyle 1825’te tekrar Berlin’e dönerek hiçbir büyük beklentisi olmadan tekrar eğitmen olarak çalışmaya başladı.

Uzun bir suskunluğun ardından 1836’da “Tabiattaki İrade Üstüne” adlı eseriyle felsefe dünyasında tekrar var olmaya çalışacaktı. Schopenhauer, 1837’de Immanuel Kant’ın toplu yazılarına el attı ve “Salt Akıl Anlayışının Eleştirisi” kitabının birinci oluşumunu destekledi.

Arthur Schopenhauer, ilerleyen zamanlarında felsefi çalışmalarına devam ederken, akciğer iltihaplanmasına maruz kaldı. 21 Eylül 1860 tarihinde Frankfurt’ta 16 numaralı güzel görünümlü dairesinde koltuğunda dışarıya bakarken öldü.

Türkçeye çevrilmiş birkaç eseri şöyle: Aşkın Metafiziği, Hayatın Anlamı, Aşka ve Kadınlara Dair, Edebiyat Dersleri Okumak, Yazmak ve Yaşamak Üzerine, Hukuk Ahlak ve Siyaset Üzerine.

Kitabın Özeti ve İncelemesi:
Bu kitabın önemi, bir filozof tarafından yazılmış olmasıdır. Yazarın bir filozof olarak okuma üzerine bakış açısını yansıtmış olması kitabı değerli kılar. 1800’lerin ilk yarısında yaşamış bir filozof olan Schopenhauer, nitelikli okuyucu okumada seçicilik ve kitapların düşünce evrenimize neden ve nasıl faydalı olabileceği konusunda günümüze ışık tutmaktadır.

“Bir ahmağın hayatı ölümden daha berbattır.” Aristo’nun dikkat çektiği gibi cahil insanların boş saatleri ne kadar acınasıdır. Sıradan insanlar sadece zamanlarını nasıl harcayacaklarını düşünürler; herhangi bir yeteneğe sahip insan zamanını nasıl kullanacağıyla meşgul olur. Sınırlı akla sahip insanların can sıkıntısına meyyal olmalarının nedeni, akıllarını iradenin sevk edici gücünü harekete geçirmekten başka bir şey için kullanmamalarıdır: ve iradeyi harekete geçirecek özel bir şey olmadığında, atalet halinde kalır ve akılları tatil eder. Çünkü irade gibi o da, sahneye koyacağı harici bir şeye ihtiyaç duyar. Sonuç bir insanın sahip olduğu güç her ne ise onun korkunç bir durgunluğu -tek kelimeyle can sıkıntısıdır. (s. 38, 39) Filozofa göre can sıkıntısı boş insanlara özgüdür, yapabilecek onca şey varken can sıkıntısı ahmakçadır.

“Akıllı adam her şeyden evvel ıstıraptan ve tacizden (harici sıkıntıdan) azad olmak için çabalayacak, sessizliği ve boş vakti, dolayısıyla mümkün olan en az sayıda beklenmedik ve tehlikeli karşılaşma ile birlikte sakin, mütevazı bir hayatı arayacaktır. Böylelikle sözüm ona hemcinsleriyle çok az bir ortak tecrübeyi paylaştıktan sonra, münzeviyane bir hayatı tercih edecektir, hatta eğer büyük bir ruha sahipse büsbütün yalnızlığı seçecektir. Çünkü bir insan ne kadar kendi kendisine yeterse, başka insanlara o denli daha az gereksinim duyacaktır –haddizatında başka insanlar da ona– o kadar az tahammül edebilecektir. Yüksek bir zihin düzeyinin bir insanı toplum dışına itebilmesinin nedeni budur. Akıllı bir insan vaktini nasıl geçireceğini, tek başınayken nasıl mutlu olacağını bilir, yalnızlıktan ıstırap duymaz,” der. (s. 37)

‘’…tabiatın eserlerinden ve insanlığın durumunu ve bütün çağların ve ülkelerin büyüklerinin arkalarında bıraktıklarını düşünmekten gelir ki, bu sözünü ettiklerimizi sadece bunlar anlayıp, onlarla aynı hissiyatı paylaşabilecekleri için, eksiksiz biçimde ancak bu tür insanlar tarafından değerlendirilirler. Ve dolayısıyla bu bütün çağların ve ülkelerin büyükleri gerçekten sadece bunlar için yaşamıştır; elbette entelektüel insanın bu karakteristiği onun diğerlerinden bir fazla ihtiyaca, okuma, gözlemleme, inceleme, düşünme ve uygulama ihtiyacına, sözün kısası kimse tarafından rahatsız edilmeyeceği serbest zaman ihtiyacına sahip olduğunu ima eder.” (s. 49) Filozof,  insanın kendi deneyimlerini yaşaması, tabiat, sanat gibi zevkleri yaşaması için yalnız kaldığı belli zamanlara, kendi deyimiyle “serbest zaman ihtiyacı” vardır.

Kitabın bütününde yazar, ideal olan ile mevcut durumu benzetmeler yaparak karşılaştırmış, bu da yazının hem daha kolay anlaşılır hem de keyifle okunur olmasını sağlamış. Düşünmeden okumanın bir değeri olmadığını çeşitli benzetmelerle anlatır. Okurken bir başka kimse bizim için düşünür: Biz sadece onun zihin sürecini takip etmekle yetiniriz. Nasıl ki yazmayı öğrenirken talebe öğretmen tarafından kalemle çizilmiş çizgileri takip eder, okurken de tıpkı bunun gibidir; düşünme işinin büyük bölümü zaten bizim için bitirilmiştir. Bunun içindir ki kendi düşüncelerimizle meşgul olduktan sonra elimize bir kitap almak her zaman bizi bir parça rahatlatır. Fakat okurken zihnimiz aslında başka birisinin düşüncelerinin oyun alanından başka bir şey değildir ve sonunda onlar bizden ayrılır, geriye kalan nedir? (s. 60) Bütün gün okuyan kimse, yavaş yavaş kendi kendine düşünme yeteneğini kaybeder, tıpkı at üstünden inmeyen bir adamın sonunda yürümeyi unutması gibi. (s. 61) Birçok eğitimli insanın durumu bundan pek farklı değildir: Okumak onları ahmaklaştırır. Çünkü her boş vakitte okumak ve sürekli olarak sadece okumak zihni, mütemadiyen elle çalışmaktan daha fazla felç edici bir etkiye sahiptir, zira bu ikinci durumda uğraş kişiye kendi düşüncelerini takip edebilme imkânı sunar. Nasıl ki yabancı bir cismin ağırlığı üzerinden hiç eksik olmayan bir çelik yay sonunda esnekliğini kaybeder; başka bir kimsenin düşünceleri sürekli olarak üzerinde bir baskı yahut tazyik unsuru olarak varlığını koruyan bir zihin de körelir, keskinliğini kaybeder. Sürekli yiyerek bir kimse midesini bozar ve böylelikle bütün bedenine zarar verirse, zihin de düşünce malzemesiyle lüzumundan fazla beslenerek boğulabilir. Çünkü bir kimse ne kadar fazla okursa, okuduklarından kalan izler de kaçınılmaz olarak o kadar az olacaktır. Zihin üzerine tekrar tekrar yazı yazılan bir tablete benzer. Derin derin düşünmeye zaman yoktur ve okunan şeyler ancak derin düşünmeyle hazmedilebilir; nasıl ki aldığımız gıdalar bizi yemekle değil sindirimle beslerse. Eğer bir kimse daha sonra üzerinde durup düşünmeksizin sürekli okursa okudukları kök salmaz, büyük bölümü kaybolur. Gerçekten de bedensel gıdalarımızla zihinsel gıdalarımız arasında durum hemen hemen aynıdır:  İnsanın yediklerinin beşte biri ancak hazmedilir, geri kalan buharlaşmayla, terlemeyle ve benzeri şekilde kaybolup gider.

Bütün bunlardan kâğıt üzerine dökülen düşüncelerin kumsaldaki ayak izlerinden farklı olmadığı sonucuna varılabilir: Doğru. Adamın yürüdüğü yolu görürsünüz, fakat yolda ne gördüğünü bilmek için onun gözlerine ihtiyaç duyarsınız. (sf:62)Kumsalda bıraktığı izleri takip etsek de, aynı kumsaldan geçerken, aynı düşünceleri düşünemeyiz.

Schopenhauer büsbütün okumaya karşı çıkmıyor, derlemeler mümkün olduğunca az okunması gerektiğini, en yeni en güncel olanı değil; değişmez, her çağa bir ses bırakabilen büyük kitapları okunmak gerektiğini vurguluyor, yani filozof yaklaşık 270 sene öncesinden seçici okumaya dikkat çekiyor. Bir yığın berbat kitap, insanların, hem parasını, hem zamanını, hem de dikkatini çalıyor, der. Günümüzde bilgi kaynağının bu denli çok olduğu bir ortamda, üretilen bilginin doğruluğu ve güvenirliğinden emin olmamız daha da zorlaşmışken bilgi okuryazarlığına daha çok ihtiyacımız var.

“Kitaplar bir zihnin, en saf özü, en mükemmel suretidir ve bu yüzden her zaman karşılıklı konuşmadan, hatta en büyük kafanın sohbetinden bile çok daha büyük bir değere sahiptir. Önemli olan her noktada bir insanın eserleri sohbetini aşar ve onu geride bırakır. Hatta sıradan bir insanın yazıları bile, sırf bu insanın zihninin mükemmel bir özü-örneği olmasından ötürü, öğretici, okunmaya değer ve eğlendiricidir. Bir başka deyişle yazdıkları o insanın bütün düşüncesinin ve araştırmasının ürünü ve sonucudur, hâlbuki onun sohbeti bu bakımdan tatmin edici değildir. Dolayısıyla sohbeti bizi doyurmayacak insanların yazdıkları kitapları okumak mümkündür; böylelikle zihin yüksek kültüre insanlarla değil, neredeyse münhasıran kitaplarla eğlenerek ancak yavaş yavaş ulaşacaktır.”

“Eski klasik yazarların eserlerini okumak kadar zihni eğlendiren başka bir şey yoktur denebilir. Sadece yarım saatliğine bile olsa insan eline alır almaz, derhal soluklanıp ferahlar, arınır, ruhça yücelir ve dinçleşir, tıpkı bir dağ gölünün karşısındaymış ve ciğerlerini temiz havayla dolduruyormuş gibi.” (s. 69, 70)

Kitap okuma ile ilgili başka bir değeli önerisi de, iyi bir kitabın, önemli bilgiler ihtiva eden, derinliği olan bir kitabın, mutlaka birden çok defa okunmasıdır ki, okuyucu olarak buna yürekten katılıyorum, ilk okuduğumuzda bir sebepten kaçırdığımız can alıcı noktaları tekrar okumalarımızda yakalama fırsatı oluyor böylelikle. “Herhangi önemli bir kitap (ilk okumanın ardından) hiç vakit kaybedilmeden bir kez daha okunmalıdır. Zira öncelikle kitabın muhtevası bütünü itibariyle ikinci kez okunduğunda kavranır ve başlangıç ancak son bilindiğinde gerçekten anlaşılır ve buna ilave olarak, kitap ikinci kez okunurken kişinin içinde bulunduğu ruh hali ve zihin yapısı ilkinden farklıdır. Dolayısıyla çoğu kez başka bir izlenim elde edilir; muhtemeldir ki muhteva başka bir ışıkta görünür.” (s. 69)

Yazarın üslubu; net, açık, anlaşılır olmasının yanı sıra oldukça sert, eleştirel, bazen oldukça hiddetlidir. Kitapta sık sık benzetmeler kullanılmış, bu da konunun daha anlaşılır olmasını sağlamış.