Yaratan Rabbi’nin adıyla oku. “O”; sevgiden-insan-yarattı.
“Köyüme ne zamandır gelmemişim ki?”, diye sordum kendime. Bu çocuğu ilk kez görüyordum. Ayağında eskimiş lastikleri, üstü başı yırtık pırtık ama temiz.
Ellerini arkasında birleştirmişti. “Ne gizliyorsun..?” dedim arkasını işaret ederek… Kıkırdadı, ellerini uzattı, açtı.
Avuçlarında minik bir kaplumbağa. Yıllarca “hayat bir mücadele”, “Gemisini kurtaran kaptan”, “Her koyun kendi bacağından asılır” felsefesiyle büyütülenlerin tavşanı, Cemal’in kaplumbağasını bu insanlık yarışında hiç geçemedi. Ve bu anlayışla yetiştirilenlerden insanlığa hiç bir fayda gelmedi. İnsan olmayı, topal-aksak bir yöntemle aklın peşinden gitmekten ibaret sananlar, teknolojik gelişmeyi insanlığın ilerlemesi olarak anlayanlar, bu yolda insanlığı, bilim düşmanlarından daha çok katlettiler.
Hangi milletin mandasında ulusumuzu kurtarırız, özgürleştiririz sorusu Kurtuluş Savaşı öncesinde en önemli tartışma konularından biriydi. Günümüzde ise, hangi milletin kültürü himayesinde çocuğumuzu kurtarırız, tartışmaları yaşanıyor. Daha dilini, dolayısıyla da düşünmesini bilmeyen çocuklarımız, bilmem kaç milyon “byte”lık bilgisayar bellekleri gibi kullanılıp, dolduruluyor, hem de kuru-sıkı…
Medeniyetin beşiği, kültürlerin aşuresi Anadolu coğrafyasındaki çocuklarımızdan “insan”ı saklama çabasını yaşıyoruz.
Almanya’da naziler, onbinlerce insanı gaz odalarında boğarak öldürdüler. Temizleneceklerini, yıkanacaklarını zanneden insanlar, çoluk-çocuk, yaşlı-genç, banyo diye gaz odalarına sokuluyorlardı. Çok kısa bir sürede çığlıklar ve hırıltılar kesilince, kapılar açılıyordu. Bu vahşet odasının kapıları açıldığında görünen manzara nazi “bilim” adamlarınca şöyle raporlaştırılmıştı:
Odaların kenarlarında üst üste yığılıp, bir piramit gibi ölüyorlar. En altta yaşlılar ve çocuklar, sonra kadınlar ve üstte erkekler… en güçlü olanı en üstte…
Güçsüz olanlar ilk ölüyorlar. Bu can pazarında havadan daha ağır olan gaz tabana çöktüğünden bir kaç soluk fazla alabilmek için nispeten güçlü olanlar diğerlerinin üzerine çıkıyorlardı. Tavanda kalan temiz havadan solumak için…
Durmadan birilerini iterek, çekiştirerek, öne geçme bilinci ile yaşayan, – güçlü olan kazanır, bilgi güç getirir, daha çok güç daha çok yükselmek demektir – başkalarının ezilmesi, hattâ yok olması pahasına bir kaç saniye fazla yaşamak felsefesi… SS’lerin bu insanlık dışı aklı hep iş başında. Sadece gaz odalarının sınırlarını epeyce genişlettiler.
Hep düşünmüşümdür… Acaba bu raporları yazanlar hiç yanılmadılar mı? Gözden kaçırdıkları bir iki istisna da mı yoktu?
Sırtına bir çocuğu, ya da bir yaşlıyı almış, onların bir nefes fazla alması için, kendi hayatı pahasına onların yaşamasını isteyen, altta kalmış bir güçlü insan da mı yoktu?
Eminim vardı ve birden çoktu. Ancak nazi rapörterlerinin kara gözlükleri onları hiç seçmediler.
Her ne arar isen kendinde ara… Ama, nasıl? İşte bu yöntemin özü nedir ki, Anadolu’da yaşamış? Eğitimli insan kendinde arar. Eğitimsizler ise başkalarında… Kurtuluş savaşı sonrasındaki kurumsallaşmada, Halkevleri ve Köy Enstitüleri; insanları sanat, spor ve üretimle beraber Anadolu’nun felsefesi ile geliştirmeye başlamışlardı. Kadın-Erkek beraberce “insan” olmak için el ele vermişlerdi. Bütün yurt sathında – ulus – olma bilinciyle Anadolu’nun devrimci ruhuyla, zalimlerin yıktıklarını yeniden kurmak için çalışıyordu. Bu çalışmalarda, dağların taşların kabul edemediği emaneti, aklı, insan sevgisiyle yoğuran Anadolu erenlerinin yolunu rehber tutmuşlardı.
Üretiyorlardı, emekleriyle, alın terleriyle, bilerek, anlayarak, severek.
Sonra ne oldu?
Ne oldu da bu (insan) ulus durmadan satın almaktan yani elde etmekten, yani biriktirmekten ve satın alınabilecek şeylerden söz eden ruhsuz bir kalabalık haline geldi. Araçları, amaçlarla karıştıran bu bulanık kafaları hangi zihniyet yarattı? Bu yaşam tarzına, bir de insan tiplemesi yakıştırıldı. – Homo Economicus – Ama, insanımız bu akıma hiç bir zaman gönüllü katılmadı. Oto savunması da hazırdı.
“Ülkeyi yıkacak tek bir deyiş var mıdır?” diye sorunca Bilge Konfüçyus şu cevabı veriyor:
Richard Bach’ın – Martı – Jonathan Livingston – adlı eserinde Hoca ile talebe arasında şu diyalog geçer.
Fletcher, Hocasına hayretle baktı:
AŞK ehli bu sırrı bir tek cümle ile söylüyor:
“Yaratılanı sev, yaratandan ötürü”