Mistisizm ve Bilimsellik

Sayı 2 - Eğitim Sorunu

Mistisizm” ve “Mistik” sözcüklerinin kökeni Eski Yunan Misterlerinde (Sır) bulunmaktadır.
Bu sözcük yaklaşık V. yüzyılda yazılmış mistik kitaplar arasında bulunan Dionysios Areopagite’e atfedilen Mistik Teoloji (Theologia Mystica) adlı kitabın adından ve konusundan alınmıştır.
Mutlak” hakkında özel bir görüş ve özel bir bilişi deyimleyen bir terimdir.

Misterlerin rolü kişiye Evren, Mutlak ve İnsanın özüne ait bilgiyi kazandırmak ve insanı sonsuzluğa kavuşturmaktır. Bu nedenle Mistiklerin ereği, zamana ait dünyadan zaman dışı dünyaya eş deyişle sonsuzluğa geçerek Mutlağı doğrudan kavramak ve onunla birleşmekti.

Bu işin yöntemi aydınlanma törenleri idi. Mistik, bu misterler ve bunlarla ilgili törenler yolu ile kutsal zekâya kavuşmuş sayılırdı. Bu nedenle bu misterleri hariçten olanlara söylemek kesinlikle yasaktı.

Esasen Mysterion” kelimesi Grekçe “Mu-o” fiilinden gelir ki bu da “Dilsiz olmak, dudakları ve gözleri kapamak” anlamındadır.
Yunan misterlerinde bu anlamda olan Mistisizm, Yeni Eflatunculuk adını alan Yunan ve oriental uyuşumunda gerçeğin entellekt(akıl)ten ziyade sezgisel bir algıya dayanan kavramı olarak ele alındı.
Eş deyişle Mutlağın ancak mistik deney ve sezgi yolu ile kavranabileceği kabul edildi.

Mistik, sonsuz olanın içinde değişeni, değişenin içinde sonsuz olanı kavramayı amaçlar. Bu görüşte “Gerçeğin” ancak doğrudan deneyim ile elde edilebileceği kanısı vardır. Bu bağlamda E. Underhill Mistisizmi “Gerçek ile birleşme sanatı” olarak tanımlamıştır. Pascal’ın ölümünden sonra yeleğinin cebinden çıkan bir şiirde belirttiği gibi “Hayatta pek ender olan bu gibi deneyimler, gerçeği doğrudan doğruya kavratır ve insanın hayatını değiştirir” sözü de bu anlayışla ilgilidir.

Tarihsel Süreçte Mistisizm

Eski Hint yazmaları olan Upanişatlar’a göre;
Hiçbir deneysel içeriği olmayan anlamında olan “Brahman” yani “arı bilinç okyanusu” zaman ve mekâna bağlı değildir. Ölümsüzdür ve insanın özü olan Atman ile bir ve aynıdır.

Yine Eski Hint yazmalarından olan Vedanta’da (Veda=Bilgi, Anta=Erek) ise;
Dışta görülen çokluk birleştirici akılda yok olur gider ki, o da arı bilinçtir” ya da başka deyişle “Bütün, çokluğun içinde yok olup gittiği, değişmez ve başkalaşmaz bir birliktir. İnsan, birliğe ancak kendini, kendinde olan her çeşit içerikten boşaltarak erişebilir, böyle bir bilinç halindeki insan, bütün üzüntü ve acılarından kurtularak Brahma’ya erişir, kurtuluşa ve neşeye kavuşur”, denmektedir.

Çin kültürünü incelediğimizde;
I-Ching” adlı kitapta, “En büyük akıl” yani “Tao”, salt varlık olan “Taichi”dir. Taichi, “yin” (pasif) ve “yang” (aktif) olan birbirlerine karşıt iki kozmik ilke oluşturmuş ve oluşum bu iki karşıtlığa dayanmıştır.
İnsan imgelerden, tasarımlardan ve düşüncelerden kurtulup Tao’ya, yani salt sükuna (dinginliğe) erişmelidir. O kendiliğinden değişip başkalaşan “Taichi” ve fakat yine de kendinde değişmez ve başkalaşmaz olan “Tao”dur.

Eski Mısır uygarlığında Hermes Toth, takipçilerine şöyle demektedir;
İnsanın aslı Nurdur. İnsanlar bu nuru tanımazlar ve onu göz ardı ederler, fakat hakikat budur.
Oziris nurdur,nurda oturur. Nur her yerde gizlidir. Bir insan, nur olan Oziris ile birleştiği zaman, tikel, tümel ile birleşmiş olur ve o zaman her şeyi gerçeği ile görür ve bilir. Her insan için bu nur ona her şeyden yakındır.
Bir insan bilgi sayesinde ayinlerin ve törenlerin üstüne yükselir. Oziris’e ererse, Nura, o her şeyin başlangıcı ve sonu olan ve baştanbaşa Nur ile çağlayan Amon-Ra’ya varır.”

Tek bir yapıcı ve tek bir kanun vardır. Varlığın dışı da içi gibidir. Bu tek kuvvet kendini üçlü prensiple (Zekâ-Kuvvet-Madde; Nur-Kalem-Yaşam vb) açar ve bütün varlığı kuşatır.
İnsanlar, yok olup gidecek olan ilâhlardır; ilâhlar ise yok olup gidici olmaktan kurtulmuş insanlar.”
Bu gerçeğe ulaştığında “İlim kuvvetin, iman kılıcın, sükut da delinmez zırhın olsun. Hakikati içinde sakla, onu hareketlerin söylesin.
Gerçeği, herkesin akıl derecesine göre açıkla.
İnsan, üstü örtülü bir nurdur ki, ancak Aşk ile sonsuz olarak parlar; Aşksız ise sönüp gider.

Eski Yunan’da Orphic Misterler 
öğretisinde şöyle denilmektedir;
Tanrı bizde ölür ve yeniden bizde dirilir ve bizler tanrılığın bedenini yeniden imar ederiz.
Varlığın ilkelerine yani lekesiz esir içinde alevlenen büyük Triad’a (üçleme) yükselmek için kendi içinin derinliklerine kıvrıl. Bedeni, düşüncenin ateşiyle yak! Kendini maddeden sıyır! O vakit aklın sonsuz nedenlerin saf esiri içinde Jüpiter’e varacaktır.
Dionysius sırları içinde, Dionysius ile aynileşmek, geçici bir deneysel birlik değil, aklın bedenin tutsaklığından kurtulup, özgürlüğe kavuşması ve ölümsüz kutsallığı elde etmesi demektir.

Yine Eski Yunan’da Pisagor’un öğretisi

İnsanın asıl uğraşı ve amacı, özgür yaşamak, yani bedene bağlı olmadan salt akıl haline erişebilmektir. Bunun için ilim ve sanat yolundan gitmelidir. Böylesi bir ilim, matematik, böyle bir sanat ise müziktir.

Her şeyin bileşimi, Triad (üç)dır. Nokta hareket ederek çizgiyi, çizgi hareket ederek alanı, alan hareket ederek nesneleri oluşturur. Evrende açıkça görülen bu Triad ise Salt Varlığın iradesinde Birlik halinde bulunur.
Evrendeki bütün oranlar, dolayısıyla armoni ya da ahenk, sayıya ait oranlardır. Hakikat de, işte bu bütünsel ahenkten ibarettir.
İnsan, maddeye tamamen galip gelince hakikate erişir. Bu birleşmede insan, kendi bilincini kaybetmez. Bu birlik, hakikatin bilgisi içinde, yaratıcı bir eylemden ibarettir.”

Akıl, bilgi sayesinde hikmete ulaşmalı ve bu yolla her şeyde bulunan iyilik ve kötülüğü fark etmelidir. Varlıkların en küçüğünde bile, evrenin bütününde gördüğü hakikati görebilmelidir. İnsan bu dereceye yükseldiğinde kendisinde bazı yeni güçler ve özellikler açığa çıkar. Çünkü, içsel kuvvetleri gelişmiş olur. İrade gücü, diğer kuvvetlerin üzerine yayılır. Mıknatısı kuvvet artacağından dış ilişkilerinde kudretli olur.

Hakikat Birdir, çokluk bu Birin çokluğudur ve sadece bir görünüşten ibarettir. Bu çoklukta Birin tam ve tek bir ahengi vardır. Bu bilince gelen kişiler, erdemli olanlar arasından en iyilerini kendilerine Dost olarak seçmelidirler ve dostlar sık sık bir araya gelerek sohbet etmelidirler.

Ve yine Antik Yunan filozoflarından Plato, Devlet Dialogunda;
Entelektüel gelişmenin ve yükselmenin en son noktası, diyalektik düşünce yönteminin kullanılmasıdır. Diyalektik yöntem ile akıl, bütün hipotezleri, bütün prensipleri aşarak en baş prensibe bağlanır ve mutlak iyilik formunun tam bir tanımına ulaşır. Fakat entelektüel disiplin, kontamplasyonun son deneyimi veya realitenin doğrudan görülmesi ve anlaşılması için ancak bir hazırlıktır” demektedir.

İskenderiye Okulundan Philon’a göre;
İnsan cehaleti bırakıp sadece Salt Nur ile aydınlanmaya gayret etmelidir. Bu dereceye yükselen kişide zekâ duralar, fakat ruha esrime hâkim olur. Böyle bir kişi daima neşe içindedir. Bir insan böyle bir hale gelirse, kendisinde bir takım hakikatler doğar. Esrime ve Salt olanın güzelliğini seyretme hali, sözle anlatılamaz olan sırf içe ait bilgidir. En yüksek mutluluk ta budur.

Aynı ekolden olan Plotin ise;
Salt’ın deneyimi, bedenin ve aklın üstündedir. O, yine de bilinebilir ve güzelliği seyredilebilir. Bu bilgi artık akla ait bir bilgi değildir. Böyle bir bilgi ancak esrime ile olanaklıdır. Esrime ise, insanın bilincini ve benliğini, bir an için de olsa, o salt varlıkta yok etmesi, yani aklı aslına kavuşturmasıdır. Bu esrimeyi oluşturan şey de, düşünce ve iradeden çok Aşktır. Düşünce ve irade, Aşka ancak yardımcı olur” demiştir.

İbranilerde mistisizm öğretisi olan Kabala ve Zohar’da;
Ayn Sof, eş deyişle «sonsuz vücut» gerçek birliktir. Ve ondan başka var olan bir şey yoktur. Kendi başlarına var sandığımız bütün şeyler o gerçek vücudun görünümlerinden başka bir şey değildir. Ayn Soft, yalnız varlığı değil, bütün hareketleri ve hattâ onların üstünde olan şeyleri de kaplamıştır. O, sınırsız olan evreni de, sonsuzluğun bütün oranlarıyla aşar. Hakikat sonsuzdur. Dolayısıyla ne kendi görünümlerinin ne de varlığının bir toplamı sayılabilir.

Melekler (Moleke) doğanın somut kuvvetleridir. Şeytanlar, varlığı örten şeylerdir. İnsanın kendini arındırması ile aklını yetkinliğe erdirmesi ve varlık hakkında gerçek bilgi edinmesi kendi elindedir.

İnsan bütün eylemlerinde özgürdür. Ancak bu açıklanamaz bir sırdır.
Birliğin sırrı Aşktadır. Ruh; Aşk ve Kalp Nuru aracılığı ile kendi benliğinden sıyrılarak kendi kaynağına kavuşur ve artık Tanrının irade ve düşüncesinden başkaca kendisinin irade ve düşüncesi kalmaz” denmektedir.

Antik Yunan ve İbrani öğretisine koşut olarak Hindistan’da Buda;
İnsanın tinsel ve tensel varlığını oluşturan beden, tutkular, tasarımlar, eğilimler ve bilgilere bağlanmak hep ıstıraptır.”  “Ey Rahipler! Ben her çeşit insansal ve tanrısal bağlardan kurtuldum. İnsan benliğini her türlü kötülükten, bir kuyumcunun altını temizlediği gibi arıtmalıdır.” “İçinde hiçbir şey, hiçbir çekim olmayan bir tek yer vardır. Bu yer Nirvana’dır. Esrime içinde olan, cesur, azimli sarsılmaz kimseler, Nirvana’ya ve sonsuz mutluluğa ulaşabilirler” diye seslenirken;

İran’da Zerdüşt:
Başlangıçta tikel varlıklarla tümel varlık birdi. Fakat büyük yaratıcının varlık üzerinde iki karşıt görünüşü vardı. Biri nurun, iyiliğin, erdemin gerçekleşmesi olan Hürmüz, diğeri karanlığın, kötülüğün, cehaletin gerçekleşmesi olan Ehrimen’dir. İşte yaşam daima birbirine karşıt olan bu iki kuvvetin sonsuz savaşından ibarettir. Hürmüz’ün özellikleri, zeki, ileriyi gören, düşünen yüce varlık olmasıdır.

Ehrimen ise, zekâdan yoksun, tutkularının esiri, öfkeli insanlar gibi kararlarını beklemeden ve düşünmeden uygular. Yaptıklarının sonucunu kesinlikle göremez. Bu nedenle Hürmüz’ün özelliklerinin benimsenmesi gerekir. Şu halde daimi bir savaş olan yaşamda zafer zekilerin ve erdemlilerin (Hürmüz’ün)dir.

Tam saf ve salt erdemli olmak ve çalışmak; zaferin sırrı budur. Özellikle üretim yapan çalışmalar, çalışmaların en yükseği ve yararlısıdır. Çünkü ancak zeki ve erdemli olanlar üretici olabilir, yalandan ve kötülükten kurtulabilirler.

Bu yoldan gidenler, Hürmüz kanalından tek ve gerçek mabut olan Zirvana’ya ulaşırlar. Böylece Zirvana’nın özelliklerini elde etmiş olarak yaşamlarına devam ederler. Bu özellikler; hakikat, hikmet, kudret, merhamet, sıhhat ve ölümsüzlüktür” demektedir.

İskenderiye Okulunun Endülüslü takipçisi Muhyiddin-i Arabî;

Bir insan kendindeki değişmez olanı bilir ve yetkinleşir, artık kendini özel bir inançla koşullamaz. Yetkin insan öyle bir bütünsel gerçeği bilmiştir ki, o her şeyi toplamış olan gerçeğin her inançta bir görünümü vardır. Bu anlamı kavrayan, ne kendisi sınırlanmış bir inanç içinde olur, ne de başkasının inancına karışır ve onu yalanlar.

En yetkin varlık «mutlak» olandır. Bir şey içerdiği «mutlak varlık» derecesine oranla bir başka deyişle ortaya koymak gücünde olduğu görünümlerin sayısına oranla yetkindir. Bu görünüş ise Yetkin İnsandır. Ancak insan, «mutlak olan» ile kendi özsel birliğini idrak etmedikçe yetkin değildir.

Aslında, idrak eden hakikat Birdir, buna Nur denir. Onsuz hiçbir şey idrak olunamaz. Nur ise aşık olan akıldır. Bu aşkın temeli ve sebebi ise mutlak olanın güzelliğidir” demektedir.

Gnostikler için;
Gnostik sırlara sahip olup, sadece Aşk ve Şefkat ahlâkını geliştirenlerin varlıkları, giderek değişim gösterecek ve onlar ilâhi nurun ziyaları olacaklardır.

Tarihi Mistisizmin çağımızda mistik felsefi ardılı Bergson da şöyle demektedir;
Bir akış ve sırf yaratıcı olan bu yaşamı akıl aracılığıyla kavramak; bütünü parçalara bölme, zamanı parçalara ayırma, akışı dondurmak demektir. Başka bir deyişle mekanik ve sinematografik bir kavrayış demektir. Bu ise yaşayan gerçekliği cansız kılarak eldelenen bir kavramdır. Buna karşın, gerçeği bilebilmek ve kavrayabilmek için, zamanın içinde yar alarak dış dünya bilincinden, iç dünya bilincine eş deyişle yaşama geçmek ve bütünlüğüyle yaşamın, salt enerjinin özgür bir merkezi olmakla, ölümsüz gerçekliğe yükselip ona kavuşmak gerekir. İşte ancak bu kavuşma doğrudan olan bir kavuşmadır. Bu ilişkiyi sağlayan araç ise «sezgi»dir. Sezgi, insanın iç kaynağı demektir. İnsan kendi içinde bulunan bu yaşam ilkesiyle gerçektir, canlıdır. Ne var ki insan, diğer yandan da duyular dünyasıyla, dışa ait zekânın bağlarıyla bağlı ve onların ezici baskısı altında bulunmaktadır. Bu nedenle de insanda doğuştan var olan bu gerçek ve canlı yaşam ilkesi açığa çıkmamaktadır. Gerçeğe ulaşmak için, duyular ve akıl dünyasını aşmak ve onların baskısından kurtulmak zorunludur.

Bütün varlık sürekli bir oluştan ibarettir. Bu oluş, çatışmalarla sürüp giden bir oluştur. İnsan kendi gerçeğinden habersiz ve bilgisiz düşmüştür. Bu nedenle insan özünü bilememektedir. Ve insan mutlak gerçeklik ile olan «içe ait birliğini» bilmedikçe, varlığın gerçeğini de bilemez. Kötülüğün nedeni de insanın aslını bilmemesidir.

Mistisizm yukarıdaki örneklerde görülen ana fikri, insanlığın düşünce ve inançlarını etkileyerek felsefe ve dinlerde sadece fikirsel düzeyde yansımıştır. Fakat esas önermeleri olan “varlığın özünün doğrudan deneyimi” göz ardı edilmiştir. Mistikler ana önermelerinin felsefe ve dinlerdeki biçimsel yansımasından ve işin yalnızca düşünsel olan tarafıyla ilgilenilmesinden sıkça şikâyet etmektedirler. Düşünceyi oluşturan kavramların “mistik deneyimle” doldurulması gerektiğini öne sürerek, “deneyimsiz fikirler, kuru birer sözden ibarettir” derler.
Ünlü mistik Niyazi Mısrî, “Cevizin kabuğunu yemekle lezzeti arzularsın” sözüyle bu görüşü veciz bir şekilde dile getirmiştir.

Mistisizm hakkında sunulanlardan anlaşıldığına göre özetle Mistisizm;

  • Bir çeşit Deney tipi,
  • Bir çeşit Bilgi yolu ve
  • Bir çeşit Bilinç halidir.

Mutlak olanı bilme yolunda transandantal bir tatmin isteği ve ihtirası olmaktan çok, Mutlak olana doğru Arınma, Aydınlanma, Esrime aşamalarından geçerek kişiliğin yeniden oluşturulma sürecidir.

Çeşitleri açısından Mistisizm

Dışa dönük (Extroversive) Mistisizm
Mistisizmin bu türü, realiteyi, Bir’i duyu organları aracılığıyla dış dünyada algılar ve bulur.
Panteizm; dış alemin, mutlak ile aynileştirilmesi ve bu nedenle Mutlağın bütün objelerin özü ve esası olarak algılanmasıdır. Extroversive Mistisizm, Introversive (içe dönük) mistisizme giden yarı yol olarak kabul edilmiştir.

İçe dönük (Introversive) Mistisizm

Bu çeşit mistisizm realitesini, yani Bir’i dışta değil içte, varlığın özünde bulur. Bu görüş bilincin bütün deneysel içeriğinin toptan kaldırıldığını deyimler. Mandukya Upanişad’ın dediği gibi; “O, duyuların üstündedir, anlamanın üstündedir, her türlü dışsal deneyimin üstündedir. O, kendisinde dünya ve çokluk bilgisinin tam ve mükemmel olarak yok edilmiş olduğu «sırf birleştirici şuurdur»”.

Bilgi ve Algı Mistisizmi

Bu çeşit mistisizm spekülatif düşünce üzerine dayanmıştır. Algının geçici kategorilerini aşan bir sezgi biçiminde, eşyayı yeni bir model içinde bir araya getiren, onları tamamlayan tam bir düşünce olarak, mutlak gerçekliğin doğrudan deneyimi üzerine temellendirilmiştir.

Eylem Mistisizmi

Eşyanın görünüşte olan varlıkları üzere değil, gerçek varlıkları üzere eylemde bulunmak, eylemleri realiteye uygulamaktır. Bhagavad Gita’da Krişna “Kendini mutlak ile birleştirmeye ada! Kalbi onunla birleştirmek, sonra da eylemde bulunmak, işte bağımsız eylemin sırrı budur” der.

Doğa Mistisizmi

Burada yaratıcı kuvvet doğanın içindedir. Bir taraftan yaratıcı, yaratılış içindedir, diğer taraftan da yaratılmayla oluşa gelen tüm varlık, yaratıcıda bütünüyle yok olmuştur.

Spiritüel Mistisizm

Burada ise, Tanrının varlığı fikrinden çok, yaratılmamış olduğu ileri sürülen ruhun, kendinden başka her şeyden arınması fikrine önem verilmiştir. Mistiğin objesi bizzat kendisidir ve kendi hakkında doğru bilginin elde edilişidir.

Tanrı Mistisizmi

Ana fikri ruhun kendisinin sonsuz ve ölümsüz ilkeye yani Tanrıya yeniden dönüşüdür. İnsan kişiliğinin değişim, dönüşüm ve birleşme aracılığıyla kendi aslını kaybetmeksizin Tanrılaşması önerilmektedir.

Mistiklere göre Mistisizm ve İnanç Örgütleri

Gerçekte mistik deney ile dinsel praktisler ayrı ayrı şeylerdir. Çünkü entelektüel açıklamalardan sıyrılındığında geriye değişmez ve başkalaşmaz olan “Birlik” kalır. Böyle bir birlik ise hiçbir dinsel manzara göstermez. Böyle bir deney; örneğin Vedantist ekole göre “Daha çok kişisel olmayan bir Mutlak”, Budizm’e göre; “Tanrının herhangi bir çeşidi olmayıp Boşluk ya da Nirvana”, Avillalı S.T. Teresa’da; “Tanrı ile birlik”, Eckhart ve Rusbroeck’de ise “Değişmez ve başkalaşmaz birlik ya da Tanrının üçlü kavramı” olarak açıklanmıştır. Gerçek böyle olmakla beraber sonunda Mistisizm belirli bir şekilde dinsel fakültelerle ilişkide bulunur, dolayısıyla da dinsel bir renk ve biçim alır. Ancak dinsel dogma entelekte mal edildiği zaman, bu dışa ait sözlerle (dinsellik), içe ait deney (mistisizm) arasında çatışma ve çelişme başlar. Dinsel kurumlar dışa ait dogma, vaaz ve öğütler emreder. Bunlara inanılıp, tartışılmadan kabul edilmesi gerekir. Buna karşın Mistik için güvenilecek bilgi ancak kendi deneyimidir. Bu nedenle mistikler Doğu ve Batı’da dinsel ortodoxi ile daima çatışmışlardır. Özetle din ile mistisizm arasında bazı benzerlikler bulunmakla beraber dinsel kurumlar (dışa çıkma, özden ayrılma, sevgiden ve aşktan yüz çevirerek sadece bir takım inanç ve itikatlar, duyular dünyasına ait bir takım emir ve yasaklarla, sözden ibaret doktrinler ve yalnız gösterişe ait törenler) yolunu tutar ve bu biçimle mistisizmden ayrılmış olur. Buna karşın Mistisizm (içe ait, özde, asılda, reelde, tek bir kelime ile Mutlak Aşkta) kendini gösterir. Bu aşk hallerini ve bu hallerin sezgisel verilerini anlamlandırmak ve değerlendirmek için zorunlu olarak diyalekte ait sembollerle anlatma yolunu tutar. Kullanılan semboller şema, diyagram ya da alegori gibi entelekte değil, sezgiye dönük artistik anlatımlar niteliğindedir.

Mistiklere göre mistisizm ve idealizm

İdealizmde, düşünülen şey, düşünen tarafından değişikliğe uğratılmaktadır. Deneye bağımlı değildir. Mistisizmde ise, akıl dışı deney söz konusu olduğundan, düşüncesiyle değiştiremediği bir algı söz konusudur.

Mistiklere göre mistisizm ve maddecilik

Maddecilikte bilgi, eşyanın dışı ile ilgili deneyler sonucu elde edilir.
Mistisizmin deneyi ise eşyanın formuna değil özüne ait bir algı deneyidir.
Mistisizmi böylece gözden geçirdikten sonra Bilim ve Bilimselliği ele alalım.

Bilim: (Yöntemli Bilgi)
Bilim, yöntemle elde edilen ve pratikle doğrulanan bilgidir. Bilim terimi günümüzde olayların yasalarını bulmayı amaçlayan araştırmaları dile getirir. Evreni, gerçeklikleri insan eylemleri ile doğrulanmış kavramlar, ulamlar ve yasalarla yansıtır. Bilimin itici gücü toplumun üretim gereksinimleridir. Bilim, insanlara nesnel yasaların bilgisini verir ki, insanlar pratik eylemlerini gerçekleştirebilmek için bu bilgiye muhtaçtırlar. Bir başka deyişle bilim, temelde insanoğlunun kendisini ve çevresini daha iyi tanıyıp, gerektiğinde etkileyebilme, egemen olma, kontrolü altına alma biçimindeki doğal istek ve güdüsünden kaynaklanmaktadır. Bilim, bilimsel yöntem ve kuramlarla gelişir. Bilimsel kuram “bir takım olguları veya olgusal ilişkileri açıklayan kavramsal bir sistemdir”. Böyle bir sistemin kurulması, bilimde en üst düzeyde bir zihinsel çalışmayı gerektirir. Araştırmaların genellikle bir deneysel bir de kavramsal yönü vardır. Araştırmacı deneysel olguları çeşitli duyu organlarıyla algılarken (gözlem), kavramı entelektüel yetisiyle geliştirir. Bu kabul bilim adamını kavram geliştirmeye zorlar.
Bilimsellikte hiçbir kuram son şeklini almış sayılmaz. Önü açık bırakılır ve yeni veriler elde edildikçe kuramların da geliştirilmesi söz konusu olur. Aynı nedenle, belli bir alanda kuram geliştirme çabasına geçmeden önce bir dizi deneysel araştırmanın yapılmış olması gerekir. Kuramlar, tez ve antitezler arasındaki çelişmeyle gelişirler. Bu yönüyle bilimsel gelişme, yeni gözlemler karşısında yetersiz kalan kuramların ayıklanması, yerlerine daha geçerli görünenlerin konulmasından oluşan bitmeyen bir süreçtir.

Bilimsel yöntemle bilgi elde etmede üç aşama öngörülmüştür.
*Tanılama: Problemin çözümündeki başarı önce yapılan tanımın gerçeğe uygunluğu ile sınırlıdır.
*Doğrulama: “Tümden-Gelim / Tüme-Varım” sentezinin odaklaştığı bir aşamadır. Bilimsel yöntemin diğer problem çözme yaklaşımlarına olan en belirgin üstünlüğü bu doğrulama aşamasının varlığıdır.
*Raporlaştırma: Tanılama ve Doğrulama süreç ve sonuçlarının baştan sona ve belli kurallar içinde belgelendirilmelerini içerir. Bilimsel yöntem; açık seçiktir, denetlenebilir, yansızdır, eleştirici ve düzelticidir, deneyci ve seçicidir. Bilimsel araştırma temelde; arama, öğrenme, bilinmeyeni bilinir yapma, karanlığa ışık tutma, kısaca bir aydınlanma sürecidir. Bütün araştırmalar duyulan bir gereksinim ile başlar, aynı temel süreçlerden sonra rapor yazımı ile sona erer.
Son zamanlara kadar bilimsel yöntem ile elde edilen bilginin “mutlak doğru” ve “değişmez” olduğu görüşü yaygındı. Çağdaş bilimsel yöntem anlayışında kararlar “optimal” niteliktedir. Günümüzde daha da geliştirilmiş olan bilim ve bilimsel yöntem kavramları diyalektik düşünce ile bütünleşerek önemli değişikliklere uğramıştır.
Diyalektik terimi çoğu zaman belli bir ideolojik anlayışla ilişkilendirilerek ele alındığı için, bu yöntemin tartışılması çağdaş bilim ve bilimsel yöntem anlayışı ile karşılaştırmalı olarak incelenmesi yeterli ölçüde yaygınlaşmamıştır.
Diyalektik kavramı, tarihsel gelişimi içinde çeşitli değişikliklere uğramıştır. Günümüzde bilimsel diyalektik anlayışı içinde yorumlanmaktadır. Eski diyalektik anlayış dört temel ilkeye dayalı olarak geliştirilmiştir.
*Her şey birbiriyle ilgilidir: Gerçek bir bütündür. Gerçeğin parçaları arasında karşılıklı etki ve evrensel bir bağımlılık vardır. Doğa, bileşik ve anlaşılır bir bütündür. Hiçbir olgu ilişkilerinden bağımsız anlaşılamaz. Nesne, olgu ve olaylar, onları oluşturan koşulların belirlenmesiyle anlaşılır olurlar.
*Her şey oluş halindedir: Gerçek olan şey devinimdir, değişmedir. Bu durum hem doğada hem de toplumda böyledir.
*Nicel değişimler, nitel değişimlere neden olur:
Maddelerin devinimleri ve oluşumu, yeniliklere neden olur. Bilim ise belirli bir nitel değişiminin oluşabilmesi için gerekli nicel değişimlerin neleri içerdiğini araştırır.
*Gerçek, içsel çelişkileri içerir:
Değişimin itici gücü, karşıtların çelişmesidir. Çelişme evrenseldir. Gerçeklere çelişmelerin irdelenmesiyle varılır.

Çağdaş yaklaşımın temel özellikleri ise şöyle özetlenebilir:
*Bilimsel düşünce “apriori” ile “aposteriori” arasında bir karşılıklı ilişkidir.
Deneye dayanmayan zihinsel kategoriler yoktur. Fakat zihinle doğrulanmamış deneysel sezgi de yoktur. Bilgi ne tam deneysel ne de tam kavramsaldır.
*Diyalektik bilimsel düşünce tümleyicidir.
Eski diyalektik yaklaşımdaki tez ve antitez, terslikler olarak algılanamaz; birbirlerini tamamlayan bir sentezin öğeleridirler.
*Bilim, organik bir yapıdır. İnsan bilgisinin tüm dalları bu ortak yapının tamamlayıcısıdır. Bilgi dayanışmalı bir bütün oluşturur, bütün içinde anlam kazanır. Yeni bilgiler bütüne katılırken öncekilerle yan yana durmaz, bütünleşir ve bütünün anlamında değişiklik yaratır.
*Bilgi tarihsel yapıdadır.
Yaşayan her kavram kullanıldıkça değişir ve gelişir. “Yeni bilgi” bir bakıma yeniden düzenlemedir. Düzenlemenin alacağı biçim, içinde bulunulan ortamın koşullarına göre değişir. Yeni bilgi, özgün düşünceyi gerektirir.
*Bilgi oluşum halindedir. Bilim, çözülen sorunlar kadar yenilerini de üretir.

Bilginin gelişme sürecinde olması, yeni bir zihinsel tutumu, yeni bir bilimsel anlayışı gerektirmektedir. Bu yeni tutum “açık felsefe” yani kaynaklarından sonuçlarına kadar bilginin her uzanımını eleştirel bir gözle görebilen bir felsefeyi vurgular. Böylece yeni ya da bilimsel diyalektik, eskisi gibi bir tezin üstün gelmesini sağlamaya yönelmiş savunucu bir girişim değildir.

Bu yeni anlayışta, kişinin kendi görüşlerinde eksikler ve yanlışlar bulmaya çalışması esastır. Bu arayış onu, karşıt kuramların doğru öğeleriyle zenginleştirmek ve zihni başlangıçtaki bilgilerin yüklediği sınırlılıktan kurtarmak içindir. Antitez yerine, deneme ve yeniden gözden geçirme anlayışı ve uygulaması vardır.
Bu yönleriyle diyalektik çağdaş bilimsel yöntem, metafizikten ayrı bir “anlayış” “arama” ve “problem çözme” yaklaşımını benimsemiştir. Bilindiği gibi metafizik, temelde gerçeklerin değişmezliğini savunur, varlıkları değişmez şeyler gibi inceler ve Mutlak Bilginin aranmasıyla uğraşır. Görülüyor ki, mistik yöntem ve bilimsel yöntemden güdülen amaç, insanın cehaletten kurtulup bilgi ile aydınlanmasıdır. Buna rağmen mistik yöntemde deney kişiseldir. Her ne kadar kişiyi mutlu ve erdemli kılmayı amaçlasa da ürettiği bilgi açık, herkesçe deneylenebilir ve belgelenebilir bir bilgi olamayacağından yalnızca öznel (sübjektif) kalmak zorundadır.
Bir mistiğin ürettiği bilgi, kendi için yaşanmış ve gerçek olsa dahi, diğer insanlar için dogmatik önermeler niteliğinde kalacaktır. Kendisinin deney, bilgi ve yaşamının tanığı ancak bir başka mistik olacağından, bilimsel platformda denetlenemez; toplumsal yansıması ancak inanç yönünde olabilir.
Bilimsel yöntem ile kendini olgunlaştırmış insanın topluma önermeleri ise açık seçik, deney ile denetlenebilir bilgilerdir. Bu tür önermeler inanç oluşturmayacağından sağlıklı bir yayılım gösterirler.

Mistik ve metafizik önermeler, inanca dönüştükleri için insanlar arasında bölünme çatışma doğururlar. İnsanlık tarihi bu gibi savaşlar ve acılarla doludur. Bu durumda da mistiklerin ortak ereği olan “birlik” gerçekleşmemiş olur.
Tüm insanlığın birleşebileceği ortak ve reel doğruların bilimsel yöntemle elde edilebileceği açıktır. Fakat insanları bu anlayışa getirebilmenin zorluğu da ayrı bir gerçektir. Kanımca bu bir eğitim ve öğretim sorunudur.
Dogmatik inançlarla sınırlanmış akıllarda, bilimsel yöntemin öğretilmesiyle oluşturulacak olan çelişki, kendi sürecinde aydınlanmaya doğru gidecektir. Yoksa kişinin inançlarını karşıya alıp, küçümseyici ve tahrik edici olmak savunmayı güçlendireceğinden yararlı olmayacaktır. Bunun için olumlu bir ortam kolaylaştırıcı bir unsur niteliğindedir.

Bilimsel nitelikte olmak demek, üretilmiş bilgilerin ezberlenmesi değil, aklı bilimsel yöntemler doğrultusunda kullanmak demektir. İnsanların aklına bilimsel formasyon kazandırmak ise eğitim ve öğretim yaygınlığı ile gerçekleşebilir.
Bilimsel bilgi ile aydınlanıp, sevgi ile dolan bir insan, yüksek insanlık ülküsüne hizmet etmekte yetkin bir kişiliğe sahip olacaktır.
Tarih içindeki büyük mistiklerin karizmatik kişilikleri ile insanlığa ışık tuttukları da yadsınamaz bir gerçektir. Yalnız bu aydınlığın onların ölümlerinden sonra parlaklığını yitirdiğini de inkâr edemeyiz.

Bilim ise, parlaklığı giderek güçlenen bir aydınlığı bize sunmaktadır. Bu nedenle çağımızda mistik kişilikler oluşacak ise bunların da bilimselliği önereceklerini umarım.

SEÇİLMİŞ KAYNAKÇA
Cavit SUNAR, TASAVVUF TARİHİAnkara Üniversitesi Basımevi, Ankara 1975
Cavit SUNAR, TASAVVUF FELSEFESİAnkara Üniversitesi Basımevi, Ankara 1974 
Cavit SUNAR, MİSTİSİZM NEDİR?, Kılıç Kitabevi – Garanti Matbaacılık, İstanbul 1979
Ömer Rıza DOĞRUL, İSLÂMİYETİN GELİŞTİRDİĞİ TASAVVUF, Ahmet Halit Kitabevi, İstanbul 1948
KİTAB-I MUKADDES, İstanbul 1976
Orhan HANÇERLİOĞLU, FELSEFE SÖZLÜĞÜ, Remzi Kitabevi, İstanbul 1982
Cemil SENA, FİLOZOFLAR ANSİKLOPEDİSİ, Remzi Kitabevi, İstanbul 1976
Cemil SENA, BUDA VE KONFÜÇYUS, Tefeyyüz Kitabevi, İstanbul 1941
M. Ali AYNİ, TASAVVUF TARİHİ
Frank GAYNOR, DICTIONARY OF MYSTICISM, New York, 1953
F. G. Happold, MYSTICISM, Penguin Books ve Encyclopedia of Religion and Ethics
Evelyn UNDERHILL, MYSTICISM
Niyazi KARASAR, BİLİMSEL ARAŞTIRMA YÖNTEMİ, Bilim Yayınları, Ankara 1986
FOULQUIE, DİYALEKTİK BİLİM, 1975