Meselin Tahkîki

Hz. Mevlâna’nın Mesnevî’inde zikrettiği bir meselidir…[1]

“Bir zaman Rûmî ve Çinli üstatlar arasında meslekî maharetleriyle alâkalı bir münâkaşa hâsıl olmuş ve netîcede mevzu’ pâdişâhın huzûruna intikâl etmiş. Pâdişâh da bu ustaları bir sınava tâbi tutup, davâsında kimin daha mâhir olduğunu görmek istemiş. Pâdişâh’ın emri ile her iki ümmetin usta ressamlarından, hünerlerini kendilerine tahsis edilen bir duvarda izhâr etmeleri taleb edilmiş. Karşılıklı duran bu iki duvarın arasına da bir hicab setredilerek ustaların birbirlerinin eserlerinden feyz almaları engellenmiş. Çinli ustalar yüz türlü boya isterlerken, Rûmîler sâdece duvarın pasını atmak için cilâ ricâ etmişler. Kendilerine imhâl eylenen mühlet dolduğunda, ustalıklarını teşhirleri arz edilmiş. Çinli ustaların maharetlerini gösterdikleri duvarı seyreden Padişah, bu ustaların eserine hayran kalmış, zîrâ üstatlar bin bir renkte, muhteşem bir manzara resmetmişler. Bundan sonra Rûmîlerin duvarına geçen Padişah’a eserlerini izhâr etmek için ustalardan biri, iki duvarın ara yerindeki hicabı indirince, Rûmîlerin üzerinde hiçbir pürüz kalmayan duvarı Çinli üstatların eserini olduğu gibi aksettirmiş. Bu da pâdişâhın hayranlığı kat kat arttırmış. Velhâsıl Pâdişâh Rûmîlerin eserinin daha kâmil olduğuna hükmetmiştir.”

 

***

 

Bu meselde ibdâ olunan birçok remiz mevcuddur. Meselâ Çin lafzının lügâti mânâsı Fars lîsanında “terkîb eden, toparlayan” şahsa işâret eder. Yine de bu meseli tahkîk ederken niyetim, kelâmın lügâti mâhiyetiyle mahdud olmadan, mânâya duhûl edebilmektir. Zirâ bu mevzûnun müzâkeresinin, meratib cihetinden farklı mânâlar ihtivâ ettiği âşikârdır. Hz. Mevlâna’nın bu remizli meseli, muhattabının idrâki mesabesinde sırrını iftâh eyler. Zirâ mesele bu Çinli ve Rumî üstatların hangi mânâyı setrettiklerini idrâk ile alâkalıdır. Şâyet Çinli üstatların zanaatleri ilim cihetinden düşünülecek olursa, Rumîlerin san’atı irfân olur. Zirâ ilim, mâluma tâbîdir. Mâluma müşâhede ise ilme vâkıf olmayı mecbûr kılar. Belki Çinlilerin kullandıkları yüz çeşitli boya bu ilmin remzidir. Boyaları kullanmadaki ustalıkları ilimlerinde rüsûh bulduklarına delalettir. Râsih olmak; meleke kesbedip, ilim ve fen’de vukûfiyyet kazanmaktır. Bu izâh bâbında pâdişâh olan irâde’nin ilk hayranlığı, ilmin sûretinedir. Lâkin ne kadar ulvî olursa olsun ilim, âlim olmaksızın mâlum değildir. Âlim ise, ilmini şahsından gayrı müşâhede ederse, mânâsı mâlumu bilir, âlimi bilmez ise, bu muallim hakîkat bâbında müşrik tesmiye olunur. Buna mukâbil ilmi kendinde, kendini Hakk’ta bilirse ona ârif tesmiye olunur. Binâenaleyh Rûmîlerin cilâladıkları duvar irfân âyinesini meydana çıkarmıştır. Çinlilerin eserinde müessiri görmek asla mümkün değildir, buna mukâbil Rûmîlerin âyinesinde pâdişâh gayr-ı ihtiyâri evvela kendi sûretine, ardından esere müşâhede etmiştir. Zîrâ âyinenin aksında evvelâ bakanın kendine müşâhedesi elzemdir. Garbî mütefekkirlerin lisânı ile “refleksiyon” tesmiye olunan hâdise budur. Binâenaleyh pâdişâhın hayretini kat be kat arttıran müşâhede-i sânîsi sûreti Hakk olan insânadır. Velhâsıl akıl, kendini âyine-i irfân’da müşâhede eyleyince, hem ilmin, hem de mâlumun medbei’nin Hakk, kendisinin dahi o Hakk’ın tecessümü olduğunu zevk eyler. İlme olan bu hayranlık, Hakk’ın o sûreti ile muhabbetine inkılâb eder. Binâenaleyh bu netîce bâbında denilebilir ki muhakkikler, âriflerdir. Bu meseldeki mevzu’ nasıl ki ilim ve irfân cîhetinden tefekkür eylendiyse, zanaat ve san’atkâr, hikmet ve fehm, nûr ve ziyâ… cîhetinden de tetkîk olunabilir. Kaldı ki Mevlâna’nın kendisi bu meseli, amel-i sâliha ve cilâlanmış gönlün münâsebeti bâbında zevk etmiştir.

 

***

 

Buna mukâbil idrâk-i muhtelif esâsınca Çinli üstatlar, Rumîler gibi duvarı sadece cilâlamayı kâfi görselerdi, hicâb indiğinde şâhid olacakları manzara lâ fenâ, yani nihâyetsizlik olurdu. Âyinede akseden menfî mânâdaki bu nâmütenâhi tezâhür, pâdişâhın indinde aslâ makbûl sayılmazdı, zirâ bekânın tahakkuku, fenâ iledir ve fenâ olmaksızın, bekâ mûhaldir. Şâyet bu Çinli üstatlar hiçbir ef’alde bulunmadan oturmayı tercih etselerdi, hicâb indiğinde âyine boş bir duvarı aksettirecekti. Tezâhür eden bu boş duvar ise şuur-u fânînin, ya’ni hebâ olmuş bir hayâtın ifâdesi olurdu. Bir de esfelessâfilîn hükmü vardır ki, o da duvarı mezbeleye çevirmektir. Mezbeleye dönen duvar, amel-i sâlihâ yerine amel-i nefsâni ile ömrünü hebâ etmeyi ifşâ eder. Bu ifâde ateşten ibâret cehennemin, ya’ni şuur-u cehlin nihâyetine bir misaldir. Zirâ âhirete intikâl edip hicâb indiğinde, her nefis sâhibinin bizzât kendi halk ettiği mezbelesiyle baş başa kalacağı İslâm nebileri ile tebliğ olunmuştur. Yine de her çöp ateşte yakılır ve dönüşümüz yalnız onadır… [2]


Dipnotlar:

[1] Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevî-i Şerîf – Beyit 3475-3480

[2] Kur’an-ı Kerîm, Mu’min Sûresi, 43 “… enne mereddenâ ilâllâhi ve ennel musrifîne hum ashâbun nâr.”