saat sabahın dördü. bilemedin dörtbuçuk. eski galata köprüsü daha yerinde duruyor…
… altındaki kahveler de,
dükkânlarda, gişelerde gri bir sessizlik… yalnızca dubalara vuran siyah dalgacıkların çıkardıkları sesler…
şap… şap… şıpırr… şap… şıpır…
çok uzaklarda bir vapur düdüğü… belli belirsiz.
köprünün üstündeki ışıklar henüz sönmemiş.
ince uzun kaidelerin üzerindeki karpuz lâmbalarda beyaza yakın sarı ışıklar…
…eminönü’nden karaköy’e, karaköy’den eminönü’ne…
doğru sıra sıra…
ve güzel bir yaz gününün sıcağına gebe
doyumsuz bir serinlik…
köprünün bir ucunda beyazlar giymiş bir adam. şişman karınlı ince boyunlu pirinç güğümüne eğilmiş. erkencilere sahlep hazırlığı içinde. bardaklarını yıkıyor… gıcır gıcır.. yalnız…
haliç’in bir ucundan başlayan gök kubbenin üstünde suskun, heybetli, tarifsiz bir lacivert…
ve lacivertin üstünde tek tük yıldızlar…
…galata,
yeni cami,
tophane ve
topkapı’ya doğru
belli belirsiz koyu bir maviye dönüşen gök kubbenin ve marmara’ya açılan denizin üstünde kızarmaya yüz tutan ufkun aydınlığına yenik düşmek üzereler…
selim paşa ilkokulu’ndan oğlunu almaya giden zehra hanım
telâş içerisinde. daha eve gidilecek, yemek yenilecek. Saat dörtte matematikçi gelecek. altıbuçukta beşiktaş’taki kursa yetişmek lâzım..
nasıl olacak?
nasıl olacak?..
yarabbim!..
ne kadar zormuş çocuk yetiştirmek…
halide hanım geçenlerde laf arasında söylüyordu.
onunkine gelen hoca beş milyon fazla alıyormuş
ama hangi koleji istersen garanti ediyormuş.
ne yapsak acaba?
bir de onu mu denesek?
babamız gene para lafını duyarsa küplere binecek…
aman canım!..
ister binsin ister insin…
bu kolej kazanılacak!..
vallahi rezil oluruz cümle aleme, kimsenin yüzüne
bakamayız… hele komşular ne derler?..
ya halide hanım?
zaten ne gecemiz kaldı ne gündüzümüz.
okul… hoca… kurs… ders… okul… hoca…
ne olur…
ah ne olur şu koleji bir kazansa…
karaköy.
saat yedi.
suat’ta üç beş yolcu ya var ya yok.
Bütün sesler akisler yaparak vapurun her tarafından duyuluyor.
kaptan köşkünden önce birinci “triling ling ling…”
homurtulu bir uskur sesi
ve yerinden kopacakmış gibi sallanan
ikinci mevki sıraları…
arkasından ikinci “triling ling ling…” bir an sessizlik ve yeniden sarsıntı… köpüren denizin üzerinde sahile bağlı balıkçı sandalları birden deniz üzerinde olduklarını hatırlayıp sallanmaya başladılar.
inerek… çıkarak…
yana yatıp kaykılarak…
burunları havada…
burunları sularda…
kaptan düdüğe bir kere asıldı. iskelenin çatısı üstündeki bütün martılar sanki sözleşmiş gibi birden kanat çırpıp havalandılar.
önce iskele üzerinde daireler çizdiler.
bir kaç tanesi gitti hastane binasının damına kondu.
bir kısmı suat’ın arkasından uçtular bir süre.
lüks mevkinin arkaya açılan kapısından çıkan biletçinin ufalayıp attığı ekmekleri kapıştılar.
çığlık çığlığa…
iki uskurun birden suları hallaç pamuğu gibi atarak köpük köpük,
bembeyaz kabarttığı, maviden yeşile doğru dönüşen suların üzerinde
kanat çırpmadan süzüldüler durdular bir zaman…
geri döndüler sonra iskelenin çatısına…
ve bütün güzelliklerinle, bütün beyazlıklarınla, aşağıdaki yersiz insan telâşlarını hiç ama hiç umursamadan mağrur
durdular…
martılar…
– iyi de… burada yirmi tane göz var… daha fazla olanı yok mu?
baksanıza benim en az yirmidört kredi kartım var… sonra
ehliyet, kulüp giriş kartı falan… sığmaz ki…
– beyefendinin bayağı kredi kartı var maşallah…
biz yandaki bankaya bir tane için müracaat ettik te…
vermediler bize… efendim ehliyet zaten o kadar
mühim değil. Siz onu başka bir yere koysanız da olur. Her
zaman lâzım olmuyor nasıl olsa…
bir dakika verin bakayım…
bakın şu benzin kartınız…
bu da kulüp giriş kartınız…
bunları birlikte koyarız…
tamam değil mi efendim?
kredi kartlarınızın hepsi de sığdı işteeee!..
deri de çok kaliteli hani… kredi kartıyla mı ödeyeceksiniz?
yeni cami’nin önünde bakır teyze koluna girdi yeğeni ile beraber
beş basamağı yavaşça çıktı.
adım adım.
kırışık güneş yanığı,
ve gözleri kapalı
güleç yüzü,
bol çiçekli başörtüsü
boş kalan elinde bir gaz tenekesi, torbayla mısırlar, koltuğunun altında minder ve koluna girdiği yeğenin elinde bakır teyzenin bastonu. Âmâ (yani bildiğimiz kör…) bastonu.
ince, boğum boğum.
düzlükte bir yerde yeğeni tenekeyi aldı teyzenin elinden. kendi taşıdığı değirmi yusyuvarlak biraz da yumru tepsiyi koydu üzerine.
tabureyi yerleştirdi, minderi üstüne koydu.
bakır teyze kımıldamadan duruyor…
yüzü yavaş yavaş yükselen yaz güneşine dönük.
gülümser gibi;
gözleri kapalı,
görmeden…
ama bakarak.
sonra mısırlar.
sonra ölçekler.
sonra oturdu bakır teyze
yeğeninin koluna dayanarak
minderine.
tek laf söylemedi… yeğeni de…
milyonlarca güvercin binlerce sene hasret kaldıkları birisini
görmüşçesine guruldayarak, iki yana sallanarak geldiler… kuşattılar
bakır teyzeyi.
– ilk mısır bedava… ilk mısır benden…
alın bakalım, dedi bakır teyze dudaklarını oynatmadan…
mısırların düşüp,
sıçrayıp,
hopladıkları,
yuvarlandıkları yerlere doğru koşuştular güvercinler,
birbirlerinin üzerinden adetâ atlayarak. ve bin senelik hasreti
bir anda unutmuş gibi.
gülümsedi bakır teyze.
iki elinin parmaklarını onca açarak.
mısır kaplarına, mısırlarına dokundu.
güneş yüzüne dönük…
kulüpte dışardaki tenis kortlarına nazır masaların
yarısı dolmuştu.
hanımlar…
çoğu kâğıt oynuyordu. yanlarında uzun bardaklarında
buzlu içkileri…
bir iki beyefendi…
lokantanın içinden aniden dışarıya çocuklar fırladı…
avaz avaz!..
kapının ağzında beyaz ceketli bir garson…
elleri önünde…
hanımların bir iki tanesi gözlerini kâğıtlarından ayırmadan
bağıran çocuklara, birşeyler söylediler…
bağırarak…
bir kız çocuğu masalardan birine doğru koştu.
masaya çarptı ve bütün bardaklar devrildi…
bir küme serçe aniden havalandı çimenlerden…
çimenlerin üzerinde güneşlenen hanımlardan birisi başını
kaldırdı…
azmi bey bu sabah birayla başlamıştı.
daha erkendi nasıl olsa. Akşama zeynel beyler ve
misafirler vardı.
yirmidört kişi…
acaba levrek mi daha münasip olurdu?..
yoksa ustaya o geçen gün yaptığı soteden mi ısmarlasaydı?..
aman canım daha erkendi nasıl olsa…
eliyle garsona işaret etti…
ve kulüptekiler yaşam tarzlarını, doğru verilmiş bir kararla ve
ancak ve ancak yüzme kulübü azalıklarına endesklemekten ve
de kendilerinden son derece memnundular…
san antuan’ın bahçesindeki serçeler nedense birden ürktüler. ve koca
bahçede kapıları açık duran kilisenin köşelerinde bucaklarında,
tavanlarında, kuytu boşluklarında yankılanan minicik kanat seslerini
geride bırakarak uçtular gittiler.
sanki önceden sözleşmiş gibi hesaplanmış bir rotayı takip ederek
galatasaray lisesi’nin üstünde döndüler. Sonra dümdüz aya triada’ya
kanat çırptılar. bir kaçı isteksizce okulun bahçesinde kaldı..
ağaçlarda ve tarhlarda..
aya triada’ya gidenler önce maksim’in daha sonra taksim
anıtının üstünden tur atarak istiklâl caddesine girdiler…
ok gibi ve ayni hızla atlas sinemasının birinci katındaki
balkonlara, çıkıntılara kondular dizi dizi…
tam o sırada (herhalde…) okulun bahçesindekiler de
çıkageldiler…
ne muhteşem bir buluşmaydı…
hep bir ağızdan ve hepsi birden bir şeyler söylüyorlardı
birbirlerine…
katlardan aşağıya
dalga dalga dökülen
bir cıvıltı kapladı
bütün caddeyi…
ve
yürüyen… koşan… itişip kakışan… bağırıp çağıran
insanların… polis arabalarının… tramvayların…
satıcıların sesleri… gürültüleri… kakafonisi…
içinde eriyip gitti.
bir tek kişi başını kaldırıp serçelere bakmadı.
bir tek kişi dinlemedi…
duymadı…