Nasreddin Hoca Anadolu insanının hislerine tercüman olmuş büyük bir bilgedir. Fıkraları, yüzyıllardır anlatıla gelmektedir. Onun bir halk bilgesi olduğu ve fıkralarında birer gizli hikmet bulunduğu, hakkındaki ortak kanaattir. Nasrettin Hocanın fıkraları, genellikle ahlâk ve ibret bakımından değerlendirilmekte ve onun her fıkrasının son cümlesi adetâ atasözü gibi dillerde dolaşmakta ve yeri geldikçe de söylenmektedir. Hattâ bu son cümleler, adetâ herkesin bildiği kod numarası gibi, söylendiğinde fıkranın tamamını hatırlatmaktadır.
Nasrettin Hoca fıkraları tasavvufî bir bakış açısıyla da yorumlanmıştır. Mehmet Fuat Köprülü her ne kadar hocanın fıkralarının tasavvufî yönden yorumlanmasını saçma bulup yorumlayanları tenkit etse de– (2) Hocanın fıkralarında tasavvufî bir hikmet bulan ve bunu yeri geldikçe eserlerinde mevzuların daha iyi anlaşılması için sıkça başvuran insanlar da vardır– (3).
Nasrettin Hoca fıkralarına tasavvufî yorum getiren bir Mevlevî şairi olmakla birlikte – (4) çağımızda bu üzerinde pek durulmayan bir konu gibi görünmemektedir. Aynı ekolden gelen iki çok değerli mutasavvıf, bu konuda en açık örnekleri vermiştir. Bunlardan birincisi Adanalı İsmail Emre’dir. Emre, sohbetlerinde Nasrettin Hoca’nın fıkralarından sık sık örnekler vermekte ve tasavvufî yorumlarını yapmaktadır– (5) Nasrettin Hoca fıkralarını İsmail Emre gibi yorumlayan bir diğer mutasavvıf, İsmail Emre’nin şeyhi Develioğlu Hafız Halil Efendi’nin diğer halifesi Kenzî Aziz Şenol’un halifesi olan Tire’li Lütfi Filiz Efendidir. Bu iki değerli zat, Nasrettin Hoca’nın büyük bir mutasavvıf olduğunu ve fıkralarının da tasavvufî hakikat ile tasavvufî ahlâkı telkin etmek istediğini eserlerinde ve sohbetlerinde her fırsatta dile getirmişlerdir. Bu derginin devamlı okuyucularının yakından tanıdıkları ve bu satırları yazanın kendisinden bir çok şey öğrendiği ve halen de öğrenmeye devam ettiği Metin Bobaroğlu, mizahla anlatımın en üst düzey anlatım biçimi olduğunu ve bunu herkesin başarmasının mümkün olmadığını, dolayısıyla Nasrettin Hoca’nın mizah yoluyla tasavvufî gerçekleri anlatmasının onun büyüklüğünü gösteren bir kriter olduğu, konuşmalarında ve sohbetlerinde sıkça dile getirdiği bir husustur. Bu, Hocanın fıkralarındaki özellikleri anlatanlarda pek görülmeyen bir özelliğidir– (6).
Yukarıda ismi verilen zevattan başka, Yedi İklim dergisinin Nasrettin Hoca hatıra sayısında da Nasrettin Hoca’nın tasavvufî şahsiyeti ve fıkralarında tasavvufî yönlerin açıklandığı kimi yazılara rastlıyoruz. Bunlar içinde en önemsediğimiz Ali Günvar’dır. Yazısından kendisinin de mutasavvıf olduğunu zan ettiğim Ali Günvar; “Bana damdan düşmüş olan bir doktor getirin” başlıklı makalesinde – (7) Nasrettin Hocanın Seyyid Mahmud Hayranî’nin dervişlerinden ve halifelerinden biri olduğunu söyleyerek aynı zamanda mutasavvıf olduğunu belirtmekte ve kimi fıkralarının tasavvufî yorumu yapılmaktadır – (8). Ali Günvar’dan başka; Şaban Abak’ın makalesi de göze çarpmaktadır– (9). Nasrettin Hoca fıkralarına tasavvufî yönden yaklaşanların, sanılanın aksine oldukça sayılarının bir hayli oldukları görülmektedir.
Lütfi Filiz, 1911 yılında Tire’de doğdu. Sultan Reşat, Sultan Vahdettin dönemlerinden sonra Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyetin ilânına kadarki büyük değişimi çocuk gözleriyle gözlemledi. On üç yaşına kadar devam ettiği okul hayatı, medreselerin kapanmasından sonra sona eren Lütfi Filiz’in okuma aşkı tüm ömrüne yayıldı. Hayatını kazanmak için elli altı yıl boyunca saatçilik mesleğini sürdürdü. Otuz dört yaşında iken gönlündeki büyük kaynama ona Osman Dede’yi buldurdu. Bu beraberlik Osman Dede’nin dünya aleminden ayrılmasına kadar beş yıl devam etti. Daha sonra
Kadd-i mevzunun görüp tekrar eliften başladım”
diye hitap ettiği ikinci hocası Kenzî Aziz Şenol ile içindeki ilim ve Allah aşkını yirmi üç yıl boyunca paylaştı. Aziz Dede’nin dünya hayatına veda etmesinden sonra yıllar boyunca aldığı bu bilgileri yaptığı sohbetlerle talip olanlara nakletti. Lütfi Filiz, sağ olup İçerenköy’de (İstanbul) ikâmet etmektedir– (10).
Nasrettin Hoca, Lütfi Filiz’in talebelerine tasavvufî hakîkatleri anlatırken sıkça başvurduğu ve misal getirdiği önemli bir kaynaktır. Nasrettin Hoca’nın büyük bir veli olduğuna inanan Lütfi Filiz, eserlerinde ve sohbetlerinde, yeri geldikçe Nasrettin Hoca’nın fıkralarını, anlattığı konuların daha iyi anlaşılması için misal getirmekten asla sakınmamıştır.
Lütfi Filiz, Nasrettin Hoca’nın, tasavvufî mizahla anlatma yolunu benimsemiş bir zat olduğunu düşünmektedir. Kendi başından geçenleri örnek vererek anlattığı insan hayatındaki değişikliklere dikkat çekerek hiçbir insanın, hiç kimse için: “Neden, niçin” dememesi gerektiğini söylemektedir. Lütfi Filiz’e göre herkesin programlanmış bir kaseti vardır ve o kasettekiler, ekranında görünecektir. Yani, her şey kişinin kendi kitabında yazılıdır ve herkes; güzel de olsa, çirkin de olsa, güldürse de, ağlatsa da, kendi kitabını okuyacaktır. İşte Nasrettin Hoca tasavvufu kendi kitabındaki gibi mizahi yolla anlatmaktadır… Ama, bundan nasibi olmayanları, O’nu sadece gülünç fıkralar anlatan bir kişi olarak gördüklerini– (11) söyleyerek eleştirmektedir.
Aşağıda yer alan 21 fıkra ve yorumu, onun, sohbetlerinden deşifre edilerek kitaplaştırılan ve 1999 – 2000 yıllarında İstanbul’da yayınlanan Noktanın Sonsuzluğu isimli dört ciltlik kitapları taranarak çıkartılmıştır.
Fıkralar ve yorumları– (12)
1- Sen de haklısın
Peygamberimiz, bir Hadisinde: “Vücudumuzun yarısı güneşte, yarısı gölgede kalacak şekilde oturmayın” buyurmuştur. Bu ne demektir? Bir tarafa ağırlık verin ki, ne olduğunuz anlaşılsın demektir. Bu sözleriyle, kendi yanında Müslüman gibi görünüp, Kureyşî’lerin yanında onların tarafını tutanları, yani münâfıkları ima ederek, onlar gibi olmayın mesajını vermiştir. Çünkü, terazinin iki kefesine de birer kiloluk ağırlık konursa, ibre oynamaz. O zaman, belirsizlik olur ve adalet-i ilâhi tecelli edemez. Nasrettin Hoca’nın davacıya da, davalıya da “Sen haklısın” deyiş hikâyesi bu durumu anlatmaktadır.– (13)
Ehl-i tevhit, yani marifet ehli, olaylara daima yukardan baktığı için şeriattaki bazı kurallara pek itibar etmez. Bu kurallardan biri kısas kuralıdır. Ehl-i tevhit nazarında Hakk’tan başka bir şey olmadığı için, düşman kavramı da yoktur. Bu nedenle kimi kimden şikâyet edebilir? Bu durumu Nasrettin Hoca çok güzel anlatmıştır. Kendisi kadıyken bir gün birisi gelir ve: “Filanca bana şöyle yaptı, ondan davacıyım” der. Hoca adamı dinler ve ona: “Sen haklısın” der. Bunun üzerine davalı itiraz eder ve olayı bir kez kendi açısından anlatır. Onu dinleyen Hoca, ona da: “Sen haklısın” der. Bunu duyan karısı: “Yahu Hoca bu nasıl karar, hem davacı, hem davalı haklı olur mu” deyince Hoca ona döner ve: “Vallahi hanım sen de haklısın” der. Bu fıkra, ehl-i tevhidin olaylara bakış açısını göstermesi bakımından çok güzel bir örnektir. Tevhit açısından her şey Hakk olduğu ve alt âlemlere, yani dünya hayatına hitap eden bazı şeriat kuralları bu mertebede geçerliliğini yitirdiği halde, “Hakk geldi batıl yok oldu” <17-81> âyeti bize bunu anlatmaktadır. Dünyada yaşandığı için, bu kurallara direkt olarak karşı çıkmamak gerekir. İrfaniyet de bunu gerektirir– (14).
2 – Ah gençlik
İnsanlar arasında kendine, kabadayılığına, gücüne çok güvenenler vardır. Aynı kişiler ihtiyarladıklarında o güçlerinden, kabadayılıklarından hiçbir şey kalmadığını göreceklerdir. Nasrettin Hoca’nın, dereden atlarken, sıçrayıp, suyun orta yerine düşünce: “Ah gençlik” deyişinin nedeni budur. Ama, sonra etrafına bakıp, kimsenin bulunmadığını görünce: “Ben senin gençliğini de bilirim” diye ilâve etmesi, kendisinin gençliğinde de gerçek varlığın yanında bir şey ifade etmediğini kabul ettiğini gösterir– (15).
3 – Bilenler bilmeyenlere anlatsın
Vahdet ehli: Birlik, topluluk ehli; başka bir deyimle; her şeyi kendinde toplayan, demektir. Onun için vahdet ehli karşısındakini gayrı görmez. Her gördüğünü kendisiymiş gibi görür. Bu durumu en güzel izah edenlerden biri Nasrettin Hoca’dır. Bir fıkrasında: Vaaz dinlemek üzere toplananlara: “Ne söyleyeceğimi biliyor musunuz?” diye sorar ve “Bilmiyoruz” cevabını alınca: “Madem ki bilmiyorsunuz, ben de bir şey söylemeyeceğim” diyerek kürsüden iner. İkinci hafta yine aynı soruyu sorduğunda, cemaat “Biliyoruz” deyince, bu kez: “Madem ki biliyorsunuz, ben size ne anlatayım” der ve yine kürsüden iner. Üçüncü hafta, cemaatin bir kısmı: “Biliyoruz” bir kısmı ise:”Bilmiyoruz” diye cevap verince, “Bilenler, bilmeyenlere anlatsın” der ve yine bir şey söylemeden kürsüden iner. Bu, karşısındakini kendinde toplamanın en güzel ve mizahî olarak ifade edilmiş örneklerinden biridir. Burada Hoca, karşısındakileri kendisi olarak gördüğünden, “Bilmiyoruz” cevabının da, “Biliyoruz” cevabının da kendisinden çıktığını ve her iki durumda da konuşmasına gerek olmadığını anlatmak istemiştir. Üçüncü durumda da yine aynı gerekçe ile, kendi kendine konuşması gerektiğini düşünerek, yüksek sesle bir şey söyleme gereği duymamıştır – (16).
4 – Ya tutarsa
Mürşitlerin bir başka görevi de; insanlara doğru yolu göstermektir. Kişiyi o doğru yola çekecek olan Allah’tır. Allah isterse, istediği kulunun genlerle yazılmış kitabındaki yazıları değiştirir ve kuluna yeni kitabı okutturur. Burada mürşidin yaptığı iş, süte maya çalmaktır. Bunu biraz genişletirsek Nasrettin Hoca’nın göle maya çalma hikâyesindeki: “Ya tutarsa” konusu ortaya çıkar. Bugün milli piyango reklâmları da: “Size de çıkabilir” denerek bu esasa uydurulmuştur. Evet, piyango birine çıkacaktır, ama kime?…– (17).
5 – Suyunun suyu
Bahsettiğimiz yansımalarda sadece müritler değil, onların el tutmamış yakınlarının da etkisi vardır. Çünkü, mürşitler müritlerinin yakın çevreleriyle de dolaylı olarak ilgilenirler. Nasrettin Hoca’nın “Tavşanın suyunun suyu” dediği nokta burasıdır. Allah vardır ve varlığıyla bir kulda tecelli etmiştir ki, o Uluhiyet makamındadır. Uluhiyetten rübûbiyete, rübûbiyetten hakkıyete, hakkıyetten de halkıyete yansır – (18).
6 – Keramet sarıktaysa
Gerçek mürşitler, tahta, taca, posta ve saltanata rağbet etmeyip, en aşağı mertebelerde durur ve etraftakileri Hakk bildikleri için, başlarına taç ederler. Sunullah-ı Gaybî Hazretleri, bunun aksini yapıp, gösterişe kaçanlar için:
“Taç marifet tacıdır sanma gayrı taç ola
Taklit ile tok olan hakikatte aç ola”
Demektedir. Nasrettin Hoca da aynı konuyu şu hikâyesiyle mizahî olarak anlatmıştır.
Birisi Hoca’ya okuması için bir mektup verir, ama yazı o kadar çirkin ve okunaksızdır ki, Hoca okuyamaz ve mektubu iade eder. Mektup sahibi: “Başındaki koca sarıktan da mı utanmıyorsun” deyince, Hoca sarığını çıkarıp, bu sözü söyleyenin başına geçirir ve: “Keramet sarıktaysa, haydi şimdi sen oku” deyiverir. Hoca, bu fıkrasıyla, her şeyin içten olacağını anlatmak istemiştir– (19).
7 – Rüzgar çıkmaz
Nasrettin Hoca’nın bazı hikâyeleri bekaya aittir. Bunlardan birinde: Hoca halka döner ve harman zamanı herkesin tarlasından dönüm başına bir ölçek ekin vermesini, vermeyen olursa onun rüzgârını keseceğini söyler. Halk, Hoca’nın kendileriyle alay ettiğini zanneder ve sözünü ciddiye almaz. Harman zamanı gelir, çatar. Tabii kimse hocaya bu konuda söz vermemiştir. Hoca bir tepenin üzerine çıkar ve oraya bir hasır gerip, oturur. Herkes harmanı hazırlar, ama rüzgâr olmadığı için bir türlü savuramaz. Bir gün, iki gün, bir hafta beklerler, rüzgâr çıkmayınca, bu kez: Acaba Hoca’nın bir bildiği mi var, diye düşünmeye başlarlar. Hafta geçmesine rağmen hâlâ rüzgâr çıkmayınca, içlerinden biri tepeye çıkar ve Hoca’ya durumu anlatır. Hoca: “Ben size istediğimi vermezseniz rüzgârınızı keserim dememiş miydim” deyince adam; “Aman Hoca ben vereceğim sen rüzgârı bırak” der. Hoca adama: “Senin tarlan hangisi?” diye sorar. Adam gösterir. Hoca, onun tarlasının yerini öğrendikten sonra, hasırda o tarlayı görecek şekilde bir delik açar. Adam tarlasına döner ve rüzgâr başladığı için harmanını savurmaya başlar. Onu görenler de harman yapmaya kalkarlar, ama rüzgâr olmadığı için havaya attıklarının aynen düştüğünü görürler. Bunun üzerine adama gelip, sorarlar. O da durumu anlatıp: “Ben Hoca’ya istediğini vereceğime dair söz verdim, rüzgâr geldi” deyince, hepsi birden Hoca’ya gidip, istediğini vereceklerine dair söz verdiler. Hoca hasırı kaldırır ve dönüp harmanlarını yaparlar.
Bu hikâye, Allah’ın maddeten iyilik yapanlara bazı ihsanları olacağını anlatmaktadır. Bugün zengin olanları inceleyecek olursanız. (Tabii sahtekârlıktan zengin olanları kastetmiyorum) pek çoğunun babalarının, bilmeden, bir fakire bir şekilde yardım edip, o fakirin himmetini almış olduğunu görürsünüz. Bu, Allah’ın hasırından bir delik açıp, onlara rüzgârı estirmesi anlamına gelir. Onların zenginliği, sadece kendilerinin değil, etraflarındakilerin de yararlanmasına sebep olmakta ve böylece Allah, bir kişi vasıtasıyla bir çok kimsenin geçimini temin etmektedir– (20).
8 – Fincancı katırları
Bazı durumlarda kırıcı bir söz söylemektense susmanın daha iyi olacağını söylemeye bilmem gerek var mıdır? Hele konu Allah’ın işleri olursa… Çünkü dilini tutmasını bilmeyen ehl-i tevhidin, her zaman ehl-i şeriat ile problemleri olduğu bilinmektedir. Nasrettin Hoca’nın “Fincancı katırlarını ürkütme” hikâyesi bu durumu anlatmak için söylenmiştir. Müridlere: “Dilinize sahip olun” denmesinin nedeni de budur– (21).
Sizin: “Ben zattayım” “Ben cem’deyim”, “ben cemü’l-cemdeyim” demeniz sadece laftır. Bu mertebelerin içinde yaşamadan, insan bir yere gelemez. Ben dersimi verdikten sonra, içinde yaşayıp, yaşamadığınıza bakıyor ve yaşamadığınızı görürsem, o zaman asılmaya başlıyorum. Yine de olmazsa, o zaman tekdirler başlar. Çünkü, bu konuda Ziya Paşa’nın:
“Nusb ile uslanmayan etmeli tekdir
Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir”
sözü geçerlidir. Ama: “Bundan Allah korusun” derim çünkü: “Rabb’inin tutuşu çok şiddetli” <85-12>’dir.
Tabii, uslu durup, söz dinleyenlere bir şey yoktur. Yoldan çıkanlar ikaz edilir, hattâ anne ve babalarından dayak bile yerler. Salikler de bu kurala tabidirler. Bu durumu Nasrettin Hoca: “Fincancı katırlarını ürkütme” hikâyesiyle mizahî olarak anlatmıştır. Dayağı, katırları ürküten yer, çünkü mezarından baş kaldırmıştır. Aynı durum: “Ben oldum” diye havalara girenlerin başına da gelir.
Bu, sonu gelmeyen bir kervandır. Herkes şıngır şıngır geçerek, görevini yapacaktır. Bu yolda ölen, kurtulur. Nasrettin Hoca, mezara giderken, karısı katmer hazırlayıp, yanına koymuş. Hoca’nın, katırlar geçerken, münkir, nekir melekleri geliyor zannıyla birden doğruluvermesiyle, katırlar ürkmüş ve sırtlarındaki züccaciye eşyası olan yük kırılmış. Hoca da katırcılardan dayağı yemiştir. Gelenler sual melekleri dahi olsaydı, (Ki öylediler) Hoca, başını birden kaldıracağına, onları ürkütmeden, yavaş yavaş doğrulup, kalksaydı, o dayağı yemezdi.
Onun için biz, dayak yememek için yavaş yavaş doğruluyoruz. Allah’ın işine hiç karışmayız. Çünkü, fincancı katırları da dahil, hepsi lâzımdır. Onlar olmasa fincanları kim taşıyacaktır? – (22).
9 – Ömrü vefa etmedi
“İnsan ruh ve bedenden oluştuğu için, bedenden kurtuldukça ruhlaşacaktır” düşüncesi ve bunun gerçekleştirilme yolu olarak kabul edilen riyazet, hemen tüm dinlerde vardır. Riyazete girilip, beden zayıfladıkça ruh gücünün arttığı kabul edilir. Ancak, bu yolda aşırıya kaçıp, hayatını kaybedenler çoktur.
İnsan bedenden kurtuldukça ruh âlemine geçmeye başlar. Bu geçişi gerçekleştireyim derken ölüp, temelli gidenler de çoktur. Nasrettin Hoca bunları anlatmak için, eşeğinin arpasını azalta azalta hayvanı öldürmüş ve soranlara: “Tam yemeden yaşamaya alışıyordu, ömrü vefa etmedi” demiştir– (23).
10 – Damdan düşen getirin
İnsanın, irfan kapılarını açabilmek için, önce dinî eğitim alıp, ilmini geliştirmesi lâzımdır. Mutad olarak, bir insanda ilmin gelişmesi, aynen bir çocuğun büyümesine benzer. Çocuk, büyümeye heveslenir, ama büyümeden, büyümenin ne olduğunu bilemez. Ne zaman büluğ çağına gelirse, o zaman büyümenin bilincine varır. Manevî ilimler de insanda tahakkuk etmedikçe, insan çocukluktan çıkmış sayılmaz. Ne zaman tahakkuk eder de insan o ilmin içinde yaşamaya başlarsa, o zaman gerçek durumunu idrak eder ki, bu duruma: “Tatmayan bilmez” denmiştir. Nasrettin Hoca’nın damdan düştükten sonra halini soranlara: “İçinizde damdan düşen var mı, varsa benim halimi ancak o anlayabilir” deyişinin nedeni budur– (24).
Allah’ı bilmenin bir ikinci yolu da, Kendi’ni bildirmek için verdiği işaretleri doğru algılamaktır. Burada aşk çok önemlidir ve bunu da tatmayan bilmez. Nasrettin Hoca’nın, damdan düştüğü zaman “Benim halimi ancak damdan düşen bilebilir” dediği nokta burasıdır– (25).
İmanın tam olması, kişinin bu ilmi yaşamasıyla mümkündür. Bunun en güzel izahını Nasrettin Hoca, damdan düştüğünde, kendisine: “Nasılsın, neren ağrıyor” diye soranlara: “İçinizde damdan düşen var mı? Varsa benim halimi ancak o anlar” diyerek yapmıştır– (26).
Mürit eğitiminin son safhası, mürşit ile müridin birbirine ayna olmasıdır. Mürit mürşidi, mürşit de müridi görür hale gelir. Nasıl, aynanın bir sırrı varsa, bu ilişkiyi de: “Sırrın sırrının sırrı” olarak tarif etmek gerekir. Çünkü, bunun adı bile sırdır. Bu sırrı elle tutup, gözle görmek mümkün değildir ve ifşa da edilemez. Sadece hissedilir ve zevkine varılır. “Bilen söylemez, söyleyen bilmez” denen nokta burasıdır. Nasrettin Hoca’nın “Damdan düşenin halinden ancak damdan düşen anlar” dediği yer de burasıdır. Çünkü, her ikisi de aynı mertebede, bileşik kaplardaki su seviyesi gibi aynı hizada olmadıkça, bu aynalık durumu ortaya çıkamaz. Bu duruma eski tabiriyle; “Karin olmak” veya “Kürretü’l ayn” denir. Kürretü’l ayn demek: mürit ve mürşidin aynı seviyede olup, karşısındakine baktığında, onda kendini görmesi demektir. Tıpkı birbirinin gözünün içine bakan iki insanın, karşısındakinin gözünün içinde kendini görmesi gibi…– (27).
11 – Önümüz kış
Hakk’tan gelenlerin; taksirat, imtihan ve terfi diye üç türü vardır.
Bunlardan birincisi olan Taksirat: Yapılan bir hatanın karşılığıdır. İnsan daima ektiğini biçer. Söylediği acı veya tatlı bir sözün karşılığı mutlaka gelecektir. Zira, bu konuda insan aynen bir radar gibidir. Kendisinden çıkan bir dahga, döner, dolaşır, tekrar geri gelir.
İmtihan: Durup dururken olmaz. Ancak, Allah, zaman zaman kulunun bir olaya karşı sabrını ölçmek isteyebilir Bu durumda ona bir tecelli isabet ettirir ve onun dayanıp, dayanamayacağını görmek ister.
Terfide ise: Allah, terfi ettireceği bir kulunu, terfi ettirmeden önce şiddetli bir tecelli (cemali veya celali olabilir) ile karşılaştırır. Cahiller bunu bilmedikleri için böyle bir tecelli ile karşılaştıklarında bağırıp, çağırmaya başlarlar. İşin aslını bilenlerse, her sıkıntının ardından bir ferahlık geleceğini bilerek sabrederler. Nasrettin Hoca bu durumu, yaz gününde kürk giyip, kendisine: “Yahu Hoca biz neredeyse gömleklerimizi çıkartıp, çıplak gezeceğiz sen kürk giymişsin” diyenlere: “Önümüz kış” demek suretiyle anlatmaya çalışmıştır. Hoca’nın bu cevabı: “O çekilen sıkıntının arkasında sizin görmediğiniz, ama benim bildiğim bir ferahlık vardır” anlamını içermektedir.
Dünya hayatındaki sıkıntı da, ferahlık ta misafirdir. Çünkü, bu hayat engebeli, inişli, çıkışlıdır. Aslına bakılırsa her şey engebelidir. İnsanın konuşurken çıkarttığı ses bile bir titreşimden ibarettir. Ses adını verdiğimiz bu titreşimler seyrek olursa ses kalın, sık olursa da tiz olmaktadır. – (28)
Ancak, tabii ki, Allah bu durumu böyle sürdürmeyecektir. Çünkü O’nun işleri dalgalıdır. Bir çıkar, bir iner… Bu durumu bilenler; feraha erdiklerinde, arkadan bir sıkıntı geleceğini düşünüp, korkarlar. Nasrettin Hoca’nın yaz ortasında kürkle dolaşması ve sebebini soranlara: “Önümüz kış” diye cevap vermesi bu durumu anlatmak içindir. Her kemalin sonucunun zeval, her zevalin sonucunun kemal olduğunun söylenmesinin de nedeni budur. Çünkü, zevalsiz olan sadece Allah’tır– (29).
12 – Bırakayım da çalın
Yaşlılar tırmanacakları yere kadar tırmanmışlardır, ama gençler daha tırmanacaklardır. Bu sebeple de çok dikkatli olmak zorundadırlar. Bu konuda Nasrettin Hoca’nın pabuçlarını yanına alma hikâyesi geçerlidir. Pabuçları aldığında “Hoca onları ne yapacaksın” diye sorduklarında: “Belki ileride bir yol daha vardır” diye cevap vermiştir. Tabii, “Bırakırsam çalarsınız” dememek için…
Bir salik hiç kimseye gönül kırıcı bir söz söylememeli, kimseye kötülük etmemelidir. Çünkü, karşısındakinin aynası kendisidir. Bakılan yer: “Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü orası” <2-115>’dir. Bu sebeple insan kötü şeyler yapıp, kendini sıkıntıya sokmamalı, kendi rahatını kaçırıp, cehenneme girmemelidir. Karşısındakine bağırıp, onu üzen bir kimse, kendisi de sinirlenip, üzülmeyecek midir? O halde eden, kendine etmiş olur. İnsanın karşısındaki gülerse, kendi de güler, o surat asarsa, kendi suratı da asılır. Onun için çok sabırlı olmak ve karşıdakini, dolayısıyla sonunda kendini üzecek bir söz söylememek veya harekette bulunmamak gerekir. Aile saadetinin de, cemiyet ve millet esenliğinin de sırrı budur– (30).
13 – Keramet sarıktaysa…
Bugün üzülerek söylüyorum ki, şeriat, erkândan ibaret kalmıştır. Ehl-i şeriat geçinenler de, bu nedenle erkâna uymayanı dinsiz ilân etmektedirler. Hattâ aralarında, erkânı bile dejenere edip, saça, sakala, cüppeye ve sarığa indirgeyenler olduğunu görüyoruz. Bunlarla bir yere varılamayacağını Nasrettin Hoca, mektup okuma fıkrasıyla anlatmıştır. Tabii, anlayana…– (31).
14 – Al abdestini ver papucumu
Güneş ışığının beyaz oluş nedeni kendini meydana getiren yedi rengin ifna olup, birleşmiş olmasıdır. Aynı durum insanın temizlenmesinde de geçerlidir. Kendini manen ifna etmeyen nasıl Hakk’a vasıl olamazsa, bunun maddî karşılığı olan boy abdestinde de bir kıl kadar su değmedik yer kalsa, o abdest alınmamış sayılır. Burada kıl veya kıl dibi tabiriyle kastedilen şey kişinin benliğinden eser kalması veya mertebe-i fenâdan eser kalması demektir ve kişinin bekaya geçişine engel teşkil eder. Gerçek abdest, bozulmayan abdesttir. Diğeri, onun rumuzla anlatımından ibarettir. Nasrettin Hoca’nın : “Al abdestini ver pabucumu” hikâyesi bunu anlatmaktadır– (32).
15 – Bindiği eşeği saymaması
Nasrettin Hoca, tasavvufu mizahla anlatma yolunu benimsemiş bir zattır. Onun, bindiği eşeği saymama fıkrası, insanın cehaletini anlatmaktadır. Çünkü, tasavvufta eşek nefse işarettir. Kur’an’da da : “Hımâr” <62-5> diye geçer ve en aşağı mertebenin temsilcisidir. Ses olarak ta eşek sesinin en kerih (iğrenç) ses olduğu ve cehenneme gidenlerin bu sese benzer bir ses çıkaracakları belirtilmiştir. Fıkrada, Hoca’nın bindiği eşeği saymaması, insanların kendilerini bilmediğini ima etmektedir– (33).
Lâ’da olan, İllâ’yı bilmediği için boşta kalmıştır. İllâ tahakkuk ettiği zaman insan, Lâ’nın içinde İllâ’nın da olduğunu, ama bu mevcudiyetten kendisinin haberdar olmadığını anlar. Nasrettin Hoca, bindiği eşeği saymayıp, eşek aramakla bu durumu anlatmak istemiştir. Hoca’nın bindiği eşeği saymaması Lâ, inip saydığında eşek sayısının tam çıkması da İllâ’dır– (34).
16 – Eşeği taşıması
Nefis ve ruh birbirine aynadır. Ruh esas, nefis ise onun süsleridir. Süse takılıp kalan, ruha ulaşamaz. Ruh, merkep olan nefsin üzerine binen bir binicidir. Nefse değer veren; Nasrettin Hoca’nın fıkrasındaki gibi, eşeğini sırtına almış olur. Nefis, uysal bir merkep olduğu için bize uyar. Ama inatçı merkepleri uysallaştırmak için zora sokup, yormak gerekir. Şeriatın amacı: Bu zorlukları bedene yükleyip, onu uysallaştırmak ve ruhun emirlerine uyup, onun, üstüne binmesine itiraz etmemesini temin etmektir– (35).
Nefs-i Emmare: Taşlaşmış, emredici, kişiyi tamamen kontrolü altına alıp, köleleştirmiş nefistir. Böyleler insanî duygulardan ve dolayısıyla da pişmanlık hissinden yoksundurlar. Onun için böylelerine “Allah seni taş etsin” diye inkisar (beddua) edilir. Ama, onlar zaten taşlaşmış kişilerdir. Bu mertebe, bedenin ruha binmesi, yahut Nasrettin Hoca’nın yaptığı gibi, eşeği sırtında taşımak olarak nitelendirilebilir. Bu mertebedeki nefsin en bariz göstergesi insanların alışkanlıklarıdır. Mesela: Sigara alışkanlığı… İnsan, zararlı olduğunu bildiği, hattâ zararlarını kendi vücudunda gördüğü halde sigarayı bırakamaz. İptilâ haline gelmiş her alışkanlık, insanın nefsine köle olması demektir. Bu iptilaların da çeşitleri vardır. İşte gece hayatı… Evde ailesi kendini beklerken kişi sabahlara kadar meyhanelerde, barlarda, pavyonlarda gezer. Bu durum, o kişinin nefsinin kölesi olması demek değil midir?– (36).
17 – Kazan doğurdu
Allah kullarına kendi aklından, yani Akl-ı küll’den birer miktar vermiştir. Kulların bu yavru akılla Akl-ı küll’ü anlamaları mümkün değildir. Çünkü, evvelce verdiğimiz örnekteki gibi, küçücük bir tencere kapağıyla koskoca bir kazanı örtmek olanaksızdır. Nasrettin Hoca’nın: Komşusundan ödünç aldığı kazanı iade ederken bir de tencere verip: “Senin kazan doğurdu” deyişi; “Akl-ı küll, aklı cüz’ü doğurdu” anlamındadır. Bu tip olayları misal vermeden anlatmak mümkün değildir– (37)
18 – Kırpar kırpar yıldız yaparlar
İnsan, sadece et ve kemikten yapılıp, yesin, içsin diye dünyaya gönderilmiş küçücük bir cisim (cism-i sagir) değildir. Böyle zannedenlerin güneşinin, daha doğmadan zeval bulup, kaybolduğunu söylemek gerekir. Zavallı olduğumuz doğrudur, ama bu zavallılığımız bedenimizle ilgilidir. Beden, insanın arzıdır. Bu arzın (bedenin) güneşi ise mürşittir. Bir şiirimde: “Bir güneş ki sonsuz ecrama ziyasın bahşeder” mısraıyla anlatmaya çalıştığım gibi, mürşit güneşi, ışığını bir yıldız mesabesinde olan müritlerine aksettirir ve her zerrede onun güneşinin ışığı parlar. Bu gerçeği, Nasrettin Hoca: “Eskiyen ayı, kesip kesip yıldız yaparlar” diyerek, mizah yoluyla anlatmaya çalışmıştır– (38).
19 – Ye kürküm ye
Allah, insanın hem içine, hem dışına nazırdır. Dış görünüşteki, meselâ; giyim, kuşamdaki bazı bozuklukları Allah hoş görür. Bilmeyenler, sadece dış görünüşe bakar, ve kılığa kıyafete itibar eder. Bu nedenle bazı yerlere: “Kravatsız girilmez” diye kurallar koyarlar. Bu dünya Nasrettin Hoca’nın: “Ye kürküm ye” dünyasıdır. Maalesef insanlar, insanın esas cevherinin onun içinde olduğunu hiç düşünmeksizin, içi çamur bile olsa, dış görünüşü güzel olanlara itibar ederler. Halbuki tam tersi olmalıdır.– (39)
20 – Karım ölürse küçük, ben ölünce büyük kıyamet
Bu sebeple, kıyamet-i kübra; zannedildiği gibi dünyanın sonu değil, bir insan-ı kâmilin göçmesi olayıdır. Nasrettin Hoca’nın: “Karım ölürse küçük kıyamet, ben ölürsem büyük kıyamet kopar” deyişi bunu anlatmaktadır. Çünkü, evvelce Âdem ve Havva bahsinde anlattığımız gibi, kadınlar nefis, erkekler ruh âlemini temsil ederler.– (40)
21 – Bana görünme de…– (41)
Allah’ın yarattıkları bize göre güzel veya çirkin olabilir, ama O’nun nazarında bizim güzellik veya çirkinlik diye nitelendirdiğimiz dış görünüşün hiç bir değeri yoktur ve hepsi; güzeli de, çirkini de aynıdır. Biz güzel gördüğümüzü sevip, çirkin gördüğümüzden kaçıyoruz. Bu hususu Nasrettin Hoca: “Hanım bana görünme de kime görünürsen görün” hikâyesiyle anlatmıştır– (42).
– (2) Köprülüzâde Mehmet Fuad, Nasrettin Hoca Manzum Hikâyeler, İstanbul 1918, S.333-334.
– (3) Sabri Erdoğan, “Nasrettin Hoca ve Tasavvuf”, V. Milletler arası Türk Halk Kültürü Kongresi Nasrettin Hoca Seksiyon Bildirileri, Ankara 1996, S.230-238. Bu bildirinin ismi her ne kadar Nasrettin Hoca ve tasavvuf ise de fıkraların tasavvufî yorumları verilmemekte, Nasrettin Hoca ile ilgili söylenen genel sözler tekrar edilmektedir
– (4) Feyzi Halıcı, “Mevlevî Şairi Burhaneddin’in Nasrettin Hoca’nın fıkralarını şerheden eseri” II. Milletler arası Türk Folklor Kongresi Bildirileri, Ankara 1982, C.II, S.235-240. 121 fıkranın yer aldığı bu eser basılmıştır. Fikret Türkmen, Letâif-i Nasrettin Hoca (Burhaniye tercümesi) Ankara, 1989.
– (5) Daha ayrıntılı bilgi için ilk dipnotta ismi geçen makaleye bakılabilir.
– (6) Mehmet Aydın, “Güldürü ustası Nasrettin Hoca’da fıkraların kaynakları ve bu fıkraları başkalarından ayıran özellikler” – V. Milletler arası Türk Halk Kültürü Kongresi Nasrettin Hoca Seksiyon Bildirileri, Ankara 1996, S.33-36
– (7) Mehmet Aydın, “Güldürü ustası Nasrettin Hoca’da fıkraların kaynakları ve bu fıkraları başkalarından ayıran özellikler” – V. Milletler arası Türk Halk Kültürü Kongresi Nasrettin Hoca Seksiyon Bildirileri, Ankara 1996, S.33-36
– (8) Yedi İklim Eylül – Ekim 2001/138-9,İstanbul 2001, S.9-11.
– (9) Makalede örnek verilen fıkralar ve kısa yorumları şöyledir: Damdan düşmesi, tatmayan bilmez sözüyle açıklar. Kendisine dünyanın ortasını, göklerdeki yıldız sayısı ve sakalındaki kılların sayısını soran ulemâ verdiği cevapları boş sorulara verilecek en güzel cevapları vererek insanların boş şeylerle uğraşmamalarını öğretir. Dağ yürümezse Nasrettin yürür cevabıyla da gerçek kerametin dağları yürütmek değil dağa yürüyerek tevazu göstermek olduğunu söyler. Eşekten düştüğünde verdiği cevapla tertib-i ilâhînin ne kadar önemli olduğunu ve onun dışına çıkılamayacağını göstermektedir. Eşeğine ters bindiğini hatırlatanlara, ben değil eşeğimin yönü ters diyerek cevaplaması, insanların yönlerini Allah’a çevirmelerini, nefsin yönünde gitmemeleri şeklinde yorumlar
– (10) Şaban Abak, “Bir Alperen Olarak Nasrettin Hoca Efendi” Yedi İklim Eylül-Ekim 2001/138-9, İstanbul 2001, s. 12-21. Bu makalede de; eşeğe ters binmesi, doğuran kazan, eşeğini kaybetmesi,eşeğine okuma yazma öğretmesi, göle maya çalmak fıkraları evvelkilere göre tarihi olaylarla da ilintili olarak daha geniş bir açıklaması yapılmıştır.
– (11) Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu, Birinci Kitap, Yay. Saim Öztan, Seyhun Besli, Şenol Filiz, İstanbul, 1999, s.4
– (12) Noktanın Sonsuzluğu, İkinci Kitap, s.306.
– (13) Bu fıkralar, Lütfi Filiz’in Noktanın Sonsuzluğu adlı dört ciltlik kitabından derlenmiştir. Lütfi Filiz’in, mümkün mertebe üslûbuna dokunulmamış, anlatımına sadık kalınmaya çalışılmıştır.
– (14) Noktanın Sonsuzluğu, İkinci Kitap, s.177.
– (15) Noktanın Sonsuzluğu, Dördüncü Kitap, s. 64-65.
– (16) Noktanın Sonsuzluğu, Dördüncü Kitap, s.104.
– (17) Noktanın Sonsuzluğu, Dördüncü Kitap, s.105.
– (18) Noktanın Sonsuzluğu, Dördüncü Kitap, s.160.
– (19) Noktanın Sonsuzluğu, Dördüncü Kitap, s.179.
– (20) Noktanın Sonsuzluğu, Dördüncü Kitap, s.191.
– (21) Noktanın Sonsuzluğu, Dördüncü Kitap, s.189-9.
– (22) Noktanın Sonsuzluğu, Birinci Kitap, s.125.
– (23) Noktanın Sonsuzluğu, Dördüncü Kitap, s.230.
– (24) Noktanın Sonsuzluğu, İkinci Kitap, s.59, Dördüncü Kitap, s. 276.
– (25) Noktanın Sonsuzluğu, Birinci Kitap, s.176.
– (26) Noktanın Sonsuzluğu, Birinci Kitap, s.221.
– (27) Noktanın Sonsuzluğu, Üçüncü Kitap, s.284.
– (28) Noktanın Sonsuzluğu, Dördüncü Kitap, s.355.
– (29) Noktanın Sonsuzluğu, İkinci Kitap, s.283.
– (30) Noktanın Sonsuzluğu, Dördüncü Kitap, s.483.
– (31) Noktanın Sonsuzluğu, Dördüncü Kitap, s.508.
– (32) Noktanın Sonsuzluğu, Üçüncü Kitap, s.168.
– (33) Noktanın Sonsuzluğu, Üçüncü Kitap, s.401.
– (34) Noktanın Sonsuzluğu, Birinci Kitap, s.412.
– (35) Noktanın Sonsuzluğu, Üçüncü Kitap, s.493.
– (36) Noktanın Sonsuzluğu, İkinci Kitap, s.79.
– (37) Noktanın Sonsuzluğu, İkinci Kitap, s.140.
– (38) Noktanın Sonsuzluğu, İkinci Kitap, s.100.
– (39) Noktanın Sonsuzluğu, İkinci Kitap, s.287.
– (40) Noktanın Sonsuzluğu, İkinci Kitap, s.311.
– (41) Noktanın Sonsuzluğu, İkinci Kitap, s.336.
– (42) Noktanın Sonsuzluğu, Birinci Kitap, s.399.