İnsan, yeryüzünün belli bir bölgesinde, belli bir ülkede, soyu sopu belli bir ailenin yavrusu olarak dünyaya gelir. Ana baba, konu komşulardan oluşan bir toplulukta büyür. Onların dilini, töresini öğrenir; daha geniş bir varlık olan toplumun da üyesi olur. Yemeğini yer, suyunu içer, okuluna gider; toplumun verdiğini alır, istediğini öder; gereğinde canını verir. Doğrusunu doğru beller, yanlışını yanlış! Dostunu dost bilir, düşmanına düşman olur. İnsan, bütün bunları eğitimle yani yaşayarak öğrenir. Eğitim beşikten mezara sürer. İnsan ve kültür biliminde “kültürleme” adı verilen bu süreç sonunda, arılar ya da karıncalar gibi özdeş bireyler olmayız, ama birbirini tanıyan, anlayan kişiler, aynı toplum, ulus ya da birliğin üyeleri oluruz.
Öyleyse, toplum varlığını oluşturan, yaşatan sadece soylar, sayılar değil, ortak bir kültürün varlığıdır. Kültür ortaklığımızın bellibaşlı kurum değişkenleri üstteki şemada görülmektedir.
Kültür varlığını oluşturan kurum ve değişkenler birbirinden tam bağımsız olmadığı gibi, çok sayıda ve karşılıklı bağlarla birbirine bağlıdır ki buna “Yumak” adını veriyoruz (Tylor).
Sosyal bilimciler, ideolojiler üstü bir tutum ve çoğunlukla, kültürel kurum ve değişkenlerin karşılıklı etkileşim ve bağımlılık içinde olduklarını söyler, kabul ederler de, bunun ne türlü bağla ya da nasıl sağlandığı üzerinde çoğu zaman yeterince durmazlar.
Bu bağlardan biri dil (iletişim-haberleşme) sistemi; öteki, o toplumda yaygın ve egemen olan ulusal kişilik (karakter-şahsiyet) yapısıdır. Kişiler olarak birbirimize benzediğimiz ve ortak bir dili konuşup anladığımız için, toplumsal/kültürel değişkenler özgün bir bütünlük, ulusal bir ‘varlık’ olur.
Ulusal/kültürel varlık bir bütündür, ama öteki kültürel bütünlerden tümüyle bağımsız değildir. Onların pek çoğu ile, uzaktan yakından, sürekli ve karşılıklı etkileşim içindedir. Bu etkileşime “kültürleşme” denir. (Andric:196l).
“Yumak Modeli” kültürü, yeri yurdu belli olmayan (soyut, kavramsal) bir kartografya haritası gibidir. Toplumlar ve uluslar, kural olarak, benzer malzemelerden değişik yüzler ya da maskeler üreten, türeten sanatçılara benzerler.
Kültür varlığını oluşturan evrensel ve değişkenlerin her toplumda özgün biçim ve sentezler yarattığı gerçeğini gördükten sonra, “kültürümüzün tarihi kaynakları ile gelişmesi” sorusuna gelmiş bulunuyoruz.
Kültür tarihinin evrimi açısından, çağdaş Türk Toplumunun tarımcılık-hayvancılık aşamasından sanayileşme-kentleşme aşamasına geçmekte, yani “sanayi devrimi”ni yaşamakta olduğu söylenebilir.
Buraya nereden geldiğimiz, bugünkü yerimiz, konum ve durumumuz kadar önemli bir konudur.
“Uygarlığın Beşiği” sayılan Anadolu, tarih öncesinden beri çok çeşitli kültür ve uygarlıklara sahne olmuştur. Hititler, Urartular, Frikler, İyonyalılar,
Romalılar, Bizanslılar, Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyetçi Türkler yanında, Makedonyalılar, Persler, Haçlılar ve Moğollar da bir dönem Anadolu yarımadasına egemen olmuşlar ve kültürünü etkilemişlerdir. Yarımada 15. yy.’ın sonuna kadar Batı ile Doğu arasındaki “İpek Yolu”nun köprübaşı olmuştur. Türkler bu sahneye en son gelen kültür dalgasıdır. 7-9. yy.’larda başlayan göç hareketi, 11. yy.’da askeri zaferleri, 12-13. yy.’larda örgütlenme dehası ve 14-15. yy.’larda ise dili (kültür üstünlüğü) ile Anadolu’ya egemen olmuştur.
Ancak göçebe ve göçmen Türk boyları, kendileri için boşaltılmış bir Anayurt bulmadılar. Türkler bir yandan Anadolu’yu Türkleştirirken, öte yandan Anadolu’da yaşayan kültür katmanlarının mirasçısı, yani kendileri Anadolulu oldular. Türkiye’nin Kültür Tarihi, Anadolu’daki sürekli kültürleşmelerin tarihidir. Atalarımızın yaratıp bize miras bıraktığı kültür, bizi yaratırken, bizim o mirasa kattıklarımızla birlikte gelecek kuşaklara miras kalır, onları yaratır. Kültür/Uygarlık, tıpkı tüm canlı varlıklar gibi, yaşar, gelişir ve değişir, ama ölümsüzdür. Onun için “canlı-üstü” bir varlıktır kültür. Ölümlü insan, bu sürekli zincirin hem yaratıcısı hem yarattığı olur; böylece o da ölümsüzlüğe ulaşır. Kültür/Uygarlık, canlı-üstüdür. Ama fizik-ötesi bir varlık değildir. Canlı bir varlık olan insanla birlikte yaşar, gelişir, yani değişir.
Bu gerçekler ışığında; yaşayan Anadolu, Türkmenler, İslamın yaygınlığı, Türkçe’nin egemenliği, en az 1000 yıldır sürüp giden Batı etkisi, tartışılması bile mümkün olmayan tarihi gerçeklerdir. Öyleyse, kültürümüzün tarihi kaynaklarını yalnız zaman-mekan boyutlarında, bu boyutlarda yaşanmış ve yaşanmakta olan kültür olaylarında aramalıyız.
İncelemede “Anadolu Uygarlığı” diyebileceğim Kültürlenme olgusunu, “Ahilik Kurumu” örnekleme durumunu öne sürmekle görüşlerinize sunuyorum.
Tarihçe
10. yüzyıl başlarından beri Batı Türkistan’da ve İran’da yoğunlaşan ‘Oğuz Türkleri’, 23 Mayıs 1040 günü Gaznelilerin Türk Devleti’ne karşı kazandıkları Dandanakan Meydan Savaşı’ndan sonra bugünkü Tahran’ın bir mahallesi olan Rey Şehri’ni kendilerine başkent yaparak Büyük Selçuklu Devleti’ni kurdular. Anadolu’yu Bizansın elinden almayı tasarlayan Selçuklular, 1048 yılında Pasinler’e, 1054’te Muradiye’ye, 1059’da Sivas’a girdiler. 1064’te Kars’ı aldılar. Anadolu’nun kesin olarak Türklerin eline geçmesinin başlangıcı olan 26 Ağustos 1071 tarihinden 1225 yıllarına kadar Anadolu’ya büyük dalgalar halinde giren Türk toplulukları genellikle göçebeydiler. 1220’lerde Moğolların Harezmşahlar Türk Devletini ortadan kaldırmalarından sonra, Maveraünnehr ve Türkistan’daki Türk şehirlerinin tüccar ve sanatkâr halkı, dükkanlarını, tezgâhlarını bırakıp Anadolu’ya geldiler. Bu ikinci büyük grupta gelenler öncekilerin tersine, şehirliydiler. Orta Asya ticaret ve sanatında çok ileriydiler; ticari ortaklıklar kurmuş, çek kullanmış, daha o zamanlar kağıt paraya geçiş niteliğinde bulunan ipek kumaş parçalarını damgalayarak “akça” adıyla para olarak ticari yaşamda dönüşüme sokmuşlardır.
Anadolu’ya gelen bu tüccar ve esnaf Türk birlikleri, 1240’lı yıllarda bu yeni yurtlarında, Orta Asya’dan getirdikleri kuşkusuz olan “Ahi Örgütü’nü kurdular. Ahi örgütüne, esnaflar, sanatkârlar, bilginler yani meslek, sanat, ticaret ve devlet yönetimiyle uğraşanlar girebilirlerdi.
Selçuklu, Osmanlı halk sınıflarının hepsini içine alan ‘Ahilik’, o çağlardaki Anadolu Türk Halkının sosyo-ekonomik, hatta bir ölçüde politik yaşamına yön vermiş bir kuruluştur.
Bu teşkilat, toplumun yalnız bir bölümünü değil, bütününü kucaklayacak şekilde örgütlenmiştir. Ahilik, toplum düzeni ile olan yakın ilgisinden dolayı, başta sosyoloji olmak üzere, iktisat, siyaset, ilâhiyat, felsefe, edebiyat, tarih gibi bilim dallarına araştırma konusu olmuştur.
Yapılan araştırmalar, Ahiliğin toplum yapısı ile ilgili olduğunu göstermektedir. Toplum, insanların ortak yasalara uyarak bir arada yaşamalarını ifade eder. “Ortak yasalar ise Toplumun ortak kültüründen doğar.”
Eski Türkler, tarihte sadece kültür yaratan toplumlar olarak değil, aynı zamanda kültür alıcı toplumlar olarak da anılır. Toplumun gelişmesine, yenilenmesine uyum sağladığı sürece, başka kültürlerden alışveriş yapmak anlamlı ve önemlidir. Ahiliği bu çerçevede değerlendirdiğimizde onun yapısını daha kolay kavrayabiliriz.
Bu konuyla uğraşan çoğu yerli ve yabancı yazarlar, yedi yüzyıla yakın bir süre, Anadolu halkı üzerinde sosyo-ekonomik açıdan çok olumlu etkiler yapmış bu kurum hakkında benzetmelere, yakıştırmalara dayanan yargılarda bulunmuşlardır.
Ahilik Nedir?
Kimi yazarlar, teorik tüzükleri olan “fütüvvetname’lere bakarak ahiliğin, fütüvvetçilikten kopya edildiğini, kimileri “İhvanü’s-Safa”dan, bir heterodoks İslam mezhebi olan “Bâtınilik’ten, “Melamilik’ten, eski İsrail kökenli “Masonluk’tan, kimileri de 11. yüzyıl Avrupasının, şimdiki Hollanda, Belçika, Almanya, Fransa ve İtalya bölgelerinde gelişen sanat ve meslek kuruluşlarından esinlendiğini, kaynaklandığını söylerler.
Avrupa’daki bu sanat ve meslek birliklerinin, yani korporasyonların, Haçlı savaşları yoluyla Doğudan, İslam dünyasındaki benzerlerinden örnek alındıklarını yazanlar bile vardır.
Orta Çağlarda bazı mutasavvıflar, bilginler ve düşünürler, kişilerin toplum içindeki davranışlarını ve o zamanki ölçüde kültür yapısını geliştirmek ve belli bir düzeye ulaştırmak için kurallar tesbit ettiler. Bu fütüvvetnameler, zamanla soylu kişiler için ‘özel yaşam kuralları’ halini aldılar.
Fütüvvet örgütüne üye olmak için, bir fütüvvet ulusunun elinden şalvar giymek, fütüvvet kasesinden içmek gibi biçimsel törenler gerekiyordu, ancak bunun ahi törenlerindeki içtenlik, etkinlik temeline dayanan sanat ve meslek bağlılığı ve bağdaşmaları ile ilgisi yoktu.
Fütüvvetçilik çok eskiden beri Orta Doğu İslam aleminde vardı. Oradaki kuru, teorik ve ölü kurallar yığını olup, bir kişi bu kurallardan ne kadar çoğuna uyar, o özellikleri taşırsa, o denli saygın bir kişi olarak anılırdı, o kadar. Ahiliğin özelliği, bir uyum içerisinde birleşip kaynaştığı diğer kültürler arasında kendi değerlerini koruyabilmesidir.
“Ahilik, ülke kaynaklarını en rasyonel ve insancıl bir biçimde harekete geçiren, adalet ve hak üzere bir gelir dağılımını sağlayan, sosyal dayanışma, barış, kardeşlik yaratan (ulusal bütünlüğün ekonomik temellerini kuran), dengeli ve verimli iktisadi-sosyal-siyasal model.”
“Türkler, İslamiyet’ten önce kendi kültürlerinde bulunan ve ‘Akılık’ adı verilen kahramanlık, yiğitlik ve cömertlik ülküsünü, İslam dinini benimsedikten sonra İslami ahlâk ve değerlerle geliştirmişlerdir… İşte Ahilik bu Türk Akıllığının İslamileşmiş şeklidir.”
Ahiliğin bundan başka birçok tanımları ortaya çıkmıştır. Ahilik bir ahlak ve sanat mektebi, esnaf teşkilatı, kooperatif, sivil toplum kuruluşu, sigorta, sendika, patent hakkı kurumu, tüketiciyi koruma kurumu, standartlar kurumu, ombudsmanlık kurumu, sosyal sigorta kurumu, demokrasi ve insan haklarını koruma kurumudur. Ahiliğin bunun gibi daha birçok tanımları yapılmaktadır.
Görüldüğü gibi, Ahiliğin tüm işlevlerini içine alacak bir tarifin yapılması olanaksız gözükmektedir. Ayrıca bu kadar çok işlevi olan bir kurumun meydana gelmesinde uzun zaman dilimine gereksinim vardır. Bu süre birkaç yüzyılla da sınırlandırılamaz, belki binlerce yıldan beri süregelen yaşam deneyimleriyle ancak kazanılabilir.
Ahiliği bu değerlendirmelerden sonra şöyle tanımlayabiliriz:
“Ahilik binlerce yıldan beri süregelerek oluşan Türk Uygarlığının, Anadolu’nun fethiyle birlikte yakın iletişime geçtiği islâm kültürü ile uyum içerisinde kaynaşmasından doğan yeni bir kültür kuruluşudur.”
Ahiliğin doğmasına eski Anadolu, Roma, Hint, İran kültürlerinin etkileri olmuştur. Böylece Ahiliğin, evrensel kültür niteliği ortaya çıkmakta, bu yapının temel unsurunu da eski Türk kültürü meydana getirmektedir.
Ahilerde her sanat ve meslek, bir İslam büyüğünü, azizini, velisini kendilerine pir ve üstad tanır, ama onlar bunu Batıdaki esnaf ve sanatkârların duydukları zorunluk ve kaygı ile başlatmamışlardır. Zaten Ahiliği Doğudaki ve Batıdaki benzer kuruluşlardan ayıran en büyük fark, din adamlarının da, devlet otoritesinin de onlar üzerinde herhangi bir etkisi olmaması ve olamamasıdır.
Ahiliğin Nitelikleri ve Ahilik Kavramı
Ahi sözcüğü, Arapça’da “kardeşim” demektir. Eski Türkler, batıya gelmeden çok önce, 7-9. yüzyıllarda, şehir yaşamını, ticaret ve sanatlarını geliştirmiş olduklarından, bu şehirlerdeki meslek ve sanat sahibi kişiler ahi kurumunu, aralarındaki sanat ve meslek birliğini sağlamak için oluşturmuşlar ve bir tüzüğe bağlamışlardı. Kurumun oradaki adı “akı” idi.
Türkler, İslamiyete girdikten sonra, 10-11. yüzyıllarda, İslam bilginlerinin geliştirdikleri fütüvvetnameleri, toplum ilişkileri ve kişi eğitimi yönünden daha iyi ve amaca uygun bulduklarından, kendilerinin eski tüzükleri ile yoğurarak benimsediler ve Arapça’daki “kardeşim” anlamına gelen, din kardeşliğini de içine alan “ahi”, fonetik benzerliği yüzünden “akı” teriminin yerine ahi terimini kullanmaya başladılar.
Terim olarak Ahilik; 13. yüzyılda Anadolu’da, Balkanlar’da, Kırım’da Türkler tarafından kurulan esnaf, sanatkâr ve üretici birlikleri ile bu birliklerin uyguladıkları ahlaki, siyasi, iktisadi, felsefi duygu ve prensipler anlamına gelir. Teşkilat anlamında Ahilik; Anadolu’da birliği, refahı, toplum düzenini sağlayan ve halkın maddi, manevi tüm gereksinimlerine yanıt verecek tarzda örgütlenen sivil toplum kuruluşudur.
Fütüvvet, Ayyar, Şatır, Rindler ve diğer kuruluşların Ahi birliklerine benzer yanları vardır. Fakat kuruluş ve işleyişi yönünden bunlar birbirinden farklı kuruluşlardır.
Tarihi kaynaklardan elde edilen bilgilere ve Ahilikle ilgili yorumlara göre, kültür birikimimiz Ahilik iki temel kurala dayanır:
1. Ahiliğin maddi hayat kuralı
2. Ahiliğin manevi hayat kuralı
Bu bilgilerin ışığında Ahiliği formüle edecek olursak:
AHİLİK = Ahlâk (Manevi) + Sanat (Maddi)
Ahiliği değerlendirirken bu iki ana unsuru daima göz önünde bulundurmamız gerekir. Ahilikte bilim, eğitim, ticaret, çalışma, hayatın her aşaması bu dengeler üzerine oturtulmuştur.
Ahiliğin, kurum olarak en belirgin özellikleri, konukseverlik, yardımseverlik, bir sanat ya da meslek sahibi olmak, üyelerini gündüz tezgâh ve atölyelerde işbaşında, geceleri ahi zaviyelerinde sosyal ve ahlaki yönlerden eğitmek ve bilinçlendirmektir.
“Ahi” sözcüğü, ahi kurumunun hiçbir niteliğini ifade etmez. Türkçe’deki “akı” sözcüğü ise, eliaçıklık, cömertlik, yiğitlik, koçaklık anlamlarına gelir ki, bu nitelikler, ahi kurumu üyelerinin en belirgin özellikleri ve erdemleridir. Türklere özgü bir kurum olan ahiliğin özelliklerine, işleyiş ve amacına biraz açıklık getirmek istersek, ahilik Türk konukseverliğinin ve yardımseverliğinin doğruluk ve merhametliğinin bir alaşımıdır.
Ortaçağ başlarında Türkistan’da kurulduğunu kuvvetle belirttiğimiz bu kurumun aynı niteliklerde bir benzeri hiçbir ulusta görülmez. Her ahinin kesin olarak bir mesleği ya da sanatının olması gerekir. Yamak, Çırak, Kalfa ve Usta hiyerarşisinden geçerek ‘Ahi’ olan kişinin, bu basamakların herbirinde en az ‘bin gün’ çalışması gerekir. Ortaçağ dini tarikatlarının basamaklarında da böyle bir çile süresi vardı. Ancak; Ahilik bir tarikat değildir.
Ahi kurumunun üyesi olacak gençler, tezgahta ya da atelyelerde yetiştirilerek kendilerine mükemmel bir beceri kazandırılmaya çalışılır. Bir bölgenin ahileri akşamları, başkanları olan “Ahi Baba’nın zaviyesinde toplanırlar. Bu toplantılar bazı günlerde, özellikle o şehir ya da kasabaya önemli bir yabancı konuk geldiğinde mutlaka yemekli olur. Bu yemekler, ahi zaviyesinin mutfağında ve ahiler tarafından pişirilir. Konuklar ahi zaviyelerinde, yoksa hayır sahiplerinin yaptırdığı ve köylere kadar yayılmış bulunan konuk evlerinde “misafir odaları”nda ağırlanırlar, hayvanla gelmişse hayvanlarına bakılır.
Yolların, konaklama yerlerinin yetersiz, güvensiz, haberleşmenin çok ilkel olduğu o çağlarda, bu odalar ve benzeri yerler son derece önemlidir. Bu nitelikteki yerler -Türklerde olduğu biçim ve nitelikte- dünyanın hiçbir ulusunda ve yerinde yoktur.
İbn-i Battuta’nın anlattığına göre, büyük yerleşim bölgelerinde birden çok ahi zaviyesi bulunabiliyordu. Ahi zaviyelerinin faaliyetlerine katılanlar, sanat ve meslek için atelyelerde ve tezgahlarda yetiştirildiği gibi, bilgi, ahlak, yönetim ve davranış bakımlarından eğitiliyordu. Bu eğitim basamakları, en alt sınıfı, “yiğit”, en üst sınıfı “şeyhü’l-meşayih” yani “Ahi Baba” olmak üzere dokuz sınıftı.
Ahi zaviyelerinde yemek pişirme, ortalık temizleme, konuk ağırlama, toplumda insanlarla ilişki, çarşıdan alışveriş etme vb. gibi toplum kuralları öğretilir, haftada bir gün ata binme, silah kullanma gibi askeri talimler de yaptırılırdı.
Ahiliğe Anadolu’daki Biçimini Veren Olaylar
İnsanlık tarihinde yer alan birçok önemli kurum, tarihi ya da sosyo-ekonomik olayların neden olduğu zorunluluklardan doğar.
13. yüzyılın ilk yarısında, acımasız Moğol saldırıları önünden kaçıp Anadolu’ya gelen şehirli sanatkâr ve tüccar Türkler, burada tarihi ve sosyo-ekonomik nedenlerle ahiliğin konukseverlik, yardımseverlik ve sanat, meslek eğitimine büyük ağırlık verdiler.
Ahi kuruluşunun Doğu Türkleri arasında da konukseverlik ve yardım etme özelliğinin ağır bastığı mutlak olmakla birlikte, yeni göç edenlerin yardıma muhtaç olmaları durumu yardım etme niteliğini daha da artırdı. Gerçekten, o zamanki doğu-batı ilişkileri zorlukları ve yoksunluğu beraberinde getiriyordu.
İşte bu acımasız Moğol saldırılarından batıya kaçan şehirli Türk esnaf ve sanatkârlarından Anadolu içlerine dek gelenler, daha sonra gelenlere kucak aça aça “akı örgütü”nü Kırım Yarımadası’na ve Balkanlar’a yerleştirdiler.
Bilindiği gibi 9. yüzyıl sonlarında Malazgirt Savaşı ile Anadolu’ya giren Türk toplulukları çoğunlukla göçebe-asker yapısındaydılar. Bu ilk gelenler arasında çok kaliteli esnaf ve sanatkârlar bulunmuş olamaz, ama 1220’lerden sonra korku içinde gelen ve çoğu esnaf ve sanatkâr olan Türk halkı yerlerinden ayrılıp güvenli bir yer olan soydaşlarının yanına, Anadolu’ya geldiler. Moğolların eline geçenlerin hemen hemen hepsi öldürülmüştü.
İşte böyle bir zorunlulukla evlerini, barklarını, dükkanlarını, tezgahlarını bırakıp Anadolu’ya göç eden Türkler, bu yeni yurtlarında ahiliği yaygınlaştırıp zaviyeler kurarak hem kendilerine hem de daha sonra gelenlere, namerde el avuç açmadan, alınterleri ile yaşamanın yollarını açtılar.
Ahilik Anlayışının Öne Çıkışı
Anadolu halkını, içine düştüğü bu sıkıntılardan kurtarmak üzere, o çağın büyük Türk düşünürleri, halkı bilinçlendirme ve örgütlendirme faaliyetlerine giriştiler.
Ahiliği benimseyen, bu görüşe sahip çıkarak örgütlenenler, devlete karşı gelmiyor; aksine her kesimdeki halkla uzlaşma içerisinde ülkede huzurun ve barışın sağlanması için çalışıyorlardı.
Bu gruptakiler İslam dininin koyduğu kuralları kabul ederken İslama aykırı olmayan eski Türk geleneklerine de bağlı kalıyorlardı. Bu anlayış, barışla birlikte Ahi birliklerinin süratle güçlenmesine ve yayılmasına sebep oluyordu. Devletle çatışma yerine devletin güçlenmesi bu anlayışın bir gereği olarak kabul ediliyordu. Zira devletin olmadığı yerde örgütlenmenin de barışın da sağlanamayacağını biliyorlardı.
Ahi birliklerine egemen olan hoşgörü anlayışı, her sahada uygulanıyordu. Bu anlayış her şeyden önce toplum barışını sağlıyor, kavga yerine barışı ve huzuru getiriyordu. Bu ise değişime ve yeni bir anlayışa geçiş sürecini başlatıyordu. Bu çağ bizce Anadolu Türk halkının ‘aydınlanma çağı’dır.
Bu çağda, Ahi birliklerinde gençlere ahlak ve sanat eğitimi birlikte öğretilerek, sanatkârlar yetiştiriliyordu. Birlik reislerinin kurdukları ahi konuk evlerinde ve zaviyelerde, Anadolu’ya gelen henüz evi barkı olmayan aileler veya gelip geçen yolcular konuk ediliyorlardı. Bu mekanlar aynı zamanda gençlerin ahlak ve terbiye eğitimi gördükleri okuldu. Burada gençler müzik dinler, sazlı sözlü eğlencelere katılırlardı.
Kurulan bu zaviyelerin yakınında çok geçmeden evler yapılıyor, iş yerleri açılıyordu. Aynı iş kolundaki sanatkârlar bir yerde toplanarak ‘sanayi siteleri’nin oluşmasına, çarşıların kurulmasına olanak veriyordu.
Ahi teşkilatında yetişen ustalar yanlarında çalıştırdıkları gençleri meslek sahibi, özellikle bir sanat sahibi yaparak, onların şehir hayatına geçişini ve bu hayata uyumunu kolaylaştırıyorlardı.
Yeni yerleşim bölgelerinde aynı meslek altında faaliyet gösteren birlikler kendi meslek kurallarını saptayarak tüm esnaf, sanatkâr ve ticaret erbabına bu kuralları kabul ettiriyorlardı. Bu kurallara uymak yalnız Ahi sanat birliklerini değil, toplumun diğer kesiminde yaşayan fertleri de bağlıyordu.
Ahi sanat birliklerinin ve sivil halkın kabul ettiği bu kurallar, binlerce yıldır süregelen eski Türk kültürü, İslam’ın ahlak kuralları, İbn-i Sina, Farabi ve Ahi Evran’ın akılcı felsefeleri, Hace Ahmet Yesevi, Mevlana, Hace Bektaş-ı Veli ve Yunus Emre’nin tasavvuf düşünceleri ve Anadolu’da karşılaşılan değişik kültürleri yoğurarak yepyeni bir kardeşlik, konukseverlik, yiğitlik, cömertlik, diğerkâmlık anlayışını ortaya çıkarıyordu. Bu kurallar aklın, ahlakın ve bilimin süzgecinden geçirilerek ‘Ahilik Kuralları’na dönüştürülüyordu.
Mevlevilik, Bektaşilik vb. kuruluşlar ahlaki kurallarını ahiliğinki ile aynı kökenden aldıklarından, doğaldır ki aralarında bu yönden benzerlikler vardır. İşte ahiliğin sünni ya da şiî, batınî tarikatlarla aynı nitelikte görülmesinin nedeni, bu ortak kökendir. Ayrıca ahilik, bünyesi içine yeni üye almak için onlarda belli bir nitelik aradığı, bu üyeleri işbaşında ve iş dışında olmak üzere iki başlı bir eğitimden geçirdiği ve doğaldır ki aranan niteliği taşımayanları kuruluşun toplantılarına sokmadığı için, öteden beri gizli derneklerden sayılmıştır.
Ahiler, eğitim ve öğretim kurumlarının yetersizliği karşısında yalnızca birlik ve yürütme kurumları kurmaya çalışmışlar, bunun için olanca çabalarını sanatlarda çalışanları Ahi zaviyelerine bağlamaya, tüzüklerinde yazılı olan birkaç sanat kolu dışındaki bütün sanatkâr gençleri elde etmeye çalışmışlardır.
Çıraklar, zaten bağlı oldukları sanatlar içinde pratik bilgi kazanmış olduklarından, zaviyelerde onlara sanat ve teknik adına bırşey gösterilmez, yalnızca ahlak ve toplantı yöntemleri öğretilirdi.
Ahi zaviyelerinde amele ve çıraklardan başka öğretmenler, müderrisler, kadılar, hatipler, vaizler ve emirler, sözün kısası kibarlar, yani büyükler ve fazıllar, yani erdemli kişiler de bulunurdu.
Ahiliğe girme koşulunu en iyi ‘ahlak’ teşkil ettiği için, Ahiliğe girenler temiz, başkalarının iyiliğini isteyen kişiler, bunları yönetenler ise ayrıca zengin kişilerdi.
Ahi zaviyeleri bir merkezde toplanmamıştı. Başka başka illerde, kasabalarda ve köylerde bulunurdu. Bu zaviyeleri Ahi başkanları yaptırır ve donatırdı. Başkanlar, devlet otoritesinin bulunmadığı yerlerde yönetimi ele alırlardı. Bu nedenle, buyrukları, yasakları ve ata binişleri hükümdarlarınkine benzerdi. Ahi zaviyelerinin üyelerinin türlü görevleri vardı.
Ahi zaviyelerinin üyeleri dokuz sınıftı:
1. Yiğitler: Bunlar en alt sınıftı.
2. Ahiler: Bunlar altı bölüktü: İlk bölüğe Ashab-ı Tarıyk yani yola girmiş kişiler,
4., 5. ve 6. bölüklere de Nakipler denirdi.
7. Halifeler: Bunlar Sahib-i seccade değillerdi. Yani bağımsız eylemlerde bulunamazlardı.
8. Şeyhler: Bunlar kendilerinden önceki yedi bölüğün başkanıydı.
9. Şeyhü’l-meşayihler: Bunlar şeyhlerin de başkanıydı.
Yiğitlerin zaviyede düzenli bir kontrol altında bulundurulmaları ve güvenilir kişiler yönetiminde eğitilmeleri gerekirdi. Her çırak yiğitin iki “yol kardeşi”, bir “yol atası”, bir “üstadı” yani sanat öğretmeni, bir de “pir”i vardı.
Ahi terbiyesi alabilmek için, o kişinin doğru ve yetenekli olduğuna bir üstadın çırağı için tanıklık etmesi gerekliydi. Yanında yetiştiği üstadı olmayanlar zaviyelere giremediği gibi, üstadı öğrettiği sanatı helal etmez ve çırağı takdim ederek ondan memnun olduğunu gösteremezse böyleleri zaviyelere giremez ve kardeş olamazlardı.
Bu koşulları üzerinde bulunduran çıraklar sanat terbiyesini üstaddan almış olarak geldiklerinden, ocak, bu gençlerin yalnız hissi, edebi ve sosyal yöndeki eğitimleriyle uğraşırdı. Ocakta gençlere bu terbiyeyi veren kişilere “muallim ahi” ve “emir” denirdi. Ahi zaviyelerinde Türkçe fütüvvetname, Kur’ân, yemek pişirme, oyun oynama, çalgı çalma, şarkı söyleme, tarih, önemli kişilerin hayat öyküleri, tasavvuf, Türkçe, Arapça, Farsça ve edebiyat öğretilirdi. Ahi zaviyeleri bir tür okuldu.
Ahi zaviyelerine kabul olunanlar ahi terbiyesini, okuyarak, dinleyerek, kardeşlerle, öğretmen ahi ve pirlerle birlikte yaşayarak alıyorlardı.
Zaviyelerde talim ve terbiye yalnız kitapla olmazdı. Bu zaviyeler pozitif bilimleri medreselere ve okullara bırakıp sadece ‘insan olma ülküsünü’ aşılamaya yarayan araçları kullanmakla yetiniyorlardı.
Medrese yaşantısında belli ders zamanları dışında öğrenci ile hoca arasında eğlenceli ilişkiler ve genel konuşmalar ve bir konu üzerinde tartışmalar pek azken, zaviyelerde tersine, iç açıcı eğlenceler, konuşmalar yapılırdı. Gençlerin öğretmenler, pirler, üstadlar, nakipler, şeyhler önünde yaptıkları bu tür toplantılar ruha kuru medrese derslerinin veremediği ahlaki parlaklığı veriyordu. Kendilerini böyle bir programla gençlerin eğitimine veren pirler, onları sanatkâr olarak, insan olarak olgunlaştırıyorlardı. Onlar, Anadolu’nun binlerce sanatkârını Şah-ı Merdan kapısına bağlıyorlardı.
Bu ahi zaviyelerinin olumlu etkileri ile binlerce cahil esnaf, yaşları hayli ilerlemiş olduğu halde, okuyup yazma öğrendikten başka eser yazacak duruma bile geliyorlardı.
Ahilik adına ‘kuşak (şet) bağlatmak’ konusunu, ahi öğretmenler Cumartesi akşamları fütüvvetname okunurken şakird (öğrenci) sanatkâra şöyle anlatırlardı:
Kuşağın yedi adı, yedi bağlaması, yedi açması, yedi tılsımı, yedi türlü götürmesi vardır. Bu sayılar, bu biçimler, ocağın simgesindendir. Bu simgeler yedi yıldızdan, yedi yerden, bencilliğin yedi başından, yedi yönde yedi farzdan kinayedir.
Öğretmenler yedi kez kuşak bağlama ve açmanın anlamını öğrencilerine şöyle açıklarlardı: “Ahi, cimrilik kapısını bağlaya, cömertlik kapısını aça. Lezzet kapısını bağlaya, çile (riyazet) kapısını aça. Halktan umut kapısını bağlaya, Haktan yana aça. Anlamsız söz söyleme kapısını bağlaya, doğruluk ve iyi kulluk kapısını aça. Şeytan işi kapısını bağlaya, doğruluk kapısını aça.”
Sözün kısası, 740 maddeyi kapsayan Ahiler tüzüğünün, şeyh rütbesini kazananlar tarafından tamamıyla öğrenilmesi, işlenmesi ve başkalarına da öğretilmesi emredilmektedir. Ancak, henüz öğrenci derecesinde bulunan delikanlılara, ancak 124 madde üzerine ders almalarına izin verilmesi suretiyle kolaylık gösterilmiştir.
Yönetim Kurulundaki Üyelerin Görev Tanımları
1. Kethüdalık (Ahi Babalık): Yönetim kurulundaki üyelerin belli kariyerleri vardı. Esnaf kethüdası yönetim kurulu başkanı ve yönetimin en kıdemli üyesi idi. Kethüdaların görevi birlik üyelerinin ürettikleri mamullerin yönetimce tespit edilen fiyatlarını hükümete bildirmekti. Kethüdaların diğer görevleri ise birliğin Orta Sandığı’na ait gelir, vergi ve aidatlarının hesaplarını kontrol etmek, Şed Kuşanma törenlerini düzenlemek ve devletle birlik üyeleri arasında arabuluculuk yapmaktı.
2. Yiğitbaşı: Yönetim kurulunda kethüdadan sonra gelen üye “Yiğitbaşı”dır. Sanat kolunda çalışan birlik üyesi personelin bir üst sınıfa geçmesi teklif edildiğinde, yiğitbaşı adayın ahlâk ve meslek bilgisini araştırır, esnafı denetlerdi. Yiğitbaşı aynı zamanda yönetim kurulu başkan yardımcısıydı.
3. Ustabaşı veya İşçibaşı: “İşçibaşı”, birlik işyerlerinde üretilen mamullerin sağlamlığını, zerafetini, fiyatını kontrol ederdi. Standart dışı üretim, bozuk ve kalitesiz malların imhası ve zarara uğrayan tüketicinin zararının ödetilmesi gibi konular görevleriydi.
4. Hakem heyeti: Yönetim kurulunun son iki üyesi “ehl-i sınai” veya “ehl-i hibre” denilen kimselerdi. Birlik mensupları arasında doğabilecek geçimsizlikleri çözümlemek, tüketici ile üretici arasındaki anlaşmazlıklarda hakem heyetliği yapmak, esnafın bariz bir hatası olursa yiğitbaşına bildirmek görevleriydi.
5. Büyük Meclis: Büyük kurul da denilen büyük meclisin en az 24 üyesi vardı. Bu üyeler yönetim kurulu üyeleri arasından seçilirdi. Üyeler de kendi aralarında en kıdemli üyeyi, ömür boyu devam edecek “Ahi Baba Vekili” seçerdi.
Büyük Meclisin görevleri:
– Yönetim kurulu kararlarını incelemek, aylık toplantıların zamanında yapılıp yapılmadığını kontrol etmek.
– Yönetim kurulunda çözülemeyen anlaşmazlıkları, resmi makamlara bildirmeden yerleşmiş olan geleneğe göre karara bağlamak.
– Büyük meclisin kararlarını hükümete bildirmek, hükümetin esnaf hakkında aldığı kararları üyelerine duyurmak.
– Devlet yöneticilerinin esnaf ve şehir halkı aleyhine aldığı kararları tartışarak görüşmek, hükümetin ileri gelenleri ile ilişki kurup bu konuda görüş bildirmek. Halkın aleyhine olan kararları Memleket Toplantısına götürmek.
Ahi birlikleri yönetim kurulu üyeleri arasında çıkan anlaşmazlıklara çözüm getiren büyük meclis, her ayın son Cumasında toplanarak gündemdeki konuları görüşür, karara bağlardı.
Ahi birliklerinde yönetim kurulu üyelikleri, büyük meclis üyelikleri, başkanlıklar için seçim yapılır, kişiler seçimle bu görevlere getirilirlerdi. Seçilen kişilerde aranan niteliklerin başında, yüzlerce yıldan beri süregelen, iş ahlâkı kurallarına uyum sağlamış olmak ve iş kurallarına aykırı hiçbir davranış içerisinde bulunmamış olmak gelmekteydi.
Ahi Birliklerinde Ekonomik ve Sosyal Kurumlar
Ahi Birlikleri, çalışmalarını sürdürebilmek ve sosyal dayanışmayı sağlayabilmek için Ahilik düşüncesine uygun bazı kurumlar geliştirmişlerdir. Esnafın gereksinmesi olan İşletme kredisini sağlayan ‘Sanayi Kredi Bankası’ niteliğindeki bu kurumlara Orta Sandığı, Esnaf Sandığı ve Yardımlaşma Sandığı denilmiştir.
Orta Sandığı: Her Ahi birliğinin bir orta sandığı vardı. Sandığın gelir ve giderleri belirli bir murakabeye bağımlı tutulur; sandık, birlik yönetim kuruluna bağlı ayrı bir şube olarak çalışmalar yapardı. Sandığın kredisi olarak oluşturulan ‘Fon’ ile yardımlar için ayrılan paralar farklı hesaplarda toplanırdı.
Orta Sandığın gelirleri: Üyelerin aidatları çıraklıktan kalfalığa, kalfalıktan ustalığa geçişte, ustanın, işyeri sahibinin verdiği terfi harçları; birliğe ait mülklerin gelirleri; askere alınan kalfa veya ustanın eşi ve çocukları için birlikçe toplanan paralar; diğer bağışlar sandığın gelir kaynaklarını oluşturmaktaydı.
Orta Sandığın giderleri:
– Orta sandıkta biriken kredi fonu hesabından, usta olarak işyerinde en az üç yıl çalışmış ve birlikçe yeni işyeri açma izni verilen birlik üyesine faizsiz kredi verilirdi. Verilen kredinin bir bölümü yeni iş sahibine yardım olarak verildiğinden geri ödeme istenmezdi.
– Birlik üyesinin ani, küçük nakit gereksinmesini karşılamak üzere borç para verilir, bu paranın verilmesinde kefil aranmazdı.
– Birliğe kayıtlı üyenin orta ve uzun vadeli sermaye gereksinimlerini karşılamak için yönetim kurulu kararı gerekirdi. Bu karara orta sandıkta üye olan iki kefilin imzası istenirdi.
– Aynı sanat kolunda faaliyet gösteren birlik üyelerine, üretimini yaptıkları malların maliyetlerini düşürüp fiyatlarını ucuzlatmak için bağlı olduğu birlikçe toptan hammadde alınırdı. Alınan hammadde belli kurallara göre üyelere dağıtılırdı. Öncelik, sanatında en eski ve en çok usta yetiştirmiş kıdemli, işyeri sahibi ustaya verilirdi. Hammadde gereksinimini sağlayan işyeri sahibi geri ödemeyi hemen yapabileceği gibi hammaddeyi mamul haline getirdikten ve satışı yaptıktan sonra da aldığı krediyi ödeyebilirdi. Ancak sandıktan çekilen paranın vadesinden dolayı önemli bir kazanç sağladıysa bu kazancından bir kısmını hibe etmek üzere borcuyla birlikte öderdi.
Ahi birliklerince kurulan orta sandıkların, paralarını ve değerli evraklarını sakladıkları altı ayrı kesesi (hesap) vardı. Bu keselere konulan para veya evraklar birbirine karıştırılmazdı.
1. Atlas kese: Esnaf vakfına ait her türlü yazışma evrakları burada saklanırdı.
Atlas kese arşiv hizmetlerini gören bölümdür.
2. Yeşil kese: Esnafa ait vakıf gelirleri, senetler ve tapuların toplandığı bölümdür.
3. Örme kese: Sandığın nakit paralarının korunduğu ve saklandığı bölümdür.
4. Kırmızı kese: Gelir getiren senetlerin ve evrakların saklandığı bölümdür.
5. Ak kese: Giderlere ait belgelerin ve yıl içinde gelir-gider hesaplarının saklandığı bölümdür.
6. Kara kese: Vadesi geldiği halde ödenmeyen senetler ve bunlarla ilgili diğer evraklar burada saklanırdı. Bu kese sandığın diğer keselerine göre en az işlem gören bölümüydü. (Çünkü esnaf borcuna sadıktı.)
Ahi Birliklerinde Yardımlaşma
Ahi birliklerinde “Hariciler ve Dahililer” olmak üzere iki grup üye bulunurdu.
a- Hariciler: Emekliler, düşkünler, sakatlar ve fiilen çalışmayanlardır. Emekliler: Çalışamayacak kadar yaşlı üstadlar olup, işyerlerine gidip gelemeyecek durumda olan kimselerdir. Bunların işyerleri kapatılmayıp daha önce yetiştirdiği ustalardan birisi tarafından işletilirdi. Bu gruptakilere sandıktan herhangi bir para ödenmezdi. Bu durumdakiler sandık aidatlarını ödemeye devam ederlerdi.
Düşkünler: Bunlar da çalışamayacak kadar yaşlı olan üstadlardı. Ancak işyerleri ve herhangi bir gelirleri olmadığı için aralarında sıkıntıya düşenler çıkabilirdi. İhtiyarlığında böyle güç duruma düşen ustalara sandıktan olanaklar ölçüsünde düzenli ödemeler yapılırdı (işsizlik sigortası).
Sakatlar ve hastalar: Bunlar birliğin daimi üyesiyken bir kaza sonucu sakat kalıp çalışamaz duruma gelenler veya herhangi bir hastalığa yakalanarak iş göremez hale gelenlerdi. Bunlara Orta Sandığı’nın yardım fonundan ödeme yapılırdı.
b- Dahililer: İşyerlerinde fiili olarak çalışan yamak, çırak, kalfa ve ustalardan meydana gelirdi. Birliğe gelir getiren grubu oluştururlardı.