Bana hürriyetlerin en büyükleri olan
Düşünce, inanç, vicdan hürriyetlerini verin.
MILTON
1. Giriş
Ülkemizde yaşamakta olduğumuz toplumsal sıkıntılar birdenbire ortaya çıkmadı. Birden bire de bitmeyecektir.
Eğitim, kültür ve sanat alanlarındaki etkinlikler, sonuçları çabuk alınamayacak çabalardır. Unutulmamalıdır ki, sanat bir toplumun estetik değerlerini ve yaratıcılığını yarınlara taşıyacak bir alan, eğitim ise insanın yeniden yapılandırılmasıdır. Kültür ise bütün bunların birikimi..
Bir kültür insanlığa mal olduğu oranda evrenseldir. Tüm insanlığın kültürel değerleri, uygarlığı oluşturur.
Kültürel birikimin toplumsal gelişmeye yol açabilmesi, önemli ölçüde, maddi kültür ile manevi kültür arasındaki denge ve uyuma bağlıdır.
Hür Toplum vatandaşı ile bütünleşen en önemli ilkelerden birisi HÜRRİYET’dir. Hürriyet, temelde insanla doğa ve insanla toplum arasındaki ilişkinin temelini oluşturur. Kültür, insan-doğa ve insan-insan çelişkilerini çözdüğü oranda anlam kazanır. Olumlu değişme, bu çelişkilerin çözümüne yönelik olan değişmedir. Hür toplum vatandaşı, hürriyeti sevgisi ile süsler ve daima o sevgiye layık olabilmek için hürriyet ile disiplini bir arada yürütür.
Hürriyet fikri, genelde her toplumun en zor günlerinde sık sık anıp tartıştığı ancak sosyal karmaşalarının yatışmasını müteakip unutulan ve hatta yozlaştırılan bir kavramdır.
Temelde insanın en doğal haklarından birisi olan hürriyet, bir toplumun tüm fertlerine uygun iyi fiiller yapma imkânı, kötülerden çekinme iradesidir.
Hürriyetin Türkçedeki tam karşılığı “ÖZGÜRLÜK”tür.
2. Kültür ve Devlet
Kültür, insanın doğaya eklediği tüm maddi ve manevi değer yargılarının toplamıdır. Bir bütün olan kültür, yapay bir ayrımla, maddi ve manevi değer yargılarının tümünü ve bunlara ilaveten bir de sanat, edebiyat ve düşün yapıtlarını içerir.
İnsanın doğayla çelişkisi, sonuçta, araç, gereç ve bilgi olarak teknolojiyi üretmiştir. İnsanın insanla olan çelişkisi ise, inançlar, ilkeler, kurallar bütünü olarak ideolojileri yaratmıştır.
İnsanın yarattığı araç ve gereçler maddi kültür’e; yine insanın yarattığı bütün anlamlar, değerler, kurallar yani düşünce ürünü olan her eylem manevi kültüre girer. Bir başka.değişle maddi kültüre “teknoloji”, manevi kültüre de “ideoloji” diyebiliriz.
İdeoloji ışıktır. Geleceği ve insanın yakın ereğini aydınlatır. İnsanları birlikte tutan harçtır. İdeoloji, bir ya da birkaç kişinin düşünce ve inancını yüzlere, binlere, milyonlara taşır.
Toplumsal değişme ve gelişmenin uzun dönemli belirleyicisi teknoloji, kısa dönemli belirleyicisi ideolojidir.
Düşünce ve inanç, bir ideolojinin ayrılmaz parçalarıdır. İnsanı öteki canlılardan düşünce ayınr. Öteki insanlardan da inanç. Farklı inanç dizgelerinde doğru yanlış olur, yanlış da doğru. Evrensel ve yanılmaz yargılayıcı tarihin koyduğu ölçülere göre ise “insan-doğa ve insan-insan çelişkisini azaltıcı her eylem doğru, arttırıcı her eylem yanlıştır.
İnancın kökünde düşünce yatar. Ya kendi düşüncemiz, ya da başkalarından aktardığımız düşünceler. Her inanç bir düşüncenin ürünüdür. Her ideoloji de bir inancın ürünü. Gerçek odur ki, düşünmeden inanan bireyin inancı da bir başkasının düşüncesine dayalıdır.
İdeolojilere bağlı olarak insanlık, gerek doğayla ve gerekse diğer insanlarla mücadele etmek için “devlet”i üretmiştir. Bu arada, totemlerden çok tanrılı dinlere, çok tanrılı dinlerden, semavi inançlara yükselmiştir.
Devlet, insanın yarattığı en önemli kültürel olgudur. Devletin ortaya çıkışından sonra, ırk, millet, vatan gibi kavramlar gelişmiştir.
En sonunda insanlık, her bireyin temel hak ve özgürlüğünü esas sayan bir demokratik ve laik aşamaya, düşünce düzeyinde de olsa erişmiştir.
Birey temel hak ve özgürlüklere “doğuştan” sahiptir ve insan tarafından üretilen devlet karşısında mutlak eşitliği de “vatandaşlık” çerçevesinde onaylanır. Böylelikle, ideolojik olarak, insanlık kendi kurduğu devleti, “demokrasi” adı altında, kendi emrinde, “eşitlik ve adalet” ilkeleri çerçevesinde herkesin mutluluğu için kullanmaya başlar.
3. Çağdaş Kültür
Ticaretin artması ve endüstrinin gelişmesi sonucunda oluşan zorunlu menfaat birliği Avrupa’daki Feodal Beylikleri ayni siyasi otorite altında birleşmek zorunda bırakmıştır. Alman, İngiliz, Fransız, İtalyan gibi uluslar böylelikle oluşmuştur. Bu uluslar arasında çıkan ekonomik çıkar çatışmaları, zorunlu olarak ulusal sınırları ortaya çıkartmıştır.
Her ülke kendi ekonomik çıkarlarına sahip çıkmak için bir milli birlik yaratabilmeye çalışmış, bunu sağlayabilmek üzere yerel kültürel özellikler ön plana çıkartılmıştır. Böylelikle en fazla güç kazanan ülkenin kültürel özellikleri sınırlarını aşarak diğer ülkeleri etkilemiştir.
Sanayi devrimi ile, bütün dünyaya teknolojik üstünlüğünü kabul ettiren Batı Avrupa, ideolojik olarak da ulusçuluğun yaratıcısı ve ihracatçısıdır.
Bir ulusun kültürünün o ulusu insanlıkla kaynaştırmak üzere kullanılması “ilerici”, bu değerlerin o ulusu insanlık ailesinin dışına çıkaracak şekilde kullanışı ise “gerici” bir davranıştır. Aradaki fark, insanları barışçı şekilde birleştirici veya ırkçı yaklaşımlarla bölücülük yaratılması farkıdır. Çeşitli yörelere ait kültürler bir potada birleştirildiğinde toplumun malı olur. Aksi tutum yöresel kültürlerin tarihin akışı içinde yok olmasıyla sonuçlanır.
Teknoloji, toplumların genel değişme çizgilerini belirleyen temel öğedir. Oysa temel değişme çizgisi her zaman ayni hızda değildir. Sarsıntısız, kesiksiz bir nitelik de taşımaz bu çizgi. Kendi içinde çelişkiler ve sapmalar gösteren bir olgudur, değişme. Değişmenin çok hızlandığı dönemlerde sarsıntılar da artar. İşte böyle durumlar içine giren toplumların bunalımda olduğu söylenir genellikle. Aslında ortaya çıkan durum bir bunalım değil, başka bir göreli dengedir. Ama insan oğlu, göreli denge durumunu daima algılamakta zorluk çeker ve eski durumla bir karşılaştırma yaparak, içinde bulunduğu duruma bunalım der, çıkar işin içinden.
Laikleşme çağdaşlaşmanın bir sonucudur ama, eşiti değildir. Çağdaşlık, belli bir zaman kesitinde en ileri teknoloji kullanan toplumları belirler. Bu tanımla çağdaş kavramı Hıristiyan, Müslüman, Sosyalist veya kapitalist kavramlarından kurtarılmış olur. Çağdaşlık teknolojik düzeyde geçerlidir, inanç düzeyinde değil.
Yüzyılların Anadolu kültürüyle birlikte görkemli İslam kültürü, günümüz Türkiyesinde barışa ve insan sevgisine yönelik manevi değerlerin vurgulanmasını sağlar. Ortadoğu ve Balkanlar arasında köprü olarak Akdeniz’deki etkileşimin odak noktasını oluşturan Türkiye’nin çekmekte olduğu sancılar, yeniden doğuşun sancılarıdır. Bu işlevleriyle İslam kültürü yeniden doğuşun sancılarını çeken Türkiye’de yadsınamaz görevler üstlenmiştir. Bu çalkantı durulduğu zaman yepyeni bir kültür doğacaktır.
Türkiye’nin rönesansı aslında kendini çoktan belli etmiştir. Tarihten gelen kültürüne değer veriş, toplumun bütün kesimlerinde görülmekte, hatta siyasal alandaki örgütlenmelerle de desteklenmektedir.
Kent’e göç eden köylü, işçileşen köylü, sendikalaşan ve bilinçlenen işçi, özgürlükçü demokrasinin nimetlerinden yararlanan din adamı, siyasal katılımın bilinçlendirdiği bütün yurttaşlar, bu yeni kültürün öğelerini oluşturuyorlar. Oluşan bu kültür demokratiktir, çağdaştır.
4. Osmanlı Toplumsal Yapısı ve Kültürel Öğeleri
“Günümüz Türkiyesinin toplumsal yapısını, bunalımlarını ve kültür sorunlarını algılayabilmek, ancak, tarihe doğru teşhisler koymakla mümkündür. Emre Kongar bu açıdan bakıldığında Osmanlı’da çok önemli dört kültürel öge olduğunu vurguluyor. Bu öğelerin önemini belirlemeden günümüz kültürünü ve kültür politikasını anlamak olanaksızdır. Bu öğeler şunlardır;
• Osmanlının birinci niteliği, bütün topluma İslam kültürünün egemen olmasıydı. Osmanlı’ya gelene dek yediyüzyıllık bir birikimi sağlamış olan İslam kültürü son derece renkli, geniş, zengin ve görkemli bir kültürdü. Bu kültür, insanlığın kendinden önceki bütün birikiminden esinlenen, eski Yunan, Mısır, Musevi, ve Hıristiyan kültürleri ve o dönemin çeşitli uygarlıkların beşiği olan Akdeniz uygarlığını Müslüman içinde eritmiş olan bir kültürdür.
• Osmanlı’nın ikinci kültürel niteliği, seçkinlerle halk arasında görülen ünlü kültür ikiliyi idi. Bir yandan divan şaiiri ve bir yandan halk ozanları bu ikeliğin en güzel simgesidir.
• Osmanlının üçüncü niteliği, belli bir tarihten sonra, idari kültür öğelerini dışarıdan almaya başlamış olmasıydı. Siyasal çözümlerin dışarıdan ithal edilerek halk’a mal edilmemiş olması sonucu, hürriyet, eşitlik gibi kavramlara yabancı kalan halk ithal edilen anayasak düzene sahip çıkmamıştır.
• Osmanlı kültürünün dördüncü özelliği, hem suçlamaların, hem de çözümlerin maddi kültür yerine manevi kültür alanına yönelmiş olmasıdır. Oysa, Osmanlının çöküş nedeni, belirleyici olarak maddi kültür alanında yatar. Osmanlı, ekonomik nedenlerle, teknolojisini geliştiremediği, dış ülkelerin pazarı olmaktan kurtulamadığı için batmıştır. Yani olayın, Padişah ile, ya da İslam dini ile ilişkisi yoktur. Din, İmparatorluk çöküş sürecine girdiği için yozlaşmıştır.”
“Osmanlı tarihinde “Batılılaşma” adı altında başlayan, Tanzimat ve Islahat Fermanlarıyla süren; birinci ve ikinci Meşrutiyet eylemleriyle doruk noktasına erişen ve sonunda bağımsızlık savaşı ile noktalanan eylem, bugünkü kültür mirasımız üzerinde bilinçli güdümleri belirler. Aslında, kavga kültür kavgası değil, devleti ele geçirme ve İmparatorluğu batmaktan kurtarma kavgasıdır.
Devleti ele geçirmeye çalışan Yeni Osmanlılar ve İttihatçılar, Batı’dan ithat ettikleri düşünceleri kendilerine kalkan yaparken, mevcut düzeni savunanlar yani Padişah ve çevresi de eski geleneklere, bu arada İslama şartlıyorlardı. Böylece kavga yanlış olarak Batılıcılarla, İslamcılann kavgası gibi algılandı. Ne yazık ki bu yanlış bugün de sürmektedir. Oysa kavga iktidar kavgasıydı. Ve halkın geniş kesimleri bu kavganın dışındaydı. Osmanlı kendine özgün yapısı ile iktidar savaşını egemen gurupların kendi içine hapsetmişti.
5. Cumhuriyet Döneminde Toplumsal Yapı ve Kültürel Öğeleri
Avrupa’daki milliyetçi akımlarının etkisiyle başlayan Yunan, Bulgar, Sırp, Arap Milliyetçiliği Osmanlı İmparatorluğunu da etkilemiş ve yıkılışına yol açmıştır. Bu süreçte İmparatorluk içindeki milliyetçi akımlar Türk Milliyetçiliğini yaratmıştır.
Türk milliyetçiliğinin siyasal ve kültürel önderi Mustafa Kemal Atatürk’tür. Karmaşık bir İmparatorluktan “ulusal bir Türkiye” yaratmıştır. Doğal olarak da ulusal temellere dayanan Türkiye Cumhuriyeti içinde “ulusal kültür öğelerinin” güçlendirilmesi ve bu öğelere yeni, çağdaş değer yargıları katılması gerekmiştir.
Atatürk, asker, politikacı, ve devlet adamı olarak sadece bir eylem lideri değil, ayni zamanda altıyüz yıllık imparatorluktan yeni bir ulusal devlet yaratan düşünürdür. Tüm eylemini, çağdaş uygarlığın gereklerine uygun şekilde gerçekleştirmiş, ülkesine Cumhuriyet, özgürlük ve demokrasi kavramlarını getirmiştir.
Böylelikle Türkiye, gerek maddi ve gerek manevi kültür alanlarında, gerekse sanat, edebiyat ve düşün yapıtları alanında yani kültürün bütün alanlarında bir yeniden doğuşun bir “rönesansının” eşiğine gelmiştir.
Kültürel alanda Atatürkçülük, ne İslam düşmanlığı, ne de batı hayranlığıdır. Kültürel açıdan Atatürkçülük, Türk kültürünün ulusallaşarak, evrensel boyutlara ulaşmasının savaşını vermektir. Atatürk, bir orta çağ İmparatorluğundan, çağdaş ulusal bir devlet yaratma çabasını simgeler.
Bu dönemi Emre Kongar şu şekilde anlatmaktadır:
“1950 yılı, Türk kültüründe güdümleme açısından bir dönüm noktasıdır. Gerek dilde, gerekse kültürel yaklaşımda genel bir geriye dönüş başlar. Bu geriye dönüş aslında İslam adına ulusalcılıktan uzaklaşmadır. Dönemin iktidarı, kültür konusunda “dinci-Osmanlıcı” yanı tutar. Bundan en büyük zararı yine İslam kültürü görecek, sonunda da Türkiye bugün bile ulusal bireşimine varmakta, sağlıklı bir yol izlemekte güçlük çekecektir.
1960 olayı, bütün alanlarda olduğu gibi, kültür alanında da o güne kadar toplumda görülen birikimin birden bire serpilmesine yol açtı. Sosyal bazlı düşünce ürünleri Türk kültürü ile etkileşime başlarken, İslamcı-Osmanlıcı görüş alabildiğine gelişti ve etkinleşti. “12 Mart hükümetleri”, ve bilahare 31 Mart 1975’te kurulan ve kendini “Milliyetçi Cephe” diye tanımlayan iktidar, yeniden bütün kültür etkinlikleri üzerine ambargo koydu.
1971’de ve 1974’te kurulan hükümetlerce (Erim ve Irmak hükümetleri) sola karşı savaşın, eğitim ve kültür yoluyla yapılabileceği sanılıyordu. Oysa asıl belirleyici öğenin manevi değil, maddi kültür alanında olduğu gözden kaçmıştı. Oysa 1975 Türkiyesi, üretim güçlerinin geliştiği, çelişkilerin belirlendiği ve keskinleştiği bir toplum niteliğini taşıyordu. Yani maddi kültür oldukça gelişerek manevi kültürü geçmişti.
Topluma biçim veren güç, eğitim, sanat, edebiyat, felsefe değil, teknolojidir. Bunalım doğuran olay ise, bu maddi kültürle, manevi kültür arasındaki uyumsuzluktur.
Konuya tarihsel açıdan bakıldığında Atatürk ve arkadaşlarının “ulusal bir kültür yaratma” çabası paralelinde 9 Mayıs 1920’de okunan ilk hükümet programının beşte birinin eğitim ve kültür işlerine ayrıldığı görülecektir. Burada ortaya konan ilkeler Osmanlıyı yadsıyan ilkeler değil ulusal benliğimizi güçlendirmeye yöneliktir ve bu ilkeler zaman içersinde teker teker yerine getirilmiştir.
Atatürk’ün ölümünden sonra İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı sırasında kurulan üç hükümetten hiç birinin programında eğitim ve kültüre ait bir husus yer almamış olmasına rağmen 1920 ‘de deklare edilen hedefler teker teker gerçekleştirilmiş, Doğu ve Batı uygarlıkları klasiklerinin Türkçeye çevrilmesi, Köy Enüstütülerinin kurulması gibi çok önemli adımlar bu dönemde atılmıştır. İnönü’nün, Cumhurbaşkanlığında kurulan dördüncü hükümet, Saraçoğlu hükümeti 5 Ağustos 1942 de olduğu programda; “Biz Türküz ve daima Türk kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar bir vicdan ve kültür meselesidir. Biz, azalan ve azaltan Türkçü değil, çoğalan ve çoğaltan Türkçüyüz ve her vakit bu istikamette çalışacağız.” denilmektedir.
29 Mayıs 1950 de okunan hükümet programında o güne kadar izlenen eğitim politikasının tutarsız ve plansız olduğu söyleniyor, Atatürk devrimleri de “millete mal olmuş olanlar ve olmayanlar” diye ikiye ayrılıyordu. Böylece, ulusal kültür bireşimi doğrultusunda olan gelişmeler durduruluyordu. Aslında 1950 yılında seçimleri kazanarak iktidara gelen DP yöneticileri bu seçimlerin yapılmasını sağlayan CHP yöneticilerinden daha fazla dindar değildi. Ama demokrasiyi daha az benimsemişlerdi.
DP yöneticileri çok partili demokrasi kurallarına uymadılar. Demokrasiyi çoğunluk yönetimi olarak uygulamak istediler. İnsan hak ve özgürlüklerini kıstılar, basın, sendika ve muhalefetin haklarını kıstılar, böylece bir baskı rejimine yöneldiler.
Bir süre sonra kültür ve eğitim alanındaki güdümlemeye ilaveten siyasal, toplumsal ve ekonomik yaşamda da baskılar toplumu cenderesi altına almakta gecikmedi. Demokrat Parti, çok partili demokrasiyi yok etmeye başlamıştı. Oysa Demokrat Parti iktidara ulusal bir zafer kazanarak gelmemiş, çok partili demokrasinin olanaklarından faydalanarak iktidar olmuştu.
En son kurdukları Meclis Tahkikat Komisyonu ile de bir nevi sivil darbe yaptılar. Sivillerin bu darbesi askerlerden tepki görmekte gecikmedi, 27 Mayıs müdahalesi oldu. Toplumsal koşullar, Demokrat Partinin kendini iktidar yapan düzeni yıkmasına izin veremezdi. Nitekim, Demokrat Parti düzeni yıkamadan, düzen onu yıktı. Askerler, çoğunluğun diktatörlüğünü önleyici, çağdaş ve demokrat bir anayasa yoluyla, Türkiye’ye demokrasi yoluyla çağ atlamanın yolunu açtılar.
Kültür işlerinin ayrı bir bakanlık şeklinde örgütlenmesi fikri ilk defa 1960 ‘da Milli Birlik Hükümetleri döneminde ortaya çıkmışsa da bir Kültür Müsteşarlığının kurulma başarısı ancak beş yıl sonra Suat Hayri Ürgüplü kabinesine nasip olmuştur. Müsteşarlıktan bakanlığa geçiş ise 1971’de Nihat Erim kabinesiyle gerçekleşmiştir.
1973 seçimlerine tarihi lider İnönü’yü devirerek giren Ecevit bu seçimlerden CHP – MSP ortak hükümeti ile çıkar. Bu dönemde kültür işleri Müsteşarlık olarak başbakanlığa bağlanmıştır. Bu müsteşarlık kayda değer bir iş yapamadan hükümet düşer ve kurulan Sadi Irmak hükümetinde Kültür Bakanlığı yeniden yerini alır.
Gerek Erim ve gerekse Irmak hükümetleri döneminde Kültür Bakanlığının otoriter eğilimlere alet edilmesi hem kültür adına, hem Atatürkçülük adına hem de demokrasi adına üzüntü vericidir.
Bu dönemi takiben kurulan Milliyetçi cephe hükümeti döneminde “milli kültür” adına Türk Kültürü iyice geriletilir. Ulusal kimliğinin yitirilmesi, yaratıcılığın önlenmesi için hemen her şey yapılır. Bu suretle sürekli olarak ileri giden doğal gelişim, yapay güdümlemelerle durdurulmaya çalışılır.
1977 yılında kurulan ve güven oyu alamayan Ecevit hükümetinde ise Kültür Bakanlığı bulunmamaktaydı. 1978 de kurulan üçüncü Ecevit hükümetinde, programlarında yer almamasına rağmen Kültür Bakanlığı yeniden kuruldu ve başına Ahmet Taner Kışlalı getirildi.
1980 yılına gelindiğinde politikacıların önce Milliyetçi cephe çizgisinde “milliyetçi olanlar ve olmayanlar” diye böldükleri, bilahare de mezhep ayrılıkları ayrımına yönelik kışkırtmaların ve siyasi amaçlı cinayetlerin başladığına tanık olunacaktır.
Sonuçta, 12 Eylül darbesi oldu.
28 Şubat müdahalesinden önce ise sivil iktidar ülkeyi, hem demokrasiden hem de hukuk devletinden saptıracak olan bir şeriat devleti ve bir yolsuzluk rejimi çizgisine kaydırmakta olduğu izlenimi oluştu.
Böylece rejimin kuralları üzerinde yeniden anlaşmazlık çıktı. Demirel arkasına bir kısım medya, ordu, sivil toplum örgütleri, muhalefet partileri, ve iktidar partisi milletvekillerinin bir kısmını alarak hükümetin rejimin kuralları içinde değişmesini sağladı.
Görüldüğü gibi politikacıların beceriksizlikleri ülkeyi çeşitli badirelere sürüklemiş ve sürüklemektedir.
Bugün Türkiye’deki bunalım, Batıda demokrasiyi üretmiş olan endüstrileşmenin doğurduğu toplum sınıflarının, Cumhuriyet dönemindeki tüm devlet desteğine karşın, hala yeterince güçlenip, rejime sahip çıkmamasından kaynaklanmaktadır.”
Bunalımlar, maddi kültür/manevi kültür uyumsuzluğundan çıkar. Bu uyumsuzluk ise bu iki kültür arasındaki etkileşim bozulduğu ya da kesildiği zaman söz konusu olabilir. Sorun özgür etkileşimin sağlanması sorunudur. Sorun, tarihimizle ve dış dünya ile özgür etkileşim sorunudur.
6. Eğitimin Kültüre etkisi
Emre Kongar, “Kültür Üzerine” adlı eserinde; “Bir kültür örgütlenmesi birkaç ilkeye dayalı olarak düşünülebilir. Birinci ilke, özerkliktir. İkinci ilke özgürlüktür. Özerklik, özgürlüğün ön koşuludur. Üçüncü ilke, yerinden yönetimdir. Dördüncü ilke iş bölümü ilkesidir. Beşinci ilke işbirliğidir. Altıncı ilke halk katılımının sağlanmasıdır. Bu altı-temel ilke Türk Kültürünün gelişmesine yardımcı olacak ve kültürümüzü evrensel boyutlara açabilecek ilkelerdir”, demektedir.
Yukarıdaki çözümlerin ışığında, eğitimin “bir toplumun teknoloji – ideoloji dengesini bireye aktarma yolu” olduğunu görürüz..”
Türk eğitiminin bozukluğu ve yanlışlığı Osmanlıya dayanır. Türkiye’nin batılı eğitimle kurtulabileceği düşüncesi Osmanlı’dan gelir. Batının üstünlüğünü savaş alanlarındaki yenilgileriyle algılayan Osmanlı, çözümü batı teknolojisini eğitimle kendine aktarmakta bulmuş batılılaşma eylemi uygulaması olmayan bir eğitim eylemi olarak başlatılmıştı. “Teknoloji – ideoloji” dengesinin tamamen bozulması sonucu oluşan umutsuzluk sokağa yansıdı.
Atatürk tarafından sağlanan toplumsal eşgüdümle, dinsel İmparatorluk, halk egemenliğine dayalı Cumhuriyete dönüşmüştür.
Cumhuriyet tarihinde toplumu teknoloji aşılamaya yönelen en önemli eğitimin adımı “Köy Enüstütüleri” kurularak atıldı. Ne talihsizliktir ki tarihimizin teknolojiyi değiştirmeye yönelik tek denemesi, ideolojik nedenlerle engellendi.
Bugün yetişmekte olan genç kuşak toplumdan kopuktur. Bu kuşağa toplumumuzun değerleri aktarılamamıştır. Çünkü toplumumuz bu değerlerin ne olduğuna ait düşünce birliğine sahip değildir.
Unutulmamalıdır ki eğitim, bir toplumsal yapının belirleyici öğesi değildir. Eğitim yoluyla toplumsal yapı etkilenebilir ama biçimlendirilemez.
Türk toplumu artık ne Orta Asya steplerindeki göçebeliğe ne dört halife devrine geri döndürülemez. Önümüzde yepyeni bir gelecek ve yapılaşma yatmaktadır. Önemli olan Türklerin kendi teknolojisini ve kendi ideolojisini kendinin ürettiği bir toplum haline gelmesidir.
Eğitimin gücü ancak siyasal iktidarın gücü ile desteklendiği zaman bir anlam ifade eder. Yoksa eğitim tek başına ne bir toplumu biçimlendirir, ne de bir siyasal partiyi iktidar yapar. Eğitim ancak, toplumun genel değişme doğrultusunda işlev sahibi olur. Bu doğrultuyu değiştirmede kısa bir zaman diliminde etkin olamaz.
Eğitim, bir toplumu tek başına biçimlendiremez ama, toplumu biçimlendiren diğer toplumsal, siyasal ve ekonomik öğelerin zaman zaman önüne geçebilir, ya da bunların gerisinde kalabilir.. Aslında bu uyumsuzluk doğaldır. Çünkü hiç bir toplumda bütün öğeler ve kesimler her zaman ayni hızda birbirleriyle uyum içinde değişmez.
7. Yazının Kültüre Etkisi
Yazı, dilin aracıdır. Dil ise düşüncenin. Düşünce, dil ve yazı arasındaki ilişki son derece yoğundur. Biri aksarsa diğerlerinin sağlıklı olarak kalabilmesi mümkün değildir. Yazı, gerek dilin ve gerekse kültürün öğrenilmesi için bir araçtır. Yazı yoluyla öğrenilmesi gereken kültür, Arap yazısı bakımından, yazının yazılmasında ve okunmasında bir araç niteliğine bürünmüştür. Bu durum, kültürel gelişmenin ön koşulu olan okur-yazarlığın yaygınlaşması bakımından önemli engeller doğurur. Osmanlıda da öyle olmuş, diline uygun olmayan alfabe nedeniyle okuma yazma sadece toplumu yönetenlerin lüksü olarak kalmış, bürokrasi halk tabakasıyla bütünleşememiş, devlet ve toplum birbirlerinden kopuk iki kuvvet haline gelmiştir.
Türk yazı devriminin ilk adımları 1862 yıllarında Münif Paşa tarafından, yazıda Türkçeye uygun ciddi imla reformu önerisiyle atılmıştır. Bu öneriyi 1863’te Arap yazısındaki imlanın Türkçeye uydurulmasını teminen Azeri Ahunzade FETHALİ’nin Sedarete yaptığı öneri takip eder. İran’ın İstanbul büyükelçisi Mirza Melkom Han Arap yazısının düzeltilmesini çeşitli gazetelere yazdığı yazılarda savunuyordu. Namık Kemal ve arkadaşları Arap harflerini savunurken, Abdülhamit’in “Siyasi hatıratım” adıyla kaleme aldığı hatıratında, halkımızın büyük cehaletine sebep, okuma yazma öğrenimindeki güçlüktür. Bu işi kolaylaştırmak için belki de Latin alfabesinin kabulü yerinde olur demesi değişiklik gerekliliğinin sarayda da kabul gördüğünü göstermektedir. Enver Paşa zamanında Enveri Yazı, Türk imlasına uygun olarak orduda kullanılmaya başlandı. İlginç bir diğer nokta, Birinci Dünya savaşı sırasında Galiçya cephesinde ordunun yazışmasını Latin harfleriyle yapmasıdır. 1923 İzmir İktisat kongresinde kongreye işçi delegesi olarak katılan İzmirli Nazmi ve iki arkadaşının Latin harflerinin kabulü hakkındaki önergesi, Kazım Karabekir tarafından bu girişimin bölücülük olduğu gerekçesiyle okutulmamıştır. Konunun olgunlaşması için 1928’e kadar beklemek gerekmiştir. Yeni yazı yasası 3 Kasım 1928 ‘de kanunlaşır.
Bütün devrimler, siyasal ve ideolojiktir. Yazı devrimi de kültürel bir devrimdir. Bu nedenle onun da siyasal ve ideolojik yönü ağır basar. Mustafa Kemal’in Osmanlı ile hesaplaşması her şeyden önce siyasaldır. “Atatürk Devrimleri” adı altında toplanan yenilikçi atılımların tümü, ancak siyasal ve ideolojik bir bütünlük içinde görüldüğünde gerçek anlamlarına kavuşur.
Atatürk ihtilali, toplumsal-ekonomik oluşumların ortaya çıkardığı bir yeni sınıfın zorlamasıyla ortaya çıkmamıştır. Toplumsal ekonomik yapı onu değil, o, toplumsal-ekonomik yapıyı belirlemiştir. Siyasal ve ideolojik nitelik taşıyan Atatürk ihtilali, ideolojisini “Batıcılığa” ve “anti-emperyalizm”e dayamıştır. Siyasal ve ekonomik çıkışlı bu devrim, toplumsal – ekonomik sonuçlar verdi. Feodal kalıntıların olduğu merkezi İmparatorluk yapısından, kapitalist bir yapıya, Doğulu bir toplum görünümünden Batılı bir toplum görünümüne geçildi. Yazı devrimi herşeyden önce, dine ve geleneğe bağlı bir toplumun siyasal otoritesinin artık tümü ile ortadan kaldırıldığını simgeliyordu. Yazı devrimi ile okuma yazma oranı suretle artmış, bunun paralelinde merkezi bürokrasinin gücü artarak devlet kendini daha yaygın ve etkin olarak duyurmaya başlamıştır. Yazı devrimi dahil tek tek ele alındığında “Atatürk Devrimleri” tam bir başarıya ulaşmıştır. Artık laik, sosyal hukuk devletinden de, kapitalist toplum yapısından da geriye dönüş mümkün değildir. Ancak tek tek ele alındığında başarıya ulaştığını söylediğimiz devrimlerin tümü ele alındığında ayni şeyi söylemek mümkün değildir. “Çağdaş düzene ulaşmak” diye nitelenen genel amaç, henüz uzaklarda görülmektedir.
Atatürkçülük bizim özbenliğimizin ürünüdür. Atatürkçülük, “içte ve dışta her türlü sömürüye karşı olan ve çağdaş uygarlığın en ileri düzeyini gerçekleştirmiş bir toplum kurmaktır.”
8. Osmanlı’dan Çağdaş Türkiye’ye Devlet ve İdeoloji
Türkiye, çağdaş uygarlık ile arasında Osmanlı döneminde oluşan büyük açığı kapatmak için, Atatürk sayesinde hızla değişmektedir. Aslında her toplum her an değişme halindedir. Her değişme sancılıdır, ve bunalımlara gebedir. Dolayısıyla, toplumumuz her an bir bunalım riskiyle karşı karşıya kalmaktadır.
Türkiye’nin bugünkü sorunu, toplumsal, ekonomik, ve kültürel gelişmelere, siyasal yapı ve siyasetçilerin ayak uyduramamasından kaynaklanmaktadır. Bu bunalım, ekonomik, toplumsal ve kültürel yapının gerisinde kalmış olan siyasal yapının, yani siyasetçilerin “değişmeye ayak uydurmaları” ile aşılacaktır. Bu da Atatürk ilkeleriyle Atatürkçülükle çözülebilir. Atatürkçülük kısa tanımıyla çağdaş olmaktır. Demokratik ve laik, sosyal hukuk devletini işaret ettiği için Atatürkçülük ve çağdaşlık.
Günümüz sınıflaşan Türkiyesinde bilinçli koşullanmalarından kurtulamayanlar, ya 7. yüzyıl Arap Yarımadasında, ya 19. yüzyıl Batı Avrupasında, ya da 1920 yılının Anadolusunda yaşadıklarını sanıyorlar. Bir an için bütün bu dönemlere mühürlerini vuran tarihe mal olmuş dini veya siyasi kişiler bütün tarihsel kişilikleri ve düşünceleriyle tekrar dünyaya gelseler, acaba o ideolojiler günümüz ihtiyacını karşılayıp karmaşayı giderebilir mi?
Sınıfsal dengelerin hızla değişmekte olduğu ve genellikle, yükselen sınıf ile, gerileyen sınıfın güçlerinin birbirine yaklaştığı zamanlarda gerek kişilerin, gerekse örgütlerin toplumsal işlevleri artar. İdeolojik birikimlerin somut siyasal değişmelere dönüşme anları da bu anlardır. İdeoloji, toplumsal değişmenin hızlandığı dönemlerde işe karışan, bu oluşuma maddi bir güçle, (insan gücü) katılan öğedir. Bu niteliği ile ideoloji, “belirlenen” değil, “belirleyen” bir işlev kazanır. Uzun dönemlerde, toplumsal yapı ve oluşumlar tarafından belirlenen ideoloji, kısa dönemde, döner ve kendisini belirleyen toplumu etkiler.
Bütün dünyada olduğu gibi, Osmanlı-Türk toplumunun değişmesinde ideoloji ve ideolojik kadrolar sürekli olarak etkilerini sürdürmüşlerdir.
Ertuğrul Beyle başlayıp devleti İmparatorluğa dönüşmeyi gerçekleştiren Fatih Sultan Mehmet’te biten ideoloji, İslam düşüncesinin eyleme dönüştüğü ve Osmanlı ailesinin liderliğinde odaklaşan dönemin belirleyicisiydi. Aslında uzun dönemli, temel belirleyicilik, hiç kuşkusuz o dönem Anadolusunu etki altında tutan toplumsal-ekonomik-siyasal oluşumlardı. Bu eylemi belirleyen düşünce, göçmen ruhu ile İslam inancının bireşiminden ortaya çıkan “Osmanlı ideolojisi” idi.
Osmanlıda Batılılaşma tohumlan Fatih döneminde atılmıştır. Zamanla yeşeren bu tohumlar, İmparatorluk gücünü sürdürseydi, Batıdaki Osmanlı belirleyiciliğinin hazırlayıcı öğeleri olacaktı. İmparatorluk gücünü yitirince, Doğudaki Batı belirleyiciliğinin öğeleri oldular.
Bu açıdan Genç Osmanlılar, Genç Türkler ve Türkiye Cumhuriyeti’nin izlediği politika, Avrupa ile bütünleşme zorunluluğunu “Cihan İmparatorluğu çerçevesinde görmüş olan Fatih Sultan Mehmet’in ideolojisinin uzantılarıdır. İmparatorluk daha çok dış etkenlerin altında güçsüzleşince, bu bütünleşme, “egemen olma” yerine “boyun eğme” biçiminde gerçekleşti.
Osmanlı – Türk siyasal ve toplumsal tarihine baktığımızda üç yüz yıldır toplumumuzun hızla değişmekte olduğunu görüyoruz. Bir diğer gerçek ise her dönemde Türkiye’nin batmakta olduğu feryatlarının duyuluyor olmuş olmasıdır. Oysa Türkiye batmamış, tam tersine sağlıklı bir topluma doğru kabuk değiştirmesini sürdürmüştür.
Aslında son üç yüz yılın siyasal eylemleri ardında düşünce akımlarını görmemek imkânsızdır. İmparatorluğun çöküşü hissedilir edilmez, hemen belirli önlemler alınmaya başlanmış, ve bunlar sistematik biçimde belirli düşünce akımlarıyla oluşturulmuştur.
Düşünce akımlarıyla siyasal eylemler arasındaki ilişki, ideolojinin toplumsal yapıyı etkileme gücünde ortaya çıkar.
Bir ülkenin siyasal rejimi ile o ülkedeki düşünce akımlarının nitelikleri arasında çok yakın bir ilişki vardır. Rejim çoğulcu ise, çeşitli düşünce akımları uzun süre belli ideolojiler biçiminde gelişebilir. Bu ideolojiler zorunlu olarak siyasal arenaya hemen aktarılmayabilir de. Öte yandan rejim tekelci ise, egemen düşünce akımının, yani resmi ideolojinin, dışında kalan akımlar, uzun süre baskı altında yaşar, genellikle yer altına kayar, ve doğrudan bir siyasal eylem niteliğini alır. Bu durumda bu düşünceler, tutarlı bir ideoloji içinde gelişip serpilme yerine siyasal bir program niteliğine bürünür.
Siyasal yargılar genellikle güncel çözümleri yansıtırlar. Ahlak yargıları ise, toplumun tarihsel olarak süzülüp gelen değerlerini. Siyasal yargılar değişir. Ahlak yargıları da. Ancak siyasal yargılar daha çabuk, ahlak yargıları ise daha geç değişir.
Çoğulcu rejimlerde, düşünce akımları, toplumsal yapı ile serbest bir etkileşim kurduğu için sağlıklı gelişir. Siyasal eyleme yansıma ne erken ne de geç olur ve siyasal alana dayandığı tabanla birlikte yansır. İşte o zaman bu yansıma ağarlıklı ve anlamlı olur. Tekelci rejimlerde ise düşünce akımlarının toplumsal yapıyla özgürce etkileşimi engellendiğinden, ideoloji ile maddi tabanın bütünleşmesi sağlanamaz. Bu da düşüncelerin toplumu etkileyen ideolojilere dönüşmesi yerine, tepeden inmeci siyasal programlar niteliği kazanmalarına yol açar. Böylece etkileşim, düşünce düzeyinden, kaba kuvvet hesaplaşmasına kaydırılır. Sonuç olarak hiç şüphesiz kısa dönemde egemenler kazanır, uzun dönemde ise tarihsel doğrunun kazanacağı şüphesizdir.
Ülkemize baktığımızda buraya kadar özetlemeye çalıştığımız genellemelerin hepsinin de geçerli olduğunu görmekteyiz. Gerek tarihsel gelişim ve gerekse bugünkü durum, Türkiyede olup bitenlerin de evrensel doğrulara çok yakından bağlı olduğunu göstermektedir.
Osmanlıların en güçlü döneminde düşünce akımları en güçsüz dönemini yaşıyordu. Bunu iki nedene bağlayabiliriz. Birincisi İslam felsefesinin kendi yolunda yeterli üretim yapmamış olması, ikinci neden ise Osmanlı Devletinin yapısal niteliğinden kaynaklanmadaydı.
Doğu Roma medeniyeti ve İslam medeniyeti üzerine kurulan Osmanlı İmparatorluğu, bütünleyici ve yenilikçi bir işlev yüklenerek Doğu Roma İmparatorluğu ve Abasi İmparatorluğunun bireşimine yönelik yol göstericilik ve önderlik yapabilirdi. İslam düşüncesinin Mevlana’da doruğuna ulaşan hoşgörülü dünya görüşü böyle bir bireşime uygundu. Fakat yapamadı ve İmparatorluk en kuvvetli döneminde bile kendi kısır döngüsü içinde kaldı.
Son derece güçlü bir merkezi otoriteyi, devşirme sistemi ve benzeri mekanizmalarla toplumdan soyutlayarak sürdürmeye çalışan bu devlet, gücünü korumak için nasıl, ekonomik etkinlikleri sıkı bir denetim altına tutmuşsa düşünce akımlarını da ayni biçimde denetlemiştir.
İşte bu iki temel nedenden dolayı, Osmanlı çöküş döneminde, iç dinamik, kendi öz tarihine, coğrafyasına, iç dinamiğine dayalı bir kurtuluş ideolojisi üretemedi. Onu dışarıdan, Fransız devriminden ödünç aldı.
Osmanlının çöküşü dış öğeler olarak, Haçlılardan beri, Anadolu’yu boyunduruğu altına almış olan Kapitülasyonlara, Yeni dünyanın keşfi ile ortaya çıkan enflasyona ve ticaret yollarının değişmesine bağlıydı. İç öğeler ise, doğal sınıfsal gelişmeyi yozlaştıran, saptıran ve böylece engelleyen, toplumdan olanaklı olduğunca kopuk despotik bir devlet yapısına dayalıydı. Bu olgu ve olaylar karşısında çöküş, Batı’nın üstünlüğü şeklinde algılandı. İşte o zaman günümüze dek uzanan kutuplaşma başladı: Öz ideolojisini yenilikçi bir şekilde uyarlayamayan Osmanlı’nın bir kesimi de yine öz ideolojisinin yetersizliğinden dolayı, kurtuluşu daha güçlü olanın, yani Batı’nın düşüncesini benimsemekte buldu.
Devlet yapısı çağdaş anlamda yeni bir sınıfın ortaya çıkmasına engel olduğu için, siyasal ve ideolojik hesaplaşma da geleneksel sınıflar arasında başladı. Osmanlı’da Batıcı ve yenilikçi düşünceleri özellikle askerler savunuyordu. Bu düşünceler Batı ile irtibatı olan birçok bürokrat ve edebiyatçı tarafından da paylaşılıyordu. Genç Osmanlılar adıyla Osmanlı düşünce ve siyasal yaşamına yansıyan bu ideoloji aslında pek de tutarlı değildi. Ama bütün tutarsızlığına rağmen varlığını birinci ve ikinci Meşrutiyetle, hemen hemen kesintisiz bir biçimde siyasal arenaya taşıdı.
Genç Osmanlılar Fransız devriminin pozitif ve dayanışmacı görüşlerine sahip çıkarken, meşrutiyetçi olmalarına karşın her türlü halk desteğini bir yana bırakarak, ideolojilerini siyaset alanına, devleti ele geçirerek aktarmak istemişlerdir. Bu ise ya saray entrikaları ya da askere dayanarak gerçekleştirilmiştir. Bu özellik Batı düşünce yanlılarına Devletçi bir özellik veriyordu. Halktan kopuk olmaları ise ister istemez aydınlara dayalı seçkinci bir yaklaşıma itmişti. Böylece, Osmanlının çöküş döneminde Batı düşüncesini benimseyenler yöntem olarak “devletçi – seçkinci” bir yaklaşımın temsilcileri oluyorlardı. Bu ideoloji zamanımıza kadar gelmiş, ve sonunda 12 Mart rejimi sırasında Nihat Erim hükümeti içinde görev alan “onbirlerin” istifası ile noktalanmıştı. Mithat Paşa’dan onbirlere dek, bütün tepeden inmeciler ayni cephede, ayni düşünce akımı içinde bulunmuşlardı. Bu süreçte başarıya erişen Atatürk eylemi, Osmanlı – Türk değişme çizgisi içinde, “devletçi – seçkinci” bir yaklaşımla doğru zamanda doğru aksiyon olması nedeniyle başarıya ulaşmıştır.
İttihat ve Terakki yoluyla devlete el koyan “devletçi seçkinlere” karşı ikinci düşünce akımı İslam çizgisinde oluştu. Bu akım kurtuluşu İslama dönüşte buluyordu. Bu yüzden de gelenekçiydi. Geriye, geleneklere geriye dönüş, “devletçi-seçkinlerin” despotluğuna karşı onları ayni zamanda bireysel hak ve özgürlüklerin yaygınlaştırılması çizgisine de götürmüştü. Yine devlete ve devlet denetimine karşı çıktıklarından, ekonomik anlamda da devletin işlevlerinin yaygınlaştırılmasına karşıydılar. Böylece “gelenekçilik”, Osmanlı’da Batı’da olduğundan tam ters bir biçimde “liberallik” ile birleşti ve ne denli paradoksal görünürse görünsün, “devletçi seçkinlere” karşı, “gelenekçi liberal” cephe oluştu.
Buraya kadar açıklamaya çalışılan genel ilkeler ve Osmanlı deneyi, bütünüyle yeni Türkiye’ye de yansıdı. Siyasal eylemin sıcaklığı ve gücü, büyük ölçüde, düşünce akımlarını da etkisi altına aldı.
Mustafa Kemal Atatürk’ün zaferi, kendi düşüncesinin dışındaki hiç bir akıma izin vermeyecek derecede güçlüydü. Böylece İslamcı ve Marks’çı akımlar, Cumhuriyetin ilk yıllarında ve tek parti döneminde bastırıldı. Bu dönemde İslamcı düşünce tam bir karşı devrimci tutum içinde hem siyasal alanda partiler olarak, hem de yer altında yasa dışı biçimlerde örgütlenmeye çalışıyordu.
Türkiye’de 1940’lı yıllar savaş yıllarıdır. Düşünce akımları da hükümetin dış siyasetine koşut olarak kontrol altına alınmıştır.
Türk düşünce yaşamı, 1960 ihtilalinden sonra, birdenbire hareketlendi. Getirilen özgürlük ortamı içinde gerek tarihimize ve bu yolla öz benliğimize dönüş, gerekse dışa açılış ve bu yolla çağdaşlaşmamız olanaklı kılındı. Özgürlük ortamının geçici bir hava olmayıp, yapısal değişikliklere ve güvencelere bağlanmış bulunması bu süreçlerin sürekliliğini sağladı. Özbenliğimize dönüş, Türkçü ve İslamcı akımların serpilip güçlenmesine, dışa açılış ise bütün çağdaş akımların Türkiye güncelinde kendilerine maddi taban aramalarında yardımcı oldu.
Günümüzde her düşünce akımının siyasal partiler halinde de örgütlenmesi bu sayede olmuştur. Bu farklı kadrolaşmanın ortaya çıkardığı bileşke Türkiye’de hala tam olarak billurlaşmamıştır.
1960 yılından sonra en hızlı biçimde gelişen akımlardan biri İslamcı düşüncedir. Kökünü, İslamın görkemli devlet ve düşünce yapısından alan bu akım, Türk siyaset sahnesinde yadsınamaz bir yer sağlayacak şekilde güçlü bir maddi tabana dayalıdır.
Dış konjonktür açısından, Sovyetler Birliğinin hem kendi içinde İslami ideolojilerle rahatsız edilmesi, hem de güney sınırlarının bir yeşil İslami kuşakla çevrelenerek denetim altına alınması stratejisi, Türkiye’deki siyasal İslamın dış çevrelerce desteklenmesi sonucunu doğurmuştur.
Türkiye’deki siyasal İslam, iç ve dış desteklerin, ulus devlet öncesindeki geleneksel toplum yapısının kalıntılarıyla bütünleşmesi sonunda ortaya çıkan sosyolojik bir vakıadır.
Bu şekilde desteklenerek büyütülen Siyasal İslam güçleri devleti bütünüyle denetleme aşamasına geldiklerinde beklenmedik bir şey oldu, Sovyetler çöktü, soğuk savaş bitti ve yukarda özetlenen oluşumlar tersine çalışmaya başladı. Bu kez yapılan eski yanlışları düzeltmek üzere askerlerce yapılan müdahale ülkemiz tarihine 28 Şubat olarak yansıdı.
Askerlerin her müdahalesi öncesi siviller arasında rejim anlaşmazlığı olduğu unutulmamalıdır. Oluşan yeni konjonktür, dış dinamiklerin de etkisiyle, siyasal İslamın gücünün azalacağını göstermektedir.
Atatürkçülüğün başta karşı-emperyalistliği olmak üzere pek çok ilkesi, günümüz dünyasında, belki de her zamankinden daha çok geçerlidir.
Günümüz Türkiye’sinin düşünce akımlarını, geçmişteki akımlardan ayıran en önemli özellik, toplum yapısındaki değişiklikte görülmektedir. Günümüzde gelişmekte olan çağdaş sınıflar, düşünce akımlarının mihenk taşıdırlar. İdeolojik çekişmeler artık eskiden olduğu gibi “gelenekçi liberal cephe” “seçkin devletçi cephe” arasında değildir. Artık her iki gurup da halk ile etkileşime başlamıştır.
Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu ve çok kişi tarafından “bunalım” diye nitelenen durum aslında hızlı gelişmenin ortaya çıkardığı, Türkiye gibi siyasal, toplumsal, ekonomik ve düşünsel kargaşada hızla değişen ve gelişen bir ülke için çok doğal bir durumdur.
Ülkeye tarihsel gelişim içinde ideolojiler, yani inançlar açısından baktığımızda, Atatürk’le birlikte İslam düşüncesinin damgasını görmemek olanaksızdır. Bu nedenle gelecekte her çözümde belirlenedek bireşim açısından İslam ve Atatürkçülük mutlaka etkisini sürdürecektir.
Öte yandan dış dünyaya baktığımızda, Türkiye’nin Akdeniz ve Avrupa ülkeleriyle yazgı birliğine sahip olduğu, ve dünya politikasında gerek Balkanlarda, gerek Kafkaslarda, gerek Orta Asya’da, gerek Ortadoğu’da ve gerek Karadeniz Ekonomik birliğinde ve gerekse İslam Ülkeleri birliğinde oynadığı rol ile bir dünya devleti olduğu görülecektir. Doğal olarak Batı etkisi ve İslam düşüncesi ve işçi sınıfının gelişmesi, tam bir etki – tepki ilişkisi içinde oluşacaktır. Böylece, sınıflaşma ile ideoloji ve dış dünya birbirini biçimlendirecek ve hiç şüphesiz Türkiye daha aydın günlere ulaşacaktır.
Türk toplumu süratle gelişmektedir. Türkiye’deki hızlılığın nedeni, Türk-İslam geçmişi üzerine yapılan batı uygarlığı aşısıdır. Atatürk döneminde yapılan bu aşı toplumumuzu hızla yeni sentezlere doğru götürmektedir. Bu hızlı gidiş sırasında birçok kural ve değer ve inanç altüst olmakta, yeni olgular ve beğeniler ortaya çıkmaktadır. Halen toplumumuzdaki batı aktarmacılığının birinci çıkmazı, Batıda belirli koşulların yarattığı ürünleri, o koşullar olmadan esinlenme yoluyla yaratmağa çalışmak olmaktadır.
9. Cumhuriyet ve Demokrasi, Sivil Toplum Örgütleri ve Hürriyet
Cumhuriyet; ulusun, egemenliği kendi elinde tuttuğu ve bunu kendi tarafından belirli süreler için seçilen temsilciler aracılığı ile kullandığı devlet şeklidir. Cumhuriyet’in siyasal belgesi Anayasadır.
Demokrasiye yönelmeyen bir oluşuma Cumhuriyet denmesi mümkün değildir. Askeri, İslami veya Demokratik sıfatlarıyla sıkça kullanılan Cumhuriyet tanımlı yönetimlerin, bizim kullanmakta olduğumuz ve kısaca “Cumhuriyet” olarak ifade ettiğimiz “Demokratik Cumhuriyet” kavramı ile yakından uzaktan bir alakası yoktur.
Demokrasi, tüm siyasal rejimler arasında kurallara en fazla uyum gerektireni, bu nedenle de en çok “iç disiplin” isteyenidir İç disiplin eğitimi bireye sırasıyla, ailede, okulda ve medyada verilir ve hukuk kurallarıyla desteklenir. Bu eğitimin temelini de “tutarlılık” yani disiplin oluşturur.
Disiplin, kendi içinde “demokratik” veya “faşist” bir değer taşımaz: Hangi amaçla kullanıldığına göre değer yüklenir. Disiplini sağlamak üzere şiddet yöntemlerinin kullanılması çağ dışı bir düşünce şeklidir.
Hürriyet kavramı, demokrasi teorisinin ve uygulamasının temel taşıdır. İnsanların temel hürriyetlerinden yararlanamadıkları bir ortamda demokrasinin varlığından bahsetmek olanaksızdır. Bir hakkın başka bir hakka ezdirildiği sistemler imtiyazlar yaratır. Bir toplumda ne kadar çok imtiyaz varsa, o kadar az demokrasi vardır. Bu sistemde ifade özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü, inanç özgürlüğü gibi özgürlükler olmaz ise herhangi bir “çoğunluk yönetimini” demokrasi diye nitelemek doğru değildir. Sağlıklı bir demokrasi, Siyasi, Medeni, Dini, Kültürel ve Sosyal ve Ekonomik Hürriyetleri otomatik olarak içinde barındırır.
Demokrasinin varlığı için Hürriyetlere sahip çıkmak her hal ve şartta vazgeçilmez görevdir.
Hür toplumlarda hürriyet anlayışı düşünce ve vicdan hürriyetinden başlayarak nesnel hürriyetlerin tümünü içerir. Nesnel hürriyetler dogmatik değildir, insanın sonradan toplum içinde kazandığı hürriyetlerdir. Politik hürriyet, Sosyal Hürriyet, Ekonomik Hürriyet, Davranış Hürriyeti, Söz Hürriyeti gibi.
Hürriyet mutlak ve kayıtsız değildir. Hürriyet başkalarının kişiliğine, yaşamına, fiziki ve moral varlıklarına, hak ve menfaatlerine hürmet etmek ve karşılığını da aynen istemek fiilidir.
Hürriyet hiç bir zorlama, korku, umut, baskı, ödül, kandırma ve benzeri etkiler altında olmaksızın ve bunlara kapılmaksızın kişinin kendi kendine serbestçe karar verebilmesi ve bu kararlara uyabilmesidir.
“Sivil Toplum Örgütleri” devletin resmi yapısı dışında kalan, bireyin temel hak ve özgürlüklerine dayalı olan, “vatandaşlık bilinci ile” geliştirilen gönüllü yapılanmalardır. Sivil toplum örgütlerinin en önemli özelliği, çağdaş demokratik devlet anlayışı çerçevesinde, bireyin devleti “etkilemek ve denetlemek” de dahil olmak üzere, kendi hak ve çıkarları doğrultusundaki amaçları gerçekleştirmek için kurulmuş yapılar olmasıdır.
Sivil toplum örgütleri, iyi ahlaklı insanlar arasında birlik ve ahengin kurulması, insanlığın, hürriyet içinde, fikri ve sosyal bakımdan gelişip olgunlaşmasını ve gerçeklerin araştırılmasını ilke edinmelidirler.
Yozlaşma ve toplumun yağmacılığı birbirini desteklemeye başladığı zaman, çıkış sadece evrensel değerlerde, bu değerleri savunan meslek örgütlerinde, sivil toplum kuruluşlarındadır. Bilinçli ve güçlü sivil toplum kuruluşlarının olduğu bir toplumda, “Bir Dakika Karanlık” eyleminde olduğu gibi, bir küçük eşgüdüm, bir kıvılcım, evrensel değerler doğrultusundaki meşaleleri ateşleyebilir.
Bireyler arasındaki bir uyum sözleşmesi olan Anayasa her türlü imtiyazı red eder ve kamusal bazda hiç bir cemaate varlık tanımaz. Demokrasilerde ve Cumhuriyette haklar bireyseldir. Cemaat ve mensupları ayrıcalık yarattığından, siyasal toplumlarda cemaatlere yer yoktur. Bu kabil cemaatler bir sivil toplum örgütü olarak da tanımlanamaz. Çünkü, sivil toplumu yıkmak isteyenlerle sivil toplum yaratılamaz. Dinsel topluluklar ve bunların kurdukları vakıf ve dernekler birer sivil toplum örgütü değildir.
Hür düşünce, “Bireyleri, vicdan, inanç ve düşünce hürriyetlerini kabul eder. Aydınlardan öğrenme ve öğretme görevlerini yerine getirmelerini ister”. Burada aydın’lara düşen görev, toplumsal zekânın kölelikten kurtularak toplumsal düşüncenin berraklaşması ve gelişmesini temin edilmesine katkıda bulunmak üzere birey ve toplum bazında etkinlik sağlamaktır.
Demokrasiyi tanımlarken, hürriyetin çoğulculuğu adına yalnız “çoğunluğun yönetimi” öğesine ağırlık vermek, buna karşılık temel hak ve özgürlükler bölümünü ihmal etmek, en büyük saptırmadır.
“Halkının %99’unun İslam inancına sahiptir” diye söze başlayanların çoğu, ileri sürdükleri iddia ve önerilerde işte bu saptırmayı yapmaktadırlar.
Bireyin cemaat kapsamından çıkarak, hiç bir imtiyazın bulunmadığı, tüm yurttaşların birey olduğu yurttaşlaşma sürecine girmesi ile Cumhuriyet ideal yapısına erişir. Yani Cumhuriyet bu kapsamda kendini inşa ettikçe sistem demokratikleşir.
Sosyal içerikli sivil toplum örgütleri bir toplumsal kurumdur. Temel görevi “toplumu insanlık değerleri açısından daha gelişmiş bir toplum şekline getirmek amacıyla çağdaş nitelikler kazanmış, özgür düşünceli, görev bilincine sahip Aydın İnsan yetiştirmektir.
Hiçbir demokrasi, hürlüğün getirdiği demokratik hakların, demokrasiyi yıkmak için kullanılmasına izin vermez.
Çoğunluğun, gücünü demokratik olmayan bir biçimde kullanmasını önlemenin güvencesi, temel insan hak ve özgürlükleridir. Bu kavram, çoğunluğun bile özüne dokunamayacağı dokunulamaz bir kavramdır.
Bu kabil istismarlara dur diyecek en büyük güç, halkı ile etkin şekilde bütünleşmiş “sivil toplum örgütleridir”.
Hürriyet, dinamik bir kavramdır, yani değişkendir. Yapısı ve sınırları itibariyle, yaşanan çağa, topluma, aileye, örf-adet ve ananeye ve hatta az da olsa kişiye göre farklılıklar gösterir. Kültür, din, dünya görüşü, ideoloji, “Hürriyet” kavramını etkiler. Bu nedenle Hürriyetin dün, bugün ve yarın için farklı tanımları vardır. O halde hürriyetin tam anlatımı ve tanımı, ancak çağına, toplumuna toplumunun dinsel, bilimsel, kültürel yapısına ve uygarlık düzeyine göre belirlenecek ölçütlere göre yapılabilir.
Kültürün bireyleri köleleştirici mi, yani kendisine köle edici mi, yoksa özgürleştirici mi, yani bireyi kültürün baskısından kurtarıcı mı olduğu paradoksal bir sorundur.
Birey, belirli bir kültürel kimliği istemediği halde bu kimliği kabulü için baskı görüyorsa, bireyin “köleleştirme” sürecine sokulduğundan söz edilebilir. Bireye genelde kabul ettiği bir kimlik adına, özel baskı da uygulanabilir. Örneğin bireyin kabul ettiği dinin içerdiği ibadetlerin tamının eksiksizce yerine getirmesi için birey zorlanabilir. Bu koşulda da bireyin toplum tarafından köleleştirilmesi söz konusudur. Yani Kültürel kimlik, toplumsal sertliği ve denetimi getirdiği ölçüde bireyin özgürlüklerini ipotek altına almaktadır.
İşte tam bu noktada yine “sivil toplum örgütlerine”, toplumun sahip olması gereken hoşgörü ilkesine dönüyoruz. Bu noktada işe karışan ve bireyi özgürleştirici işlevi yapan öge “hoşgörü”dür. “Sivil Toplum Örgütlerinin”, farklı kültürel kimlik taşıyanlara olan hoşgörüsü kendi üyelerine ve toplumuna karşı tutumunu da etkiler.
Her toplumda yaptırım şiddeti arttığı oranda, hoşgörü miktarı azalır. Toplumların kültürel hoşgörüsü, hem farklı kültürlerin bir arada yaşayabilmesine, hem de ayni kültür içinde farklı davranışların kabul edilmesine izin verir.
Dışlayıcı öğelerle belirlenen kültürel kimlik, genellikle daha az hoşgörülüdür. Ancak, sadece hoşgörü ekseninde örgütlenen bir kültür, kimlik belirleme açısından tehlikeli sınırlara gidebilir ve kimliksizlik bunalımına yol açabilir.
Tek boyutlu kültürel kimlikler ise bağnaz kişilikler yaratır. Çözüm, insanların sayısal, kültürel, mesleksel, sanatsal alanlarda, evrensel geçerliliği olan farklı kimlikleri aynı anda kullanmaları ile bir ölçüde kolaylaşır. Bu kimlikler çoğaldığı oranda, etkileşimde bulunduğu ve kendini özleştirdiği gurupların sayısı da artacak, farklı özelliklerle özdeşleşen kişi, değer yargılarının meydana getirdiği denge sonucu hem dünyayı daha gerçekçi algılayacak, hem de kendine bu alanda anlamda bir yer bulmuş olarak daha hoşgörülü davranacaktır. Toplumda bir denge unsuru olan “aydın düşüncenin” getirdiği hoşgörü, birbirine eşit mesafede farklı özgürlüklerin yaşamına olanak tanır.
10. Laiklik ve Demokrasi
Laiklik, din ve devlet işlerinin ayrılmasıdır. Laiklik, Anayasanın, herhangi bir inancın devleti ele geçirerek baskı yapmasını önlemesini de içerir. Laiklik hiç bir semavi dinde yoktur.
Kendi inancını devlet aracılığı ile öteki insanlara empoze etmeyen herkes laiktir. Laiklik karşıtlığı ise, hangi inançtan olursa olsun, insanın kendi inancını önce devlete mal etme, sonra da devlet aracılığı ile bu inancı tüm vatandaşlara zorla kabul ettirme arzusunu belirler.
Bir toplumda bir kişiye dahi “vicdan özgürlüğü” tanınmıyorsa, o toplumda demokrasi yoktur, çoğunluğun diktatörlüğü vardır ve bu bir “ortaçağ hıristiyanlığı” anlayışıdır.
Bir devlet hem laik hem müslüman olamaz ama, bir birey hem laik hem de müslüman olabilir. Veya “her laik kişi demokrat olmayabilir ama her demokrat insan laik olmaya mecburdur.
Laiklik hiç bir inanç sistemiyle çatışmadığı gibi, Müslümanlık ile de karşıtlık içinde olduğu düşünülemez.
Türkiye’de “Müslüman-Laik” bölünmesi yoktur. Laiklik tartışması, devleti müslümanlık adına ele geçirip kendi bildikleri gibi düzenlemek istiyenlerin yarattığı yapay bir kavgadır. Başka bir deyişle bir “siyasal iktidar” mücadelesidir.
Bu kamplaşma çerçevesinde İslam dininin bölücü ve ayırımcı bir ideoloji olarak kullanılması engellenmelidir. Müslümanlığın, çağdaşlığı ve hoşgörüyü savunan bir din olarak bölücü değil, hoşgörülü bir ideolojik yapıya sahip olduğu vurgulanmalıdır. İslam dini adına şeriat devletini savunanların, aslında dinî değil, siyasi faaliyet içinde bulundukları ve bunun demokrasi karşıtlığı olduğu iyice anlatılmalı, demokrasinin her türlü dinsel inancın güvencesi olduğu vurgulanmalıdır.
Atatürkçülük, çağdaş insanlığın en ileri toplumunu yaratma hedefini benimsemek demektir. Atatürkçülük en ileri teknolojinin, bireyin ve toplumun hizmetinde kullanılması demektir. Atatürkçülük asla din düşmanlığı demek değildir. Atatürkçülük demokratikliktir, çağdaşlıktır, özgürlüktür, çoğulculuktur, inanç ve vicdan hürriyeti içinde teknolojik ilerlemedir.
Toplum bilimine göre kural tanımamazlığın temel nedeni “hızlı değişme”dir. Hızlı değişmeler sırasında kültürel değerlerle insan ilişkileri ayni süratle değişmiyor. İnsanlar, inançları ile, içinde bulundukları duruma göre davranmak zorunda oldukları başka kişilere karşı yapmaları gereken davranışlar arasında çelişkiler yaşıyor. Ama gerçek de şudur ki zaman değişme zamanıdır. Bu değişmenin yöntemi de bellidir, katılımcı demokrasi. Bu değişmenin geniş halk kütlelerinden yana olması da zorunludur.
Siyasal bilimlerin de toplumsal bilimlerin de yasaları vardır. Bu yasalar her zaman ve her yerde geçerlidir. Örneğin; Her rejim, toplumdaki en güçlü varlığı iktidara getirebiliyorsa yaşar. Yoksa, toplumun en güçlü varlığı, gerektiğinde rejimi değiştirerek iktidara gelir.
Demokratik mantık, demokratik mekanizmaların, diktatörlük için meşru bir şekilde kullanılmasına izin vermez.
Demokraside iki türlü yanlış yapılabilir: Birinci yanlış iktidara gelen güçten başka farklı düşüncelere sahip olanların varlıklarını yok saymaktır. İkinci yanlış ise demokratik mekanizmaları yok edici çözümlere ve eylemlere karşı kendisini koruyamamasıdır. Türkiye’deki yanlışlık, insanların demokrasi eğitiminin olmayışıdır.
Parlamenter rejimin dejenere bir rejim şekli olmadığını, temel hak ve özgürlüklerin ancak bu rejim içinde korunabildiğini, ekonomik kalkınmanın ve adil gelir bölüşümünün bu rejim içersinde gerçekleşebileceğini kanıtlamak üzere bütün politikacı, medya kuruluşları, üniversite, sivil toplum örgütleri üzerlerine düşen görevi yerine getirmeli ve çağdaş bir hukuk sistemi, anayasal düzen ve parlamenter rejime sahip çıkmalıdırlar. Burada sahip çıkılacak anayasal düzen ile, laik ve demokratik, sosyal hukuk devletini, yani bütün vatandaşlarını din, dil, ırk ve milliyet farkı gözetmeksizin eşit sayan bir hukuk anlayışını kastetmekteyiz. Türkiye’yi 21. yy.’a taşıyacak milliyetçilik anlayışı da budur.
Sonuç olarak, bilim insanının kültürel sorumluluğu, genel olarak, insanın öteki insanlarla ve doğa ile çelişkisini azaltmaktır. Bilim bize doğal ve toplumsal çevremizin işleyiş kurallarını öğretir. Bilim insanı önce bu kuralları öğrenmek, sonra da yasaları insanlığın yararına kullanmak zorundadır.
“Toplumun korunma refleksini barışçılıkla, teknolojik gelişmeleri çevrecilikle, günlük yaşamın ve insanlığın evrensel çirkinliklerini sanat ve edebiyatla dengelemeye çalışmak” bilim insanının kültürel sorumluluğudur.
Kaynakçalar: