Her şey bomboş…
Kuşaklar gelir, kuşaklar geçer, ama Dünya sonsuza dek kalır. Her şey yorucu, hem de sözcüklerle anlatılamayacak kadar. Göz görmekle doymuyor, Kulak duymakla dolmuyor. Önce ne yaşandıysa, yine aynısı yaşanacak. Önce ne yapıldıysa, yine aynısı yapılacak. Her şey çoktan, bizden önce de vardı.
Güneşin altında yeni bir şey yok.
Geçmiş kuşaklar anımsanmıyor;
Gelecek kuşaklar da anımsanmayacak.
~ Hz. Süleyman
Eski Ahit: Vaiz 1:1-11.
8
Takdim
Gerçekler izafi, görünümler aldatıcı, söylemler çelişken, fikirler kusurlu, bellekler çeşitli, tarihçeler eksik, dil kısıtlı, duyumlar sınırlı, yorumsa sınırsız… Hiç kimse bütünüyle yanılacak kadar zeki olmadığı gibi tamamıyla bilecek kadar da şanslı değil. Deryâya içre olan Mâhiler onu bilmiyor hâlâ; tıpkı Güneş’te zerreyi bilmediği, felekte Ay’ı görmediği gibi…
Zamanların berisinden, zamansız bir âlimin de bildirdiği gibi;
“Ben bir kitap okudum kalem onu yazmadı,
Mürekkeb eylerisem yetmeye yedi deniz.”
~ Yûnus Emre
(Güzel, 2021, s. 487).
> Madde ∞ Zaman <
Giriş
Sabitler ve değişkenler, nedenler ve sonuçlar, seçimler ve bedeller, idealler ve gerçekler, tümeller ve tikeller, doğrular ve yanlışlar, bilinç ve bilinçdışı, geçmiş ve gelecek, aydınlık ve karanlık, olmak ve olmamak; hatırlamak ve unutmak, özne ve nesne, içkin ve aşkın, zâhir ve bâtın, ezel ve ebed, evvel ve âhir, zaman ve mekân, idrak ve nisyân, varlık ve hiçlik…
Düalite evreninde her şey ikili karşıtlıklardan, antagonist zıtlıklardan, antinomik çelişkilerden, dikotomik paradokslardan ve sentetik ikilemlerden oluşuyor. İçinde olduğumuz uzayda, her şey her şeyle, herhangi bir şey herhangi biriyle; bir şey de diğer bir şeyle ve/ya “şey” (ise) yalnızca –uzay/zaman denkleminde ‘cisimleştiği’ konumun matematiksel olarak (olabilecek) en zıt konumunda cisimleşen– karşıtındaki diğer bir şeyle tanımlanabiliyor. Ek olarak, bu –başsız-sonsuz– karşıtlıklar silsilesi, atomik, kimyasal, biyolojik ve fiziksel yapılarının, ya da “cevherlerinin” olağan kıldığı ölçüde, zaman ve mekân içinde; mikrokozmik ve makrokozmik planlarda eşzamanlı bir şekilde reaksiyon ve/ya füzyona giriyor; sentezleniyor, melezleniyor, dönüşüyor, başkalaşıyor ve türeşiyor; hatta mutualist bir tavırla dolanıklığa girerken simbiyotik bir şekilde “süperpoze” olabiliyor… Şeyler, birbirleriyle en az bir aynılığa sahipken en az bir de farklılığa sahip; ya da her şeyin her bir diğeriyle –aynı anda– hem kaotik hem de düzenli bir ilişkisi var. Bir Hidrojen atomu tek başına yakıcıyken, bir Oksijen atomu da tek başına yanıcı; iki Hidrojen ve bir Oksijen atomu süperpoze olduğunda ise açığa çıkan Su, söndürücü. Aynısı, –biz insanlara göre– çok daha büyük olan gök cisimlerinde de aynı metafizik yasayla ancak farklı yollardan işliyor. “Büyük Patlama” olarak isimlendirilen andan bu yana varlıklarını sürdüren Karadelikler, etki alanlarına giren tüm zamansal ve mekânsal şeyleri –kendi tekilliklerine– çekiyor olmalarına rağmen bu durum onları fark edilmeyecek adımlarla genişletirken, birbirlerinin çekim alanına giren iki Karadelik artan bir ivmeyle ve kaçınılmaz şekilde birleştiklerinde oluşturdukları bu yeni Karadeliğin boyutu –kütlesel ve hacimsel olarak– ikisinin toplamı kadar genişliyor. Bu sebeple TON-618 gibi ultrakütleli Karadelikler 10,4 milyar ışık yılı[i] uzaklıktan dahi varlığını hissettirip bizi korkutmaya yetiyor. Bu olağanüstü kozmik yokedicinin düşünce sınırlarımızı aşan büyüklüğünü anlamak için kısaca bir karşılaştırma sekansı kurgulamamız gerekirse… Dünyanın ekvatoral çapı ortalama 12.756 kilometre,[1] Güneşin çapı ise 1.392.000 kilometredir; böylelikle Güneşin içine hacmen 1,3 milyon kadar Dünya sığabileceği tahmin edilmektedir.[2] Galaksimizde şu âna kadar gözlemlediğimiz en büyük yıldız olan hiperdev UY Scuti’nin çapı Güneşimizin çapından ortalama 1,700 kat daha büyüktür ve içine 5 milyon kadar Güneş sığabileceği tahmin edilmektedir.[3] Diğer yandan, Ton-618’in çapı 389,8 milyar kilometredir;[4] böylelikle onun içine ortalama 941.655 adet UY Scuti sığabileceği tahmin edilmektedir![5] Bu noktada, Hâkka Sûresi, 17. Âyette bahsedilen Hamele-i Arş (!), yani arşı taşıyan “melekler” konusu akla geliyor… Carl Sagan kozmosu, “olmuş veya olan ya da olacak her şey” olarak tanımlıyor (Sagan, 2007, s. 18). Kuantum Fiziği, mikrokozmos, yani ‘altmadde’ âleminin normlarını keşfederken Astrofizik, makrokozmos, yani ‘üstmadde’ âleminin normlarını keşfediyor.
Sloan Dijital Gökyüzü Araştırması (SDSS) ekibi tarafından New Mexico’daki
Apache Point Gözlemevi’nden çekilen “TON-618” fotoğrafı.[6]
İçinde olduğumuz ya da kısıtlanmış Beş Duyumuz, Aristoteles’ten tanımlı Üç Mantık Yasamız, ufak bir bölümünü kullanabildiğimiz Gen Paketlerimiz ve yine sınırlı bir kapasiteyle çalışan Sinir Ağlarımızla ‘öyle’ olduğunu sandığımız Duyular Dünyası’nın güncel verilerine geri döndüğümüzde, zamanın şu âna kadar ölçülebilen en kısa birimi bir attosaniye (10¯18/s.), varsayımsal olarak “ölçülebilecek” en kısa birimi de Planck Zamanı olarak ifade edilen 10¯43 saniyedir.[7] Mekânın varsayımsal olarak ölçülebilecek en kısa birimi ise Planck Uzunluğu olarak ifade edilen 10¯35 metredir.[8] Diğer yandan, aynı kısıtlı melekelerle hesaplayabildiğimi şekilde, Evrende toplam 1079 Atom mevcutken (Songar, 1979, s. 1), toplam 1038×1038 de Proton mevcuttur (Tuna, 1986, s. 25). Atomcu Demokritos, maddenin “bölünemeyen” en küçük parçacığına “atomos” adını vermişti. Sonrasında, Simya bilgini Câbir bin Hayyân, Atomun dahi bölünebileceğini, eğer bölünürse “Bağdat’ı yok edecek kadar güçlü bir fışkının” oluşacağını ve –en önemlisi– maddenin “sonsuza kadar” (!) bölünebileceğini iddia etmişti. Elektronlar, Fotonlar, Kuarklar, Kuantlar, Baryonlar, Leptonlar, Fermiyonlar, Bozonlar, Nötrinolar, Takyonlar, Süpersicimler, Sicimler ve Kuantum Köpüğünden oluşan altmadde; yıldız sistemleri, Nötron Yıldızları, Pulsarlar, Kuasarlar, Magnetarlar, Süperkütleli Karadelikler ile Akdelikler; Bulutsular, Galaksiler, Süperkümeler, Kozmik Ağlardan; Paralel, Holografik, anti- ve çoklu-Evrenlerden oluşan üstmadde evreni… Hepsi –ne kadar derine insek ya da çıksak da– gerçekten de “literâl” olarak sonsuza kadar bölünebilir ve birleşebilir. Bu bağlamda, Ant-Man (Peyton Reed, 2015) filminin meşhur “Kuantum Âlemi” sahnesi[9] mikrokozmosun görkemli yapısı hakkında olağanüstü bir tasvir oluştururken, Doctor Strange (Scott Derrickson, 2016) filminin meşhur “Gözünü Aç” sahnesi[10] de makrokozmosun görkemli yapısını sıradışı şekilde portreler.
Doctor Strange (2016): “Gözünü Aç” sahnesi.
“Cehennem bomboş, çünkü tüm şeytanlar burada” diyor William Shakespeare Fırtına’da (1611); aynı şekilde, “Dünya bomboş, çünkü tüm paradokslar aklımızda” ve yalnızca orada… Aristoteles’in tanımladığı Üç Mantık Yasası’nın çeşitli koşul ve metafizik denklemler karşısında girebileceği altı permütasyon ve sayısız kombinasyonun doğal bir sonucu olarak, paradoks, zihnimizin düştüğü yorumsal bir redüksiyondan başka hiçbir şey değildir. Tıpkı, Isaac Asimov’un I Robot (1950) hikâyesinde tüm androidleri ‘kovan zihniyle’ (hive mind) yöneten yapay zekânın Üç Robot Yasası’nı belirli bir mantıkla yeniden-sekanslayıp yorumlaması; ya da Kıbrıslı Zenon’un Ok Paradoksu gibi: Her seferinde kalan mesafenin yarısını gidebilen bir ok elbette sonsuza kadar hedefine saplanmayacaktır, fakat teoride zihnimiz için ‘paradoks’ görünen bu denklem pratikte çözülür ve ok her zaman hedefine saplanır. Aynı şekilde, niceliksel olan tüm değerler sıfırdan bire (0 > 1), birden ikiye (1 > 2), ikidense sonsuza (2 > ∞) doğru teorik olarak akar, ve –bu varsayımsal sonsuzluktan– aynı şekilde ikiye (2 < ∞), ikiden bire (1 < 2), birdense sıfıra döner (0 < 1). Bu bağlamda, dünyayı kaça bölünmüş şekilde algılayacağımız ile hangi eşit parçaların birliğiyle yorumlayacağımızın bir önemi de yoktur. Monizm, Düalizm ve Plüralizmin tanımladığı ve ontolojik açıdan nitelediği tüm organik; aynı zamanda onlar tarafından kendini tanımlayan ve niteleyen tüm sentetik düşünce akımları (ya da inançları), öyle veya böyle, başında ve sonunda “özsel” olarak eksik ve kusurludur; çünkü her şey başladığı yere döner ve –Hermes’in de müjdelediği gibi– aşağıdaki ile yukarıdaki “bir ve aynıdır.”
(+1) Zamanın Ruhu
Mısır yoksul kalacak. Her kutsal ses susturulacak. Karanlık aydınlığa tercih edilecek. Gözler gökyüzüne çevrilmeyecek. Saf olanların aklını kaçırdığı düşünülecek ve saf olmayanlar bilge diye saygı görecekler. Deliye cesur gözüyle bakılacak ve kötüler iyi sayılacak. Ölümsüz ruhun bilgisine gülünüp yadsınacak. Göklere layık saygı dolu sözler ne duyulacak ne kabul edilecek.
~ Hermes Trismegistus
(Hermes, 2006, s. 27).
Varlık… Hesiodos için “her şeyden önce [var] olan” Khaos’tur (Hesiodos, 2021, s. 7). Simya ve Tasavvufta varlığın ilk maddesi “zamandır.” İlk Madde, yani Materia Prima, “her türlü formdan özerk” bir soyutlama olarak Aristoteles’e atfedilir (Cevizci, 1999, s. 581). Neo-Plâtonist bakışta İlk Özdek, özdeksel yani maddi olanın ruhudur (Hançerlioğlu, 1976b, s. 66); Aether yani “Esir” ise –Hesiodos’a göre– Dünyayı saran havanın daha üzerinde bulunan yoğun ışık tabakasıdır (Hançerlioğlu, 1975, s. 30). Buradaki “yoğun ışık tabakası” parçacıklarda ‘fotona’ karşılık gelen ışık değil, fakat ‘takyona’ karşılık gelen nurdur. İlhan Hayırlıoğlu’na göre Süperuzay, yani Misâl Âlemi, “Işık Hızı’nın çok üzerindeki hızlarla titreşen nurdan, yani takyonlardan oluşur” (Hayırlıoğlu, 2020, s. 214). İslam Kozmolojisi’nde Melekler nurdan, Cinlerse nardan yaratılmışlardır. Buradaki “nar” ise (hâlis ve dumansız ateş olarak tefsir edilmesinden de hareketle) kuşkusuz ki maddenin 4. hâli olan Plazmadır. Tüm bunların başındaysa, –Panenteist (aşkıntanrıcı) bir bakışla– her şeyde bir parçası olan fakat hiçbir şeyin onda bir parçası olmadığı, her şeyin –determinist bir bakışla– kendisinin sonucu olduğu ve herhangi bir nedeni olmayan “İlk Neden” bulunmaktadır (Farabî, 2020, ss. 3–4). Bu, Anaksimandros için nicelikçe sınırsız, nitelikçe belirsiz olan her şeyin kaynağı olan –zamansal ve mekânsal şeylerin kendisine ilineksel ve izafi (göreli) olduğu sonsuzluk– Apeiron’dur (Hançerlioğlu, 1976a, s. 83). Bedri Ruhselman, insan idrakinden münezzeh ve mutlak bir hareketsizlik hâli olan Amorf Madde’yi tanımlarken (Ruhselman, 2013, s. 7), bununla birlikte George Gamow, Büyük Patlama’dan hemen sonra evreni kaplayarak ilk atomaltı parçacıkların şekillenmesini sağlayan “ilkel plazma” Ylem’i tanımlamıştır (Gamow, 1954, s. 62). Albert Einstein zaman’ı, –onu “insan zihninin gündelik hayatını programlamak için icat ettiği soyut bir kavram olduğu” yanılsamasından kurtararak– “3-Boyutlu Uzay + 1-Boyutlu Zaman” modeli yerine “4-Boyutlu Uzay-Zaman” hipotezini koymuştur (Einstein & Infeld, 1994, s. 248). Bunun özdeksel mimarı, elbette ki İzafiyet Teorisi’dir. Son olarak, Karl von Reichenbach için –insanın biyoenerjisi ve elektro-manyetizmasından farklı olarak– insanın canlılık ilkesi ile siniri arasında, iradesi ile eylemi arasında ve zekâsı ile bu zekânın düşünceleri ve kanaatlerini diğerlerininkine iletmesini sağlayan güç Odik Kuvveti iken (O’Byrne, 1926, ss. 114–115), Wilhelm Reich içinse canlı varlıklardaki içtepilerin kökenini oluşturan dirimsel etkin kuvvet Orgon Enerjisi’dir (Reich, 1983, s. 46).
Aristoteles için bilinç, gördüğümüzü ve işittiğimizi duyumsamak, eşdeyişle bildiğimizi bilmektir (Aristoteles, 2020, s. 67); “insan” ise –fizik ve metafizik olarak– beden ve ruh formlarının bir bileşkesidir (A.g.e., s. 83). Çift Yarık deneylerinin en ünlüsü, Kuantum Silgisi deneyinde, elektronlar gözlemci olduğunda parçacık, olmadığında dalga fonksiyonu gösterdikleri gibi, deney daha komplike hâle getirildiğinde elektronların geçmiş zamandaki diğer elektronlara haber gönderdiği gözlemlenmiştir. CERN’de gerçekleştirilen ATLAS ve CMS (2008) deneylerinin ortak bir çıktısı olarak enerjiyi maddeye dönüştürerek bildiğimiz her şeyi meydana getiren –kozmik mıknatıs– Higgs Bozonu’dur. Fermiyonlar enerjiyi, Bozonlar kütleyi, İnfonlar bilgiyi, Gravitonlar kütleçekimini oluşturur; her şeyi bir arada tutan –kozmik tutkal– Gluonlardır. Bununla birlikte, Platon için Evren –tıpkı insan gibi– yaşayan bir organizmadır: “[Tanrı] Herhangi bir varlıkta ruh olmadığında aklın da olamayacağını görünce, aklı ruhun içine, ruhu da bedenin içine hapsetti. (…) Evet, sonuç olarak bunun [Evrenin] gerçekten de bir ruhu, aklı vardı ve kendisini yaratan da Tanrıydı” (Platon, 2015, s. 39). Greg Braden, Max Planck’ın sözlerini (1944) yorumlayarak, yaratılmış olan her şeyin evrensel bir enerji alanıyla birbirine bağlı olduğunu “İlahi Matriks” deyimiyle tanımlamıştır (Braden, 2008, s. 5). En başa döndüğümüzde, Hermes Trismegistus, Kozmos’un “Atum’un Zihni” ve ‘duyusal’ evrenimizin ise bu Asli Zihnin ölümsüz bir sureti olduğunu öğütlerken, literâl bir açıklıkla ondan var olan her şeyin “canlı” olduğunu, hatta ölmesinin de imkânsız olduğunu müjdelemiştir (Hermes, 2006, ss. 42–43).
“Bilimsel Kaderci” bir perspektifle, Edward Lorenz’e göre “zar elden çıktığı” anda –zarların kesim oranı, materyali, ortam basıncı, ortamdaki nem oranı, düştüklerinde çarpacakları yüzeyin hammaddesi, açısı ve atılma hızları gibi parametreler belli olduğu için– hangi rakamların geleceği belirlenmiştir. Aynı şekilde, Büyük Patlama teorisinde, sonsuz kütleli ve tahayyül edilemez bir tekilliğin (maddenin), kendinin karşıt konumundaki aynısı –yani “antimaddesi”– ile çarpışarak “gözlemlenebilen” maddi evrenin oluştuğu ifade edilmektedir. Celal Şengör’ün Stephan Hawking’e yaptığı reddiye[11] ile paralel bir şekilde, Büyük Patlama’nın gerçekleştirilebilmesi için, öncesinde bu iki tekilliğin varsayımsal bir tasarımı olarak ikisinde de mikrokozmik âleme ait –keşfettiğimiz ve keşfedemediğimiz– parçacıkların sayısı, nitelikleri ve konumlarının ‘belirlenmiş’ olması gerekir ki şu anda –gözlemleyebildiğimiz ve gözlemleyemediğimiz– “her şey” gerçekten de “öyle” olsun. Antropik İlke’yle de bağlantılı olacak şekilde, Roger Penrose, Büyük Patlama’nın diğer muhtemel sonuçları dahilinde, içinde canlıların yaşayabileceği ortamın oluşma ihtimalini 10 ^ 10¹²³ olarak hesaplamıştır (Penrose, 2006, s. 2760), ki bu da Kozmik Tasarım’ın bir diğer ayak izidir. Büyük Patlama’dan bu yana gerçekleşmiş her şeyin belirli bir öncellik-ardıllık ilişkisinde cereyan eden nedensellik akışını; eşdeyişle kozmik bir Domino Etkisi ile gerçekleştiğini göz önünde bulundurduğumuzda, şeylerin kendinden önceki nedenlere, her şeyinse literâl olarak İlk Neden’e bağlı olduğu görülmektedir. Bu noktada Laplace’ın Şeytanı düşünsel deneyi ile The Matrix: Reloaded (2003)’da, Morpheus’un “her şey seçimle başlar” sözüne karşılık olarak Merovingian’ın, “Hayır! Seçim, güçlüler ile güçsüzler arasındaki bir illüzyondur” cevabı akla gelir. Bu sebepledir ki İslam Kozmolojisi ve Tasavvufta kader, kaza, amel, niyet, nasip, kısmet, tevekkül, Cüz’i İrade ve Küllî İrade gibi tanımlar bulunmasıyla birlikte herkesin amellerine göre yargılanacağı bildirilmiştir, ki Immanuel Kant da etik anlayışında –davranışların sonuçlarını bir kenara bırakarak– onun yapılış amacı ve kişinin niyetini önemli kılmıştır.
Merovingian — The Matrix: Reloaded (2003).
Geri döndüğümüzde, içinde olduğumuz –bütün olarak– kâinatta, altmadde ve üstmadde âlemlerine ait tüm parçalarda, tıpkı bizde olduğu(nu sandığımız) gibi bilinç vardır. Bilincin olduğu yerde Aristoteles’in de müjdelediği gibi ruh da vardır… Arapça rwḥ kökünden gelen ruh kelimesi “nefes, soluk, rüzgâr, esinti” gibi anlamlara gelmesiyle[12] birlikte “tin” kelimesiyle Türkçede karşılanır (Püsküllüoğlu, 2002, s. 589). İngilizcede ruh, bireysel olarak soul ve ghost ile evrensel olarak spirit kelimeleriyle ayrımlanır. Spirit kelimesi 15. Yüzyıl orta-İngilizcesinde “insan ve hayvanlarda canlandırıcı veya yaşamsal ilke” anlamına; kökenlendiği Latince spiritus kelimesi de “nefes (solunum + rüzgâr) ve Tanrı’nın nefesi” anlamına gelmektedir. Spiritus kelimesi ise ön-Hint Avrupa dilinde “esmek” anlamına gelen (s)peis– kökünden[13] türemiştir. Wilhelm Hegel ünlü eseri Tinin Görüngübilimi’nde (1807) Almanca ‘ruh’ anlamına gelen geist kelimesini öneklerle üç farklı forma türetmiştir: (1) “Zeitgeist” Zamanın Ruhu; (2) “Weltgeist” Dünyanın Ruhu; (3) “Volksgeist” ise Toplumun Ruhu’dur. Bu noktada ruhu üç farklı makrokozmik versiyonla “kişileştirdiğini” görmekteyiz. Hegel’in ruhtaki ikinci kavramsal bölümlemesinde diyalektik bir yapı karşımıza çıkar: “Subjektiven Geist” Öznel Tin; “Objektiven Geist” Nesnel Tin; “Absoluten Geist” ise Mutlak Tin’dir (Hegel, 2011). Bu noktada Hegel’in ruhu üç farklı semantik boyutta “sentezlediğini” görmekteyiz… Devam ettiğimizde, Zeitgeist, “zamanın bölünmesi” anlamına gelen ön-Germanik *tidiz kelimesine kökenlenirken, bu kelimeyse ön-Hint Avrupa dilinde “bölmek” anlamına gelen *dā- kökünden[14] türemiştir. Ezoterik bağlamda ruh, “can, nefs ve Cebrail” mefhumlarını temsil ederken “tin ile maddeyi birbirine bağlayan” yarı-ruhani bir ilkedir (Werner, 2005, ss. 680–681). Descartes, ruhun –boyutlardan münezzeh tümel bir töz olarak– bedende bulunduğunu ve ruh ile bedenin arasındaki karşılıklı etkileşimi sağlayan yerin epifiz bezi olduğunu iddia etmiştir (Descartes, 2013, s. 25). Platon ise düşünceyi, “ruhun kendi kendine yaptığı içten bir konuşma” olarak tanımlamıştır (Platon, 2019, s. 99).
7 Hiperküp/Hepterakt’tan oluşan 7-Boyutlu Demiküp: Demihepterakt’ın ortografik
yansıması ya da (üç boyutlu görsel duyumuza iki boyutlu ekrandan) ‘temsili’ görünümü.[15]
Zaman, Kur’an-ı Kerim ve Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin sıradışı kozmolojik şerhiyle yeni bir boyut kazanır. Rahmân Sûresi, 29. Âyette: “Göklerde ve yerde bulunan herkes O’ndan ister. O, her an yaratma hâlindedir” ifadesi yer almaktadır. İbn Arabî, Fütuhat-ı Mekkiyye’nin üçüncü cildinde “her an yaratma hâlinde olma” mefhumunu detaylıca şerh ve kategorize eder (Arabî, 2007, kk. 34–36). Buradaki “an” kozmik bir an’dır: Bildiğimiz değerlerle hareket ettiğimizde, 1 Planck Zamanı (10¯⁴³), 1 saniyenin 18.548.582.300. 000.000.000. 000.000.000. 000.000.000. 000.000’da biri; 1 Planck Uzunluğu (10¯³⁵) ise 1 Proton’un 100.000.000.000. 000.000.000’da biridir. Ek olarak, Michio Kaku, “çoklu-Evren” denen kozmolojik çılgınlığın 11-Boyutlu olabileceğini ifade etmektedir;[16] ki Süpersicim Teorisi de matematiksel olarak bu hadisenin mümkünatını vurgulamakla kalmayıp, evrenimizin sahip olabileceği boyutları 26’ya kadar çıkarır. “Her an yaratımın” ezoterik arka planı ve anagojik yorumunda karşımıza şöyle bir sonuç çıkar: Allâh, –içinde kuantum âlemini, paralel, çoklu, holografik ve anti-Evrenleri de barındıran– bir bütün olarak kâinatı, tüm boyutlarıyla ve eşzamanlı bir şekilde, her Planck Zamanı’nda 1 Planck Uzunluğu’nda “kaldığı yerden” (devam ettirmek suretiyle) yaratarak (!) maddenin sirayeti, sürekliliği ve zamanın akışını(n izlenimini) sağlar. Ne kadar ilginçtir ki, Kutsal Geometri, Plâtonik Çokyüzlüler, Kuaterniyon Simetrisi, Kozmik Kod ve İzomorfik Algoritmalar konularının “birbirini tekrar eden” ve “izdüşümünde olan sayılar ve oranlar” kısımlarıyla dolaysız olarak bağlantılı olacak şekilde, “Gözlemlenebilir Evren–Dünya–Proton–Sicim” arasında sıra dışı bir denge ve bağlılaşım (korelasyon) ilişkisi göze çarpmaktadır. Gözlemlenebilir Evren’imize (10¯²⁷) göre Dünya (10¯⁷) ne kadar küçükse, bir Proton (10¯¹⁵) Dünyaya göre aynı oranda; bir Sicimse (10¯³⁵) bir Protona göre yine aynı oranda küçüktür! Eşdeyişle, birinden diğerine ‘çıkmak’ veya ‘inmek’ için aynı oranda (10¯²⁰) sıçramak veya dalmak gerekir.
“Aşağıdaki yukarıdakiyle, yukarıdaki de aşağıdakiyle aynıdır:
Her şey Bir ve Aynıdır” – Hermes Trismegistus (Kaynak: Reddit[17]).
Konuya döndüğümüzde, bu noktada zaman, mekân ve insan kelimelerinin “an” ile bitmeleri, diğer yandan, Nibiru (Planet X) krallarından ilkinin adının An, onuncusununsa Anu olması konuya dahil edilmesi gereken diğer detaylardır. Son olarak, “Sonsuz Şimdi” (The Eternal Present) argümanı zâhirî olarak geçmiş ve geleceğin zihnimizin yarattığı bir illüzyon olduğunu, yalnızca içinde olduğumuz ânın var olduğunu, ve onunsa “şimdi” olduğunu; bâtınî olaraksa tüm kâinatta tek bir “an” olduğunu ve şimdi içinde olduğumuz şekliyle (bize göre) tüm geçmiş ve geleceklerde aynı şekilde yaşandığını; eşdeyişle içinde olduğumuz ânın “burada” olduğu gibi tüm geçmişler ve geleceklerde de “orada” olduğunu ifade eder. Aynı şekilde, Novalis için bellek, “şimdiki zamandır” (Novalis, 1997, s. 65). Albert Einstein’ın da bu görüşte olduğunu savunmak yanlış olmaz: “Zaman hiç göründüğü gibi değildir. Sadece bir yöne doğru akmaz ve gelecek, geçmişle aynı anda varolur” (Braden, 2008, s. 156). İbn Arabî, feleklerin hareketi ve yerleşik şeyler tarafından bize gösterilen zamanın “gerçek” olmasıyla birlikte, –mekânla ile– hakikatte ‘yokluğunu’ bildirirken, “zamanın bizim nazarımızdaki hâli, tıpkı ebediyetin Allâh’ın nazarındaki hâli gibidir” ifadesiyle de zamanın bu ezoterik boyutuna dikkat çekmiştir (Yusuf, 2022, ss. 65–66). Jean-Paul Sartre bu hususun farkına varmış olacak ki Bulantı’da ‘maddi tutsaklığından’ dert yanar: “Gizli boyutlardan yoksun oluşumu, varlığımın yalnız vücudum ve ondan kabarcıklarla yükselen sudan düşüncelerle sınırlı oluşunu bugünkü kadar kuvvetle hissetmemiştim hiç. Anılarımı şimdi’den türetiyorum. Şimdi’nin içine fırlatılmış, orada bırakılmışım. Geçmişime yeniden dönmek istiyorum, ama tutsaklığımdan kurtulamıyorum” (Sartre, 1981, s. 48).
Geleceğin de tıpkı geçmiş gibi yaşanmış ve bitmiş olduğunu ezoterik olarak destekleyen veriler arasında; (1) gelecekten gelen ve “yaşanmışları” anlatan kozmik bilgiler (Kehf Sûresi’nin dördüncü kısmındaki hikâyede, Zülkarneyn’in ilk yolculuğunda “Güneşi kara balçığa/göze [yani Karadeliğe] batarken” bulması), (2) Küllî İrade ya da değiştirilemeyen kader vizyonu (Denge Yasası bağlamında H. G. Wells’in 1895 tarihli The Time Machine romanı ile Eric Bress’in 2004 tarihli The Butterfly Effect filmi), (3) “Retrokozalite” yani Tersine Nedensellik argümanı ile Dil Bilgisindeki gelecek zamanın hikâyesi, yani -miş’li gelecek zaman kipi (Philip K. Dick’in 1956 tarihli The Minority Report kısa hikâyesi, Raul Fitzgerald’ın 1974 tarihli On Retrocausality denemesi ve Jeff Tollaksen ile Yakir Aharonov’un 2003 tarihli –spekülatif– deneyleri[18]) bunlara örnektir.
Bu noktada Loki (2021) dizisindeki “Time Variance Authority” (TVA), zamanların arayüzündeki erişilemez bir noktada konumlanmış kozmik bir birim olarak çoklu-Evren “tehdidine” karşı –teknolojileri sayesinde– zaman çizgisindeki herhangi bir yere “portal” (geçit) açmak suretiyle müdahale edebilmekte; Nexus Event (Bağ Vakası) adı verilen –bilinçli veya bilinçsiz– Küllî İrade ihlallerine karşı müdahale ederek, bir Varyant (çeşitleme) olarak saçaklanan kopya evrenleri imha etmektedir; ki burada, Hesiodos Mitolojisi’nden “Zeus’un Dünyaya yerleştirdiği 30.000 gizemli kişi” ve İslam Kozmolojisi’nden ise şiddetle –bir kavram ve olgu olarak– “Ricâl-î Gayb” akla gelir. Philip K. Dick’in –daha sonra The Adjustment Bureau (George Nolfi, 2011) ismiyle sinemaya uyarlanan– 1954 tarihli Adjustment Team hikâyesi ve Jacques Bergier’nin 1974 tarihli Les Maîtres Secrets du Temps eseri dolaysız olarak bu konuyla bağlantılıdır.
(–1) Zamansız Bellek
Heyhat! Demek ki gökyüzünün beni Alçakça yaşanılan bu kederli zamana atması gerekiyormuş. Bu çağa daha önce ya da daha sonra gelemez miydim? Oysa bugün yeryüzünde bet bereketin kalktığı Acı ve kederli bir yokluk çağı yaşıyoruz. Zeus’un görevlendirdiği gece ve gündüz Çalışan insanlar türlü sıkıntılar içinde bocalıyor. Ama yakında O, insanın beşikten çıktığı an Yaşlandığı bu çağı da mezara sokacaktır.
~ Hesiodos
(Hançerlioğlu, 1977, s. 39).
“Aynada gördüğümüz kendimiz değil, fakat geçmişimizdir” diyor Deja Vu (Tony Scott, 2006) filminde Doug Carlin. Bu bağlamda gördüğümüz, işittiğimiz, kokladığımız, hissettiğimiz ve tattığımız her şey –ışığın, sesin, partiküllerin ve vücudumuzdaki elektromanyetik sinyallerin hızları dolayısıyla– artık geçmişin bir parçasıdır. Geçmiş bilinir fakat değiştirilemez, gelecek bilinmez fakat değiştirilebilir. İçinde olduğumuz ve sürekli akan zamanın içindeki ‘an’ ise –kendimizi kronotopik (zaman-mekânsal) bir boyutsallıkla gözlem-leyemediğimiz için– biz ne olduğunu anlamadan geçip gider. “Herkesin bir zaman makinesi vardır…” diyor Über-Morlock, Zaman Makinesi’nde (H. G. Wells, 1895): “Bizi geçmişe götürenler anılarımız, geleceğe götürenlerse hayâllerimizdir.” Diğer yandan, –sanıldığının aksine– hafızamız gerçeğe yakınlık konusunda çok masum olmadığı gibi düşgücümüz ise gerçeğe uzaklık konusunda çok da suçlu değildir. Gerçekten de zihnimiz “var olmamış” hiçbir şeyi hayâl edemiyor (Poe, 1984, s. 334), tıpkı bizde “ideası bulunmayan” bir şeyi düşünmemizin imkânı olmadığı gibi (Platon, 2016, s. 7). Bununla birlikte, hatırlama eylemi ile –tözsel olarak– bellek olgusu öylesine önemlidir ki, onlar bir “an” dahi işlevini yitirmiş olsaydı tüm kâinat topyekûn bir şekilde korkunç bir entropik reaksiyonla mutlak çöküş yaşamış olurdu. Güneşin nükleer reaksiyonla yanmayı bıraktığını, ateşin artık yakmadığını, suyun artık söndürmediğini, kütlelerin artık çekmediğini, kuantik ve astronomik boyutlardaki tüm yapıların –hem kendi etraflarında, hem de bağlı oldukları sistemin merkezinin etrafında– dönmeyi “unuttuklarını” hayâl edin. Bu bağlamda, hatırlamanın ve belleğin bir noktada kâinattaki sabitleri, unutmanın ve düşgücününse değişkenleri temsil ettiğini ifade etmeliyiz. İnsan zihnine gelince, beynimizde epizodik ve semantik bilgiler için sorumlu bölümler Hipokampus, Neokorteks ve Amigdala; psikomotor faaliyetlerin bilgisinden sorumlu bölümler Bazal Ganglion ve Beyincik; son olarak önemsiz bilgilerden sorumlu bölümse Prefrontal Korteks’tir.[19] “Bilgi” ise beynimizde Sinaps yani “sinir kavşağı” adı verilen bağlantılardan yayılan biyokimyasalların –niceliksel ya da niteliksel açıdan– ikinci kez uyarılma durumuna göre daha çok salınmasıyla oluşur, ki bu “eşik değer” olarak tanımlanır (Songar, 1979, ss. 8–10). Son olarak, hatırlama eyleminin “kuantik” bir niteliği bulunmaktadır. Bilgisayar oyunlarında bölüm tasarımı (level design) temel mantığı, oyun çalıştırılırken –bilgisayarın donanımını en az şekilde zorlamak için– yalnızca oyuncunun “baktığı” yeri görsel açıdan ‘oluşturma’ ilkesi üzerinden işler. Eşdeyişle, hikâyenin akışında oyuncu nerede ve o anda nereye bakıyorsa orası vardır; kadrajın dışında kalan diğer yerlerse aynı şekilde yoktur. Bağlamsal olarak, Kuantum Fiziği’ndeki –Schrödinger’in Kedisi, Heisenberg’in Belirsizlik İlkesi, Kuantum Silgisi Deneyi, Kuantum Dolanıklığı, Sıçraması ve Süperpozisyonu gibi hipotez ve hadiselerin total bir sonucu olarak– atomaltı parçacıklar deneylendikleri ve gözlemlendikleri yollara göre –henüz anlaşılmayan parametrelerce– keyfi olarak dalga / parçacık olabilmekte; baktığımız yerde ‘orada’ olduğu görünen parçacık, bakmadığımızda artık orada olmayabilmekte veya tam tersi olabilmektedir. Belleğe döndüğümüzde, her ne yaşanmışsa yaşansın, onu hatırlamıyorsak o artık bizim için yoktur. Aynı şekilde, daha ‘şizofrenik’ bir düzlemde, gerçekte yaşanmamış bir şey bile belirli koşullar altında ve “inançla” –sanki yaşanmış gibi– hatırlanabilir, böylece o artık vardır. Bunu, pek tabi ki, “kuantik/nicemsel bellek” olarak tanımlayabiliriz.
IBM Bilgisayarı tarafından “Temassız Atomik Kuvvet Mikroskobu”
(AFM) tekniğiyle çekilen Molekül fotoğrafı (Kaynak: Imgur[20]).
Tüm kâinat aynı anda varlık ile yokluk; birlik, ikilik ve çokluk içerisindedir. Bu anlamda herhangi bir şey –olduğu veya olmadığı; varlığı veya hiçliği hususunda– kendisi olarak, karşıt(lar)ıyla ve sınırsızca çeşitlenmiş olarak nitelenebilir ve sınıflandırılabilir. Varlığa gelen ve yaşanan her şey zamanın ve mekânın kesiştiği (bir) noktada kendi izinin kronotopik koordinatlarını ve bilgisini bırakır; öyleyse yaşanan her şey yeni bir bilgi, her yeni bir bilgiyse yeni bir hatırlama şekli ve bellek çeşididir. Platon için bilgi, “logos’a sahip –neden doğru olduğuna dair ‘mantıklı bir açıklaması’ olan– inanç” iken (Dupré, 2016, s. 24), Pisagor içinse “evrenin temaşasıdır” (Hançerlioğlu, 1989, s. 410). Bununla birlikte, her farklı bilgi kendi özelliklerine göre benzerleriyle gruplanarak depolanır ve birbirini çağrıştırarak hatırlanır. Aynı şekilde, bir toplumu “medeniyet” seviyesine taşıyan parametrelerden biri de kuşkusuz ki nesnel ve tümel olduğu varsayılarak üretilen kavramlar, teoriler ve sınıflandırmalardır. Bu bağlamda, (geçmiş ile tarihi de kapsayacak şekilde) hatırlama ve bellek mefhumları ekseninde yapılan bir dizi sıradışı kavramsallaştırma, bağlamsallaştırma, tanımlama, ve sınıflandırma dikkat çekmektedir. İlk olarak, M.Ö. 5. Yüzyılda Herodot, yaptığı devriâlemi yazıya dökeceği eserine Yunanca “araştırma” anlamına gelen “Historiai” (Ἱστορίαι) adını vermiş (Herodot, 1973, s. 10); devamında, Johannes Hofer, “Fasciculus Dissertationum Medicarum Selectorium” (1688) adlı doktora tezinde “nostalji” kavramını gündeme getirmiş; sonrasında Émile Durkheim, “De la Division du Travail Tocial” (1893) adlı çalışmasında “kolektif bilinç” tanımını kullanmıştır. Tarih sayfaları 20. Yüzyılı gösterdiğinde, Hugo von Hofmannsthal, dost meclisinde yaptığı istişarelerden birinde “kolektif bellek” kavramını zikretmiş[21] (1902); Carl Gustav Jung, “La Structure de l’Inconscient” (1916) denemesinde “kolektif bilinçdışı” kavramını, “Instinct and the Unconscious” (1919) denemesinde de “arketipler” kavramını isimlendirmiş; 1925 tarihli “Les Cadres Sociaux de la Mémoire” adlı ünlü eserinde Maurice Halbwachs, birçok farklı bellek çeşidini tanımlamış olmasıyla birlikte, Hugo von Hofmannsthal’ın isimlendirdiği Kolektif Bellek kavramını yepyeni bir bağlama oturtarak kuramsallaştırmıştır. Aby Warburg, “Bilderatlas Mnemosyne” (1928) adlı çalışmasında “mnemosyne” kavramını, “Das Nachleben der Antike” (1932) çalışmasında ise “pathosformel” kavramını türetmiş; Mikhail Bakhtin, “Forms of Time and Chronotope in the Novel” (1937) başlıklı denemesinde ilk defa –zaman ve mekânı birleştiren– “kronotop” kavramını kullanmıştır. Jan & Aleida Assmann, “Schrift und Gedächtnis” (1984) adlı makalelerinde “kültürel bellek” kavramını literatüre kazandırmış;[22] Pierre Nora, “Between Memory and History” (1989) adlı makalesinde “bellek mekânı” (lieux de mémoire) kavramını tanımlamış; Michael Talbot ise “The Holographic Universe” kitabında ilk defa “holografik bellek” deyimini kullanmıştır. James Wertsch’in “Creating a New Discipline of Memory Studies” (2008) adlı makalesinden itibaren yeni bir akademik saha olarak Bellek Çalışmaları resmiyet kazanmış; son olaraksa Endel Tulving, “Are There 256 Different Kinds of Memory?” (2007) adlı makalesiyle –bir kavram (concept), mefhum (notion), olgu (phenomenon) ve edim (act) olarak– belleğin hangi sınırlara dokunabileceği konusunda ufak bir hatırlatma yaparken, Paul Connerton da “Seven Types of Forgetting” (2008) adlı makalesinde ‘unutmanın’ –şimdilik– sınırlarını belirlemiştir.
Rudolf Steiner, Teozofi ve Gnostisizm’de “Akaşa Kayıtları” olarak isimlenen –zaman ve mekândan özerk– manevi bilgi indeksini ve bizatihi ondan bilgi alma eylemini –1904 yılında yayınladığı eseriyle aynı isimle– “Kozmik Hafıza” olarak tanımlamıştır. Carlos Castaneda, Rüyâ Görme Sanatı’nda, –maddesel / materyâl bellek olarak tanımlayabileceğimiz şekilde– Eski Çağ insanlarının daha sonrakilere bırakmak için belirli arkeolojik objelere bilgi yükleyebildiklerinden bahseder (Castaneda, 2000, ss. 147–148). William Shakespeare, Venedik Taciri’nde –zamansal / temporâl bellek olarak tanımlayabileceğimiz şekilde– “gerçeğin nihai olarak açığa çıkacağından” (the truth shall reveal itself) bahseder. Bu kehanetin tutarlılığına iki sinematografik örnek olarak, Dark City (Alex Proyas, 1998) ve The Forgotten (Joseph Ruben, 2004) filmleri akla gelir. Akaşik Kayıtlar’dan devam ettiğimizde, onun İslam Kozmolojisi’ndeki karşılığı, Kur’an-ı Kerim’deki bazı ayetlerde “Büyük Kitap” olarak anılan Levh-i Mahfûz’dur. Aralarındaki temel fark ise Akaşik Kayıtlar –bize göre– geçmiş ve geleceğin “yaşanmışlarını” taşıyorken, Levh-i Mahfûz’un buna ek olarak –olasılık ve ihtimal dahilindeki– “yaşanmış olabilecekleri” ve “yaşanabilecekleri” de taşıyor olmasıdır. Bu, video oyunu geliştirme sürecindeki bölüm tasarımında, oyuncunun harita ve mekânlar içerisinde kendi iradesi ve keyfiyetine göre yapabileceği “olası” tüm kombinasyonların hesap edilmesiyle analoji kurularak daha net anlaşılabilir. Tabula Smaragdina, yani Hermes Trismegistus’un Zümrüt Tableti, Levh-i Mahfûz’un daha kompakt ve şifrelenmiş mikronik bir versiyonu sayılabilir. Satürn’de olduğu rivayet olunan gizemli “Siyah Küp” ise orijinalinin daha orta ölçekli bir versiyonu olarak Güneş Sistemi’nin Levh-i Mahfûz’u sayılabilir; onun mikrokozmik izdüşü-mündeyse Kâbe bulunmaktadır. Bu noktada Robert Fludd’un (1617)[ii] ve Kazimir Malevich’in (1915) siyah kareleri akla gelir. Levh-i Mahfûz’un sinemadaki yansımalarından biri de The Brand New Testament (Jaco van Dormael, 2015) filmindeki “Tanrı’nın Bilgisayarı” esprisidir. Yanı sıra, Vahdet-i Vücûd vizyonuyla ‘Evrenin kodlarına karışarak’ Levh-i Mahfûz “hâline gelen” Lucy (Luc Besson, 2014), bu bağlamda bir diğer örnektir (ki onun bu aşkın/hiper-boyutlu bellek biçimini kolaylıkla “Akaşik Bellek” olarak tanımlayabiliriz). Diğer yandan, The Matrix: Reloaded’da Mimar’ın odasındaki ekranlardan yalnızca “olan-biten” akmaz, tüm olasılıklar da aynı şekilde akar: Neo ile diyaloglarının belirli bir noktasından itibaren bütün ekranlarda Neo’nun girebileceği tüm hâllerin ve verebileceği tüm cevapların farklı versiyonları oynamaya başlarken kamera yavaşça bir tanesine eşlemeli-kurguyla (match-cut) girer ve Neo buradaki cevabını verir. Ek olarak X-Men külliyatında Charles Xavier, nam-ı diğer Profesör X’in telepati gücünü maksimum seviyede kullanarak insan ve mutantları holografik bir bütün hâlinde görmek için bağlandığı “Cerebro” adlı cihaz yine Levh-i Mahfûz’un bir temsilidir.
Mimar – The Matrix: Reloaded (2003).
Kozmik Hafıza, Kadim Soylar ve bir dizi doğal felaket ile Kavimsel Helak bilgisini de beraberinde getirir. Hesiodos, İşler ve Günler’de beş soydan bahseder: (1) Altın Soyu, (2) Gümüş Soyu, (3) Tunç Soyu, (4) yarı-Tanrılar Soyu ve (5) Demir Soyu (Hesiodos, 2021, ss. 53–55). Kitab-ı Mukaddes’te “Tanrı” beş kişiyle antlaşma yapar: (1) Hz. Nûh, (2) Hz. İbrahim, (3) Hz. Musa, (4) Hz. Davud ve (5) Hz. İsa. Kur’an-ı Kerim’de helak olmuş beş büyük kavimden bahsedilir: (1) Nûh Kavmi, (2) Nemrut Kavmi, (3) Âd Kavmi, (4) Semûd Kavmi ve (5) Lût Kavmi. Helena Blavatsky, Gizli Öğreti’nin ikinci cildinde, bizim şu anda beşinci kök soyun beşinci alt soyundan olduğumuz Yedi Kök Soy’dan bahseder: (1) Astral / Eterik Soy, (2) Hyperborea Soyu, (3) Lemuria Soyu, (4) Atlantis Soyu ve (5) Aryan Soyu [6. ve 7. Soylar şu anda bilinmemektedir] (Blavatsky, 2020). Son olarak, yine Kur’an-ı Kerim’de “insanı” ifade etmek için beş farklı tabir kullanılır: (1) İns, (2) Halef, (3) Âdemoğlu, (4) Beşer ve (5) İnsan… Kozmik Hafızayı, Akaşik Kayıtlar tarafında bıraktığımızda, bu bilgiyi bize dünyamızdaki bir materyal, mecra ya da mekân üzerinden aktaran bilgiyi pek tabi ki “apokaliptik / kıyamî bellek” olarak tanım-layabiliriz.
Kadim Soylar ve helaklar konusunda sinemaya döndüğümüzde, yine The Matrix: Reloaded’da konunun otantik bir karşılığını buluruz. Mimar ile Neo diyaloğunda, Mimar, “Zion’u daha önce beş kez yok ettiklerini, (yaşanmak üzere olan şeyin) onun altıncı yok edilişi” olacağını söyler. The Day the World Stood Still (Scott Derrickson, 2008) filminde, bir Uyarıcı-Elçi olarak insanoğluna gönderilen Klaatu’nun yanındaki dev robot, nano-partiküllere ayrılarak hiçbir konvansiyonel silah ve teknolojinin durduramayacağı bir şekilde saldırıp insan türünü yok oluşun eşiğine getirir. Son olarak, Prometheus (Ridles Scott, 2012) ile Alien: Covenant’a (2017) döndüğümüzde; ilkinde Kadim Mühendislerin 2093 senesinden “ortalama 2.000 sene önce” insanoğlunu yine karşı konması imkânsız bir silahla helak etmeye hazırlandıklarını, ikincisinde de David’in aynı silahı Mühendislerin liyakat testinden geçerek ödüllendirdiği diğer bir kavmi helak etmekte kullandığı görülmektedir. Diğer bir yandan, Alien Kozmolojisi’nde de garip bir şekilde “beş soy” ezoterizminin farklı bir yorumu göze çarpar: (1) Yaşlı Mühendisler,[iii] (2) Mühendisler, (3) Cennet Halkı,[iv] (4) İnsanoğlu ve (5) Androidler.
Yedi Kök Soy Tablosu.
Kur’an-ı Kerim ve “İnsan” paradoksuna geri döndüğümüzde, Zâriyât Sûresi, 56. Âyette: “Ben, İns ve Cin kavimlerini ancak beni tanıyıp bana kulluk etsinler diye yarattım” ifadesi; Bakara Sûresi, 30. Âyette: “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” ifadesi yer almaktadır. Anagojik bir yorumla, “selef” olarak İns diye adlandırılan kadim bir hümanoid versiyonun genetik modifikasyondan geçirildikten sonra bir “halef” olarak Hz. Adem’e dönüş-türüldüğünü; her Antlaşma’nın aynı zamanda yeni bir ‘genetik soyu’ temsil ettiğini ve her bir modifikasyonda beklenenin aksine yükseltim (upgrade) değil, alçaltım (downgrade) politikasının uygulandığı görülmektedir. Bundan daha önemlisi, “insan” kelimesi, Arapça “ins” ve “nisyân” kelimelerinin bir alaşımından meydana gelmektedir. Böylelikle, “Âdem” sıfatına yükselen İns’in son derece ‘mühim’ bir şeyi unutarak “insan” sıfatına indirilmiş olduğu da anagojik sonuçlarımız arasındadır. Bağlantılı olacak şekilde, “Adam–Âdem–Aden–Atum–Atom” çılgınlığı da dikkate şayan bir başka veridir.
Bununla birlikte, Arapça kökenli idrak ile nisyân kelimeleri, Türkçede anlama ile unutma kelimeleriyle karşılık buluyor olmasına rağmen dilimizde iki sözcük grubunun da bir arada kullanıldığını görmekteyiz. Bu anlamda, fonetik açıdan daha dolgun bir izlenim bırakan idrak ile nisyân kelimelerini ezoterik bir düzlemde yorumlama gerekliliği kaçınılmaz hâle gelir. Aristoteles, bilincin tematik sağlamasını ‘bildiğini bilmek’ şeklinde yapmıştır. Aristocu bir akıl-yürütmeyle “nisyânı” unuttuğunu unutmak, “idraki” da hatırlayabileceğini hatırlamak şeklinde yorumladığımızda “insan” kelimesinin temsil ettiği şey hakkında daha derin bir sezgiye ulaşırız. Bununla birlikte, idraki, Platon’un meşhur “Anamnesis” (anımsama) öğretisine benzetebiliriz: “Aynı şeyi, aynı zamanda hem anımsamak hem de bilmemek mümkün müdür?” (Platon, 2016, s. 57) diye soruyor Sokrates… Aynı şekilde cevabı yine kendisi veriyor: “Tabiatın her yanı birbirine bağlı olduğu için, ruh da her şeyi öğrenmiş olduğundan, bir tek şeyi anımsamakla (insanların öğrenme dedikleri budur) insan, bütün öteki şeyleri bulur” (Platon, 1942, s. 28). Philip K. Dick, gizemli öğretilerle dolu “Kozmoloji ve Kozmogoni” denemesinde, mikrokozmostaki insanın, makrokozmostaki ilahi aklın sonsuzluğuna ulaşabilecek kapasitede olduğunu belirler, ki bu düşünce Hz. İsa’nın “bütünü bilen kimse, kendinden mahrum ise bütünden de mahrumdur” sözüyle tasdiklenir (Thomas 67: 2–4). Bu, “evrenin ötesindeki ilahi aklı gerçek anlamıyla yansıtabilen” Anamnesis ile gerçekleştirilebilir. Dick’in, Giordano Bruno’dan “hatırlama sanatı” öntanımıyla aktardığı Anamnesis, “insanın evreni kendi zihninde yansıtmasını sağlayan yoğun hayalgücü eğitimidir” (Dick, 2015, ss. 36–38). İdrak ve nisyânın sinemadaki en dolgun karşılıklarından birkaçı, kuşkusuz ki Dark City (Alex Proyas, 1998), The Forgotten (Joseph Ruben, 2004), The Fourth Kind (Olatunde Osunsanmi, 2009), The Matrix (Wachowskiler, 1999), Vanilla Sky (Cameron Crowe, 2002) ve Oblivion (Joseph Kosinski, 2013) filmleridir. Müzikteki en estetik karşılıklarından biriyse, pek tabi ki Anathema’nın Deep (1999) şarkısıdır. Diğer yandan, yine Philip K. Dick’in, 1977’de Fransa’nın Metz şehrindeki bir bilimkurgu festivalinde yaptığı tekinsiz konuşma[23] şiddetle akla gelir.
The Tet – Oblivion (2013).
(0) Kozmik Tefekkür
Ne içindeyim zamânın,
Ne de büsbütün dışında;
Yekpare, geniş bir ânın
Parçalanmaz akışında.
Bir garip rüyâ rengiyle
Uyuşmuş gibi her şekil,
Rüzgârda uçan tüy bile
Benim kadar hafif değil.
Başım sükûtu öğüten
Uçsuz bucaksız değirmen;
İçim muradına ermiş
Abasız, postsuz bir derviş.
Kökü bende bir sarmaşık
Olmuş dünya sezmekteyim,
Mavi, masmavi bir ışık
Ortasında yüzmekteyim.
~ Ahmet Hamdi Tanpınar
(Behramoğlu, 2001, s. 201).
Kaos, algılayamadığımız düzendir (Saramago, 2013, s. 75): Tıpkı sihrin, anlayamadığımız (b)ilim veya teknoloji olması; bilme ile hatırlama ve inanç ile umut arasında hiçbir farkın olmaması gibi. Metafizik, “varlık olmak bakımından varlığın; tözün, bir olan’ın, çok olan’ın ve bunlardan çıkan karşıtların bilimidir” (Aristoteles, 1982, s. 178). Tüm kâinat aynı anda varlık ile hiçlik; birlik, ikilik ve çokluk içerisindedir. Mekânsal olan her şey 1(ler)’den, zamansal olan her şey 0(lar)’dan ibarettir. Bu sebeple İbn Arabî, çokluğu açıklarken tek olan 1’in, çift olan 1’e bölündükten sonra çok olan 1’e parçalandığını; böylelikle –sonsuz olarak yine sonsuza bölünen– 1’in, yine sonsuz sayıdaki kombinasyon ve permütasyon ile araya sonsuz sayıda 0’ı alarak –mekânı oluşturduktan sonra– zamanı da oluşturduğunu ifade eder. Böylelikle, Parmenides varlık sisteminde yalnızca 1’leri gördüğü için varlığın mutlak olduğunu, oluş ve değişimin olmadığını; Herakleitos ise yalnızca 0’ları gördüğü için oluş ve değişimin mutlak olduğunu, varlığınsa olmadığını ifade etmiştir. Lucretius’a göre zaman değişimin özüdür: “Bir hâlden bir başka hâl çıkar hep” (Montaigne, 2011, s. 128). “Sonsuz” küçüklükteki Nokta 0-Boyutlu iken, 0’ı temsil eden 1-Boyutlu Çember ise “bir” değil, fakat hepsidir (Blavatsky, 2006, s. 553). İhvân-ı Safâ bilgelerinin sayıların niteliklerini Pisagorcu bakışla özetlediği şekliyle, Bir –hepsini sayan sayı olarak– sayıların aslı ve kaynağıdır; İki –çiftlileri sayan sayı olarak– mutlak manada sayıların ilkidir; Üç –tekli ve çiftlilerin üçte birini sayan sayı olarak– tek sayıların ilkidir; Dört köklü sayıların ilkidir; Beş devreden/dönen sayıların ilkidir; Altı tam sayıların ilkidir; Yedi tam/kâmil sayıların ilkidir; Sekiz küplü sayıların ilkidir; Dokuz ise köklü tek sayıların ilkidir (İhvân-ı Safâ, 2017, s. 38).
Sonsuzluk herhangi bir sayı ile ifade edilemiyor olmasına rağmen, “1” sayı olarak, “Bir” ise mefhum olarak sonsuzluğun zâhirî âlemde ya da fenomenler dünyasındaki bir tecellisi ve yansımasıdır. 1 olmadan hiçbir şeyin bölünemeyeceği, çarpılamayacağı, toplanamayacağı ve çıkartılamayacağı gibi –kendisi hariç– her şeyin sonsuza bölümü de 0’dır…
Andrei Tarkovsky, Nostalghia’da (1983) “bir damla, bir damla daha iki damla etmez; daha büyük bir damla eder” diyor. Mevlânâ, okyanustaki bir damladan ziyade, “bir damlanın içindeki kocaman bir okyanus” olduğumuzu bildiriyor. Thales, yaşam ve ölümün “bir” olduğunu söylüyor (Montaigne, 2011, s. 114). Hz. İsa, “ancak ikiyi bir yapınca” insanoğlu olacağımızı hatırlatıyor (Thomas 106: 2-3). Platon ise en gizemli eserlerinden biri olan Parmenides’i şu sözlerle bitiriyor;
Öyleyse bunu söylemiş olalım ve şunu da ekleyelim: Görüldüğü gibi, Bir ister olsun ister olmasın, o ve öteki nesneler –hem kendi kendilerine hem de birbirlerine göre– birbirleriyle bütünüyle ilişki hâlindedirler ve değildirler; hem öyle görünürler hem de öyle görünmezler (Platon, 2016, s. 172).
Virgo Konsorsiyum Projesi dahilinde gerçekleştirilen
EAGLE Simülasyonu’nda (2014) elde edilen ‘olası’ Kâinat görüntüsü.
Grek alfabesinin ilk harfi olan Alfa (A), şekli itibariyle –sıfırdan sonsuza açılacak şekilde– Büyük Patlama’yı; son harfi olan Omega (Ω), şekli itibariyle –açıldıktan sonra dairesellikle döngüyü tamamlayacak şekilde– Büyük Çöküş’ü temsil etmektedir. Şimdi, bir kum saati düşünüp içindeki yerçekimini yok sayalım… Bu kum saatinin sıfırdan açılarak yukarı doğru genişleyen kısmı makrokozmosu, aşağı doğru genişleyen kısmı da mikrokozmosu; içinde yüzen parçacıklarsa üstmadde ve altmaddeyi temsil etmektedir. Şimdi, aynı şekilde bir kum saati daha düşünüp fakat yerçekimini aynı şekilde bırakalım. Bu saati –bize göre– soldan sağa doğru 45⁰ çevirip bir önceki saatin tam ortasına –sıfır noktaları üst üste binecek şekilde– oturtalım.[v] Bu kum saatinin sıfırdan açılarak –bize göre– sola doğru genişleyen kısmı zamanın berisini (geçmişi), sağa doğru genişleyen kısmı da zamanın ötesini (geleceği); içinde soldan sağa akan parçacıklarsa zamanın akışını temsil etmektedir. Şimdi, bu kum saatlerinin yatay ve dikey yönlerde genişleyen bölümlerini –kumları tutan taban kısımlarını/kapaklarını açarak– “sonsuza” kadar uzatalım. Bu şekil, uzun çizgilerini birleştiren yatay çizgileri alınmış dört adet Alfa’nın sıfır noktaları birleştirilerek dört yöne doğru simetrik bir şekilde oturtulmuş hâline benzeyecektir. Büyük Patlama’nın öncesindeki herhangi bir noktaya İlk Neden olarak sonsuzluğu koyan modelin yerine, yine İlk Neden’in parçaları olarak O’na bağlanan iki mekânsal (intermateryâl) ve iki zamansal (intertemporâl) “sonsuzluğun” her seferinde daha çok kesirlenerek “0” noktasında –“zamanmekân-lararası” (interkronotopik) bir yapıyla– kesiştiği ve biz insanın tam ortasında olduğu bu model içinde olduğumuz “kozmik çılgınlığı” anlamak için biraz daha net bir kavrayış olanağı sunacaktır.
Hubble Teleskobu’nun görüntülediği,
Dünya’ya 8.154 Işık Yılı uzaklıktaki “Kumsaati Bulutsusu”[24]
En nihayetinde, İbn Arabî, tüm maddesel âlemin “hakikatin gördüğü bir rüyâ” olduğunu ifade eder (Arabî, 2016, ss. 52–53); parçası olduğumuzsa, tarifsiz bir Kozmik Tefekkür’ün içinde, ondan –şimdilik– kendi paylarımızı almaktan ibarettir…
Sonuç
Haksız insan! Duygularını büyüleyen etkiyi bir an için durdurabilirsen, yüreğin düşüncenin dilinden anlayabilirse, bu yıkıntılara sor! Onların senin önüne koydukları dersleri oku!.. Siz de, ey yirmi değişik yüzyılın tanıkları, kutlu tapınaklar, kutsal mezarlar, ey eski şanlı surlar! Doğanın davası uğruna ortaya atılın! Sağlıklı bir aklın düşünme yetisine ulaşarak, haksız suçlamalara karşı tanıklık edin! Gösterişli sözler söyleyen yalancı bilgeliği ya da ikiyüzlü Tanrı korkusunu birbirinden ayırt etmeyin;
Ettiği iftiralar için, insandan göğün ve yeryüzünün öcünü alın!
~ C. F. Volney
(Volney, 1999, s. 12).
Kaynakça
Adı Geçen Eserler
~ Ey Bana İyi Diyen — Yûnus Emre (?).
~ O Mâhîler ki — Hayâlî Bey (?).
~ The Merchant of Venice — William Shakespeare (1596).
~ The Tempest — William Shakespeare (1611).
~ Utriusque Cosmi Historia — Robert Fludd (1617).
~ Fasciculus Dissertationum Medicarum Selectorium — Johannes Hofer (1688).
~ Kritik der Praktischen Vernunft — Immanuel Kant (1788).
~ De la Division du Travail Tocial — Émile Durkheim (1893).
~ The Time Machine — H. G. Wells (1895).
~ Black Square — Kazimir Malevich (1915).
~ La Structure de l’Inconscient — Carl Gustav Jung (1916).
~ Instinct and the Unconscious — Carl Gustav Jung (1919).
~ Les Cadres Sociaux de la Mémoire — Maurice Halbwachs (1925).
~ Bilderatlas Mnemosyne — Aby Warburg (1928).
~ Das Nachleben der Antike — Aby Warburg (1932).
~ Ne İçindeyim Zamanın — Ahmet Hamdi Tanpınar (1933).
~ Forms of Time and Chronotope in the Novel — Mikhail Bakhtin (1937).
~ I Robot — Isaac Asimov (1950).
~ Adjustment Team — Philip K. Dick (1954).
~ The Minority Report — Philip K. Dick (1956).
~ On Retrocausality — Raul Fitzgerald (1974).
~ Les Maîtres Secrets du Temps — Jacques Bergier (1974).
~ Schrift und Gedächtnis — Jan & Aleida Assmann (1984).
~ Between Memory and History — Pierre Nora (1989).
~ The Holographic Universe — Michael Talbot (1991).
~ Deep (Judgement) — Anathema (1999).
~ Are There 256 Different Kinds of Memory? — Endel Tulving (2007).
~ Creating a New Discipline of Memory Studies — James Wertsch (2008).
~ Seven Types of Forgetting — Paul Connerton (2008).
Filmografi
~ Nostalghia — Andrei Tarkovsky (1983).
~ Dark City — Alex Proyas (1998).
~ The Matrix— Wachowskiler (1999).
~ Vanilla Sky — Cameron Crowe (2002).
~ The Matrix: Reloaded — Wachowskiler (2003).
~ The Butterfly Effect — Eric Bress (2004).
~ The Forgotten — Joseph Ruben (2004).
~ Deja vu — Tony Scott (2006).
~ The Day the World Stood Still — Scott Derrickson (2008).
~ The Fourth Kind — Olatunde Osunsanmi (2009).
~ The Adjustment Bureau — George Nolfi (2011).
~ Prometheus — Ridley Scott (2012).
~ Oblivion — Joseph Kosinski (2013).
~ Lucy — Luc Besson (2014).
~ The Brand-New Testament — Jaco van Dormael (2015).
~ Ant-Man — Peyton Reed (2015).
~ Doctor Strange — Scott Derrickson (2016).
~ Alien: Covenant — Ridley Scott (2017).
~ Loki — Kate Herron (2021).
İnternet Kaynakları
~ Brill
~ Etimoloji Türkçe
~ Etymonline
~ Evrim Ağacı
~ Fizikist
~ I Love the Universe
~ IMDb
~ Imgur
~ JSTOR
~ Kişisel Gelişim
~ Medium
~ NASA
~ Quoras
~ Reddit
~ Space
~ Universe Today
~ Venator-Hanstein
~ Wikidata
~ Wikipedia
~ YouTube
~ TDK
~ Tureng
Sonnotlar
Bu çalışma, Prof. Dr. Simber ATAY’ın Dokuz Eylül Üniversitesi, Güzel Sanatlar Enstitüsü, Sinema Doktora Programı için verdiği Kültürel Bellek ve Sinema (2021–22, Bahar) dersinin projelerinden biri olarak hazırlanmış ve ilk olarak Annem, Progresör Özden ÖZDÖKER’in Kozmoenerji Eğitim Kitabı’nda (2022) yayımlanmıştır.
Dipnotlar
[i] Bir Işık Yılı, 9,46 Trilyon Kilometredir! (NASA – What is a Light Year?).
[ii] “Et sic in Infinitum” (Utriusque Cosmi Historia).
[iii] Prometheus’un (2012) başındaki kesilmiş sahnede görünen uzaylılar.
[iv] David’in, Alien: Covenant’ta (2017) helak ettiği kavim.
[v] Bu noktada oluşan görüntü –dörtlü– Yonca yaprağı ve Tapınakçı Haçı’na benzemektedir.
İlişimler Listesi
[1] What is the Diameter of Earth?.
[2] How Big is Sun compared to Earth?.
[3] What is the biggest star ever observed?.
[4] The largest object in the universe.
[5] How many UY Scutis can fit into the biggest black hole?.
[9] Ant-Man (2015) Subatomic Scene – Quantum Realm.
[10] Doctor Strange (2016) “Open Your Eye” — Strange and Ancient One.
[11] Big Bang’den Önce Ne Vardı — Celal Şengör.
[15] Wikipedia: 7 — Demicube Graph.
[16] Michio Kaku: The Multiverse Has 11 Dimensions.
[17] A Concept from Carl Sagan’s Cosmos.
[18] Kuantum Zaman ve Tersine Nedensellik.
[19] Hafıza Merkezi — Bilgiler Beyinde Nerde Saklanır?.
[20] This is an Actual Picture of a Molecule Taken by IBM.
[23] Philip K. Dick speech in Metz, France, 1977.
[24] Farklı Galaksilerdeki Gezegenleri Nasıl Tespit Edebiliriz?.