Köşeye Sıkışmış

Kitle davranışlarının ve tekil olarak insan davranışlarının öngörülemezlik halinden şaşırtıcılık, ürkütücülük ve öfke uyandırıcılık haline geçişi, ülkemiz özelinde dahi, beklenenden çok daha kısa bir zaman diliminde gerçekleşmiş görünüyor. 20. yüzyılın ikinci yarısından beri zeminini önce kurgulayıp sonra aşama aşama kuvvetlendiren, 21. yüzyıl başından beri de etkisi giderek daha görünür hale gelen keşif ve özgünlük karşıtı tutumlar, politik erk sahiplerinden genel halka doğru tek taraflı bir seyir izleyen olgular değildir. Tam tersine, tabandan desteğini almış, giderek yayılmış ve bugün, yaşamının odağına ilkeleri koyma gayretinde olanları epeyce zorlar ve varlık alanlarını daraltır hale gelen bir tepkisellik, inatçılık ve neredeyse bağımlılık ölçüsüne varmıştır. Buradan hareketle, zemin desteği ve taraftar kitlesi çok geniş olan bu gidişatı önemsemek ve disiplinlerarası bir tutumla “üzerine düşünmek”, sonra da “üzerine işlemek” gerekir. Ancak, disiplinlerarasılığın çalışabilmesi için, önce her disiplinin bu olgu özelinde kendi kavrayışını sistematik biçimde ortaya koyması gerekir. Bu yazı da, geniş halk kitlelerinin politik yönelimlerindeki esnemezliği ve ilişkisel yönelimlerinde “öteki”ne karşı tepkiselliği ve dışlayıcılığı daha iyi anlayabilmeye yardımcı olabilmek amacını taşımaktadır. Dolayısıyla bu yazıda öncelikli olarak insan ruhsallığının “ilişkisellik” üzerine çalışan ya da temel odaklarından biri de ilişkiler olan ekoller ve bunların temel söylemleri ele alınacaktır. Ana meselemiz özelinde yapılan “zihinsel” çıkarımların yeterince yardımcı ol(a)madığına dair tekrarlayan deneyimlerden hareketle, çalışma alanı öncelikli olarak zihinsel süreçler olan bilişsel, davranışçı, biyolojik, psikobiyolojik vb. yaklaşımlar bu yazı kapsamının dışında bırakılmıştır. Ayrıca, insan ruhsallığını ilişkisel değil daha intrapsişik[1] bir yerden ele almış yaklaşımlar da, her ne kadar zihinsel olanın daha derinine odaklanmış olsalar da, yine yazının ana meselesi özelinde, fazla detaylandırılmayacaktır. Topluluk deyince sosyolojik faktörlerin her aşamada oynadığı başlatıcı, ortaya çıkarıcı ve idame ettirici rolleri de yadsımak mümkün olmamakla beraber, o kısmı da alanın ehline terk ederek bir indirgemeye daha gitmiş oluyorum. Elbette bahsi geçen tüm bu yaklaşımların konu özelinde farklı bakış teklifleri olacaktır.

 

Dürtü Kuramı

Sigmund Freud’un orijinal kuramı öncelikli olarak bilinçdışı, bilinç öncesi ve bilinçli zihin üçlemesini içerir (topografik yapı). Özellikle buzdağı (iceberg) metaforuyla tanınan bu üçleme, insanın bilinçli zihninin tüm ruhsal aygıtın toplam içeriğinin yalnızca küçük bir kısmını oluşturduğunu, yapıp etmelerimizin üzerinde büyük oranda etkili ve yönlendirici olan kısmın ise bilinçdışı olduğunu öne sürer (Arlow ve Brenner, 1964). Daha sonradan, “yapısal varsayım” başlığıyla orijinal kuramına eklediği ruhsal fonksiyonel birimler olan id, ego ve süperego günümüzde geniş çevrelerce bilinir hale gelmiştir (Arlow ve Brenner, 1964). Genel olarak, bilinçdışındaki agresif ve libidinal dürtüler ile bunların bilince farklı kılıklarda çıkarılmasına ya da tamamen bilinçdışında tutulmasına hizmet eden ego işlevi temelinde şekillenen orijinal psikanalitik kuram, yetişkinlikteki davranış ve tutumları da tamamen erken yaşam dönemlerinde oluşan ve şekillenen bu işlevsel elemanların karşılıklı ilişki ve çatışmaları temelinde açıklar. Freud’un psikanalizi ilk ortaya koyduğu dönemden itibaren gündeme getirdiği, ancak Freud yazınlarından derinlemesine incelenmediği anlaşılan başka bir kavram ise, “bir diğeri (öteki) ile ilişki halindeki kendilik (benlik) temsilleri”dir (Freud, 1900). Bu haliyle, “Dürtü Kuramı” olarak da bilinen Freud’un orijinal kuramı, insanın deneyimlerini genel olarak “intrapsişik” bir bakış açısıyla ele alır ve insanın ruhsal organizasyonu ile karakter özellikleri üzerinde diğer insanların, olguların ve toplumun etkisine dair güçlü bir teorik zemin sunmaz.

Sigmund Freud

Takip eden yıllarda ortaya çıkan farklı psikanaliz ekolleri, orijinal kuramdaki bu açık ya da en azından yeterince irdelenmemiş denebilecek kısımlara dair yeni görüşler ortaya koymuşlardır. Örnek olarak, Melanie Klein’ın öncülük ettiği “Nesne İlişkileri Kuramı”, insanın en erken yaşam dönemlerinde önemli yere sahip olan ebeveynler ve diğer bakım verenler ile kurduğu ilişkilerin, daha sonra yetişkinlik döneminde de diğer insanlarla, kurumlarla, topluluklarla ve olgularla kurduğu ilişkiler üzerine belirgin düzeyde etki edeceğini öne sürer (Klein, 1948).

Nesne ilişkileri kuramı ve diğer farklı psikanaliz ekollerinden başka, psikanalizin dışındaki insan ruhsallığı alanında çalışan ekoller de insanın psişik dünyasına öteki kişilerin etkisine dair derinlemesine çalışmalar ve daha kapsamlı katkılar yapmışlardır. Bu konuya dair üzerinde genel bir fikir birliğine varıldığı söylenebilecek olan şey ise, yaşamın en erken evresindeki ilk ve en önemli “diğeri”nin, çoğunlukla anne olmak üzere, bakım veren(ler) olduğudur.

 

ERKEN DÖNEM ANNE-BEBEK İLİŞKİSİNİN RUHSAL İŞLEYİŞE ETKİLERİ

Bebek dünyaya geldiğinde anneye tam bağımlı olduğu için, ihtiyaç halinde olduğu anları varoluşuna bir tehdit olarak deneyimler. Bebeğin ruhsal yapılanmasının biyolojik ve psişik bileşenleri henüz olgunlaşmadığı için bebek, beden duyumlarını anlamlandırabilmek için anne tarafından ortaya konması gereken “tercümelere” ve “dönüştürücü işleve” gereksinim duyar (Baudin, 2005). Pierre Marty (1991) benliğin gelişme sürecinde bu dönüştürücü işlevi açıklarken annenin, bebeğin kendi ruhsallığını görebileceği bir ekran işlevi olduğundan bahseder. Benliğin gelişimi, bebeğin ilk olarak annesiyle ilişkisinde, daha sonra da ötekiler ve nesnelerle ilişkilerinde bedenini ve işlevlerini süreklilik gösteren bir şekilde keşfetmesi ile oluşur.

Takip eden bölümlerde, erken dönem anne-bebek ilişkisinin yukarıda özetlenmeye çalışılan önemini ve bu ilişkinin bebeğin ruhsal işleyişi üzerindeki baskın etkilerini daha detaylı biçimde açıklayan kuramlar ve kavramların temel özelliklerinden bahsedilecektir.

 

İngiliz Nesne İlişkileri Okulu

Fairbairn (1954), Freud’un dürtü odaklı yaklaşımını reddetmiş ve kişilerin dürtü doyumundan çok ilişki arayışında olduklarını ileri sürmüştür. Fairbairn şöyle der: “Bebek annesinin sütünü almaktan çok annesi tarafından beslenme yaşantısını, bu yaşantının içerdiği sıcaklık ve bağlanma duygularıyla birlikte deneyimlemeye odaklanmıştır.”

Nesne ilişkileri kuramcılarına göre çocuk kurduğu ilk ilişkilerdeki deneyimlerini içselleştirir ve ruhsal dünyasında temsiller oluşturur. Bu durumda odak noktası kişinin ne tür nesne temsillerine sahip olduğu, bu deneyimlerin nasıl içselleştirildiği ve bu temsillerin yetişkinin bilinçdışında nasıl etkilere sahip olduğudur. Bunun sonucunda karakter yapısı da erken çocuklukta deneyimlenmiş ve içselleştirilmiş nesnelerin davranış örüntülerinin açığa çıkması yahut da başkalarında uyandırılması şeklinde fark edilir ve görülür hale gelmiştir (Kernberg, 1975).

 

Bağlanma Kuramı

Mary Ainsworth ve John Bowlby’nin (1991) birlikte sürdürdükleri uzun gözlem ve çalışmalarından doğan bağlanma kuramı, kişiliğin gelişiminde erken dönem anne-bebek ilişkisinin önemini inceler. Bağlanma kavramı; bebek ve annenin içgüdüsel olarak birbirlerine yakın olma arzusu ile başlayan, özellikle bebeğin rahatlatılma ihtiyacının ön plana çıktığı stresli anlarda (ayrılık, hastalık, açlık vb.) belirginleşen ve süreklilik gösteren bir duygusal bağ olarak tanımlanabilir (Bowlby, 1988). Bebek, doğumuyla birlikte bakım vereni ile karşılıklı olarak canlı bir sosyal ilişki kurmaya başlar. Anne; bebeği ile göz teması kurar, sesinin ritmini bebeğinden gelen seslerle uyumlandırır ve bebeğin yüz ifadesinin ve duygularının yansıdığı bir ayna görevi görür. Sevgi nesnesi ile tutarlılık gösteren ilişki sayesinde bebek, dünyayı tanımak ve keşfetmek için güvenli bir alana sahip olur. Bebek böylelikle, stres verici bir anda güvenli dayanağına geri dönerek rahatlatılmayı bekler ve rahatlatıldığında güvende hisseder.

Evrimsel açıdan ele alındığında bağlanma, bebeğin belirli bir çevrede yaşamda kalabilmesi için geliştirilmiş bir sistemdir. Bakım veren sevgi nesnesi sayesinde bebek duygusal olarak beslenirken, kendisini dış dünyadaki tehlikeli uyaranlardan nasıl koruyacağını da öğrenmektedir (Ainsworth ve Bell, 1974).

Bowlby, “bağlanma davranışının insan doğasının esas parçası olduğunu ve doğumdan ölüme kadar insanın hayatını şekillendirdiğini” ifade eder (Bowlby, 1973 s. 139). Başka bir deyişle, erken dönemde anne ile çocuk arasında gelişen bağlanmanın niteliği, bireyin bebekliğinden yetişkinliğine dek kişiler arası ilişkilerinin niteliğini etkiler. Bowlby, insanların zihinlerindeki kendilik temsillerinin temelinin erken çocukluk deneyimlerine dayandığını, bebeğin ihtiyaçlarına duyarlılıkla yaklaşan ebeveynlerin çocuklarının daha sağlıklı büyüyeceğini belirtmiştir (Bowlby, 1988).

Bowlby, güvenli ve güvensiz bağlanma türlerinden bahsetmiştir. Güvenli bağlanma; bebekten gelen sinyallere yeteri kadar hassasiyet gösteren, bebeğin ritmine eşlik eden, kapsayan bir bakım verenin varlığında gelişir. Böyle bir ebeveynin varlığı ile bebekte, sevilmeye değer olduğu ve güvende olduğu algısı gelişir (Bowlby, 1973). Bu bebeklerin ileride yetişkinliklerindeki ilişkilerinin güvene dayalı olması ve tutarlı bir şekilde sürmesi olasılığı yüksektir. Duygusal anlamda daha stabil oldukları bilinen bu kişiler, sosyal ilişki kurabilen ve karşısındaki kişinin duygusal ihtiyaçlarını anlayabilen bir kişilik örgütlenmesi geliştirirler (Main, Kaplan ve Cassidy, 1985). Güvensiz bağlanma ise bebekten gelen sinyalleri kolayca fark edemeyen ve duygusal olarak gerekli karşılığı veremeyen, ya da sinyalleri tutarsız ve istikrarsız biçimde karşılayan bakım verenlerin varlığında gelişir. Böyle ebeveynlerin varlığı ile bebekte ihtiyaç halinde olduğu zamanlarda dışarıdan destek alamayacağı algısı gelişebilir ve bu bebekler yetişkinliklerinde yakın ilişki kurmaktan çekinen ve karşısındaki kişinin duygusal ihtiyaçlarını anlama konusunda zorlanan bir kişilik örgütlenmesi geliştirebilirler (Main, Kaplan ve Cassidy, 1985). Güvensiz bağlanma gösteren bebeklerin bir bölümü ise bakım verenden gelen desteğin tutarsız olduğunu fark eder ve belirsizlik yaşar. Bakım veren fiziki olarak yakındayken dahi kolay ulaşılabilir olup olmadığını kontrol etme ihtiyacı duyan bebek, zihinsel uğraşlarını çevreyi keşfetmek yerine güvenliği konusunda endişelenmeye odaklar (Bowlby, 1973). Bu bebekler yetişkin olduklarında yakın ilişkileri tatmin edici olmaz ve tekrarlı biçimde ilişki kurma arayışı gösterebilirler. Terk edilme korkularını yoğun yaşayan ve dışarıdan gelen sevgi ifadelerini şüpheyle karşılayıp güvence arayan bu yetişkinler zaman zaman yapışma derecesinde ilgi gösteren bir ilişki örüntüsü geliştirebilirler (Main, Kaplan ve Cassidy, 1985).

 

Psikanalist Wilfred Ruprecht Bion (1962), geliştirmiş olduğu “kapsayan-kapsanan” teorisinde bebeğin, deneyimlerinin bir öteki tarafından anlamlandırılmasına duyduğu ihtiyacı açıklar ve anlam verilmenin bebeğin sağlıklı bir ruhsal yapılanma geliştirmesindeki önemini vurgular.

Dünyaya geldiği anda henüz iç ve dış ayrımını yapamayan bebek, anne karnındayken aşina olmadığı susuzluk, açlık gibi birçok zorlayıcı uyarana maruz kalır (McWilliams, 2010). Bunları organize etme yeteneğinden yoksun olduğu için işleyemez ve anlamlandıramaz. Bion’a göre (1985), bebeğin işleyemediği bu deneyimlerin, gelişmiş bir ruhsal yapılanmaya sahip olan anne tarafından işlenmesi ve anlamlı duygusal deneyimlere dönüştürülerek kendisine geri verilmesi gerekir. Anne ruhsallığının bu işlevi sayesinde bebek, şiddetli ve dürtüsel deneyimlerinin yıkıcı olmadığını fark ederek rahatlar. Bebeğin tekrarlı bir şekilde ihtiyaçları anlaşıldığı ve yeniden rahatlatılmayı deneyimlediği bu süreç annenin kapsayıcı işlevi olarak adlandırılır (Bion, 1962; 1985).

Bion (1967), düşüncenin oluşumunda da kapsayıcı işlevin öneminden bahseder. Düşünebilmek için iki kişiye ihtiyaç olduğunu, bebek içinse bu bahsedilen ötekinin kapsayan anne olduğunu belirtir. Bebek bir nevi, annenin düşlem yetisini ve düşüncelerini kullanır. Böylelikle zamanla hem duygusal hem entelektüel gelişimi için önemli olan kendi duygularına anlam verebilme yetisini kazanır (Emanuel, 2012). Bebek kapsanarak büyüdükçe, duygusal yaşantılarından ürettiği düşüncelerin çeşitliliği ve içeriklerinin derinliği de artmaktadır. Bu simgeleştirme yetisi sayesinde kişi, düşüncelerine duygusal bir anlam verebilir ve yaratıcılığı gelişir. Deneyimlerini dağılmadan organize edebilmeyi öğrenen kişinin, belirsizliği tolere edebilme becerisi artacaktır (Zabcı, Erol ve Şimşek, 2018).

Anne bu işlevi sağlayamadığında ise bebek zorlayıcı uyaranları işleyemez. Böyle bir nesne karşısında düşünme ve anlamlandırma kapasitesini geliştiremez. Dış dünya güven vermeyen bir tasarıma dönüşür ve tehlikeli olarak algılanır (Emanuel, 2012). Sonuç olarak ileride yetişkinlikte kişinin ötekilerle kuracağı ilişkilerin niteliği, henüz sözelleştirme kapasitesinin gelişmediği dönemlerdeki ilk nesnesi ile olan ilişkisine dayanmaktadır.

 

Annenin Tutma İşlevi ve Yeterince İyi Annelik

İngiliz psikanalist Donald Winnicott’un (1960) ifade ettiği “yeterince iyi anne”, bebeğin ruhsal gelişiminde ihtiyaçlarını duyumsayabilen, yaşantısının kişisel yönlerine hassasiyetle yaklaşan ve bebeğin dürtülerine karşı var olmaya devam ederek gelişimsel ihtiyaçlarına göre kendini konumlandırabilen anne olarak tanımlanmıştır.

Bebek anne rahminden dünyaya geldiğinde, süregiden varoluş adı verilen bütünleşmemiş anlar akıntısı içindedir ve yalnızca bir ilişki içerisinde var olabilir. İlişkinin niteliğinde, bakım veren tarafından kendisine sunulan çevre önemli bir belirleyicidir (Winnicot, 1955).

İlk dönemlerde bebek, henüz ben ve ötekinin ayrımında değildir. Yeni uyaranlarla karşılaştıkça düşünülemez bir kaygı (unthinkable anxiety) yaşar (Zabcı, Erol ve Şimşek, 2018). Annenin yatırımı olmadan hayatta kalamayacak olan bebek, var olabilmek için fiziksel ve duygusal olarak kucaklayıcı bir çevreye ihtiyaç duyar. Fiziksel olarak, bebeğin kendisini güvende hissedeceği şekilde annenin bedenine yakın olarak konumlandırılması ifade edilir. Duygusal tutma deneyimi ise, annenin bir ayna görevi görerek bebeğinin duygularını, mimiklerini kendisine geri yansıtması ve bebekle senkronize olmasıyla açıklanabilir. Böylelikle bebek, kendisini aynalayan annenin kollarında güven duygusu ile benlik duygusu kazanacaktır (Winnicot, 1955). Böyle bir ortamın sürekliliği, bebek için bir kapsama (holding) ortamı oluşturarak dış dünyanın güvenli olduğu algısını yaratır (Winnicott, 1956).

Yeterince iyi anne, bebeğinin kapasite ve sınırlarının farkında olarak nesnel gerçekliğe uyumunu destekler. Bebeğe sürekli olarak sağlanan kucaklayıcı çevre ile benliğinin psişik ve somatik parçaları zamanla birleşerek bebeğin kişiliği bütünleşir, sağlam bir benliğin gelişimi ile olgun nesne ilişkileri kurabilen bir ruhsallık gelişir (Sarısoy, 2016).

 

Annenin Uyarı Kalkanı İşlevi

Erken dönem anne-bebek ilişkisi ve annelik işlevlerini tanımlayan kavramlardan biri olan “uyarı kalkanı”, aslında psikanaliz literatüründe ilk olarak Freud’un (1920) yayınladığı “Haz İlkesinin Ötesinde” isimli makalede açıklanmıştır. Freud, en başlarda bebeğin henüz kendi içinde olanlar ile dışında olanların ayrımını yapamadığını, uyaranları organize edip baş edebilecek bir kapasitesinin olmadığını ve bebeğin kendisi için zorlayıcı olan bu uyaranların üstesinden gelebilmek için bir ötekine muhtaç olduğunu belirtmiştir.

Bebek, bir ötekinin deneyimlerini duyumsayıp anlamlandırdıktan sonra kendisine geri vermesine ihtiyaç duyar. Çünkü bebeğin bu işlevi kendi başına yapabilmesi henüz mümkün değildir. Bu yüzden de dışsal uyaranların fazlalığından bakım verenin yardımı ile korunmaya muhtaçtır. Uyarı kalkanı; iç ve dış etkilerin ortasında olan, bebeğin henüz baş edemediği ve özneyi yok edebilecek yoğunluktaki aşırı uyaranlar karşısında dönüştürücü bir filtre olarak düşünülebilir (Parman, 2007). Anne, bebeğini korumak için fiziksel ve ruhsal olarak kendi uyarı kalkanı işlevini bebeğin hizmetine sunar. Anne tarafından uyarı kalkanı işlevi uygun biçimde sağlanamazsa dış uyaranlar bebek için travmatik bir işgal olarak deneyimlenir.

 

Ruhsal Deri ve Deri-Ben İşlevi

İnsan bedeninin dış yüzeyini kaplayan deri, bedenin sınırlarını belirleyerek iç ve dışı birbirinden ayırması bakımından önemlidir. Deri, dışarıdan gelen uyaranlara karşı canlılara hem fiziksel bir koruma sağlar; hem de benliği bir arada tutarak psişik bir bütünlük hissine katkı sağlar (Anzieu, 2014).

Bebek erken dönemde bakım alırken eş zamanlı olarak annenin beden temasını deneyimler. Fransız Psikanalist Didier Anzieu (1995), bebeğin anneyle ilk bağının ve sosyal ilişkilerinin, deriye temas sayesinde kurulduğunu belirtir. Anzieu (1995), benliğinin gelişme sürecinde bebeğin bedenine yapılan dokunuşların ve temasların niteliğinin önemli olduğunu ifade eder. Dokunuşlar sayesinde bebek, ruhsal işleyişini kapsayan bir benlik tasarımı oluşturmaya başlar. Başka bir deyişle, iç dünya ve dış çevre arasındaki sınırı oluşturan deri sayesinde bebek, içerideki materyalin kapsandığını, dışardakinden korunduğunu ve bir öteki ile ilişkinin sağlandığını keşfeder.

Annenin, bebeğin ihtiyaçlarına uygun bir bakım vermesi ve hassasiyetlerine duyarlı bir fiziksel temas sağlaması ile bebeğin derisinde bir duyum oluşur. Temas sayesinde bebek, iç-dış arasındaki farklılığı keşfetmekle birlikte içinde bulunduğu çevreleyici hacmi de fark etmeye başlar. Çocuğun kapladığı hacmi duyumsaması ile çocukta bütünlük hissinin temelleri atılır. Duyusal uyaranlar sonucunda oluşan duyum hissi sayesinde bebeğin ruhsallığı gelişir. Ruhsallığı oluşturan ve işler halde tutan, bebeğin içselleştirdiği bu duyum deneyimleri “deri-ben” olarak isimlendirilmektedir.

Deri, narsisistik bir zarf gibi de işlev görerek ruhsallığın ve varoluşsal duyumun sürekliliğini sağlar. Bu ruhsal zarfların söz öncesi dönemde, bebeğin tasarımlarının deri üzerindeki deneyimlerini kaydetmesi ile oluştuğu ve bebeğin benliğinin, beden yüzeyinin deneyimleri üzerinden geliştiği ifade edilir (Anzieu-Premmereur, 2015).

 

Kişilerarası Psikanaliz

ABD’li psikanalist H. S. Sullivan kişiliğin bir “illüzyon” olduğunu ve kişilerarası ilişkilerden bağımsız bir şekilde anlaşılamayacağını öne sürmüştür (Sullivan, 1964, s. 33). Tüm insanların yaşama zayıf bir şekilde başlıyor olmasına vurgu yapan Karen Horney ise iki birincil ihtiyaçtan bahsetmiştir; güvenlik ve tatmin. Bu ihtiyaçların yeterince iyi bir şekilde karşılanmaması çocuğun ebeveynlerine karşı temel düşmanlık duyguları beslemesine yol açar. Fakat ne kadar düşmanca duygular beslerse beslesin, ya da ne kadar ihmalkâr ebeveynlere sahip olursa olsun yine de çocuk hayatta kalmak için ebeveynine bağımlıdır. Horney bu ikilemden kaynaklanan duygusal çatışmanın diğerlerine karşı genellenen bir korku ve düşmanlığa sebep olacağını ve temel kaygının bu çatışmadan kaynaklandığını öne sürmüştür (Horney, 1942).

İNSAN RUHSALLIĞINA GÜÇ MERKEZLİ BAKIŞ (ALFRED ADLER)

Alfred Adler’in öncülük ettiği “Benlik Psikolojisi”ne göre temel güdüleyici güç, Freud’un öne sürdüğü gibi cinsellik ve saldırganlık değil, üstünlük çabasıdır. Her birey yetersiz ve eksik olarak dünyaya gelir, kendi ihtiyaçlarını gidermekten yoksundur ve Adler’e göre bu kişide güvensizlik duygularına sebebiyet verir. Bu ise bireylerin, yetersizlikten doğan bu duyguyu yenmeye dair bir çaba içerisine girmesine sebebiyet verecektir (Adler, 1927/2010).

Ayrıca Adler insanın sosyal bir varlık oluşuna ve sosyal bir çevre içerisinde büyüyüp gelişmesine dikkat çeker ve her bireyin “sosyal ilgiye” sahip olduğunu öne sürer. Sosyal ilgi temelde insanın doğada kendi başına hayatta kalamayacak kadar güçsüz olması dolayısıyla sürüleşmeye yönelmesinden doğmuştur (Adler, 1927). Her birey toplumsal olarak kabul edileceği ve korunacağı davranış ve seçimlere yönelir. Dolayısıyla bireyleri motive eden temel güç kendi dürtü ve arzuları değil sosyal anlamda üstün bir pozisyon belirleme ihtiyaçlarıdır.

Elbette insan ruhsallığı, tutum ve davranışları hakkında, erken dönemdeki intrapsişik süreçler ve diğerleri ile olan ilişkilerinin dışında da etkili faktörler mevcuttur. Ruhsal dinamiklerde psikanaliz, bağlanma kuramı, deri-ben işlevi, kapsama kavramı gibi genel çerçevesi daha deterministik olan yaklaşımların aksine, özellikle varoluşçu felsefe zemininden beslenen ekollerin odağı determinizmden genel olarak uzaktır. Ayrıca, varoluşçu psikoterapi ekolleri erken yaşam dönemlerinin etkisi yanında, erişkin yaşların da davranış ve tutumlar üzerinde belirgin etki edebilecek zamanlar olduğu önermesini sunar ve bu etkinin anahtarını ise “seçim ve sorumluluk” olarak belirler.

 

VAROLUŞÇU VE HÜMANİSTİK KURAMLAR

Varoluşçu felsefe zemininden beslenerek şekil alan farklı varoluşçu psikoloji kuramlarının temel varsayımları, bireylerin kendi yaşamlarını kurmak için genetik, biyolojik ve çevresel etkileri aşabilecek özgürlüğe sahip olduklarıdır. Bu kuramlara göre insanın öznel deneyimi, yalnızca içsel motivasyon ve ihtiyaçlarını ya da sosyal bir varlık oluşunu değil aynı zamanda kendini aşabilen bir varlık oluşunu göz önünde bulundurarak, bütüncül bir şekilde anlaşılmalıdır.

Otantik olma hali kişinin genlerinin veya çevre koşullarının dikte ettiğinin ötesinde kendisi olmasıdır. Varoluşçu filozoflar Kierkegaard (1981) ve Sartre (1960) otantik olma halini kişinin seçim yapması ve kendi değer sistemini oluşturması olarak tanımlamışlardır. Otantik olmama hali, kişinin kendi özgürlüğünü reddetmesi durumunda ortaya çıkar. Herhangi bir durumda bir seçim yapmak, başka seçenekleri seçmemek anlamına da gelir ki, seçmediklerinin kendisine kaybettirebileceği şeyler ve seçtiği şeylerin öngörülebilir ve öngörülemeyen sonuçları daha ilk seçim anında bireyi rahatsız etmeye başlar. Bu rahatsızlık, varoluşsal kaygı olarak da tanımlanır ve insanı kendi mental ve fiziksel konfor alanından çıkmaya doğru dürten sağlıklı ve işlevsel bir kaygıdır.

Varoluşçu akım, Martin Heidegger’in terminolojisine bağlı kalarak, insanın dünyadaki konumunu atılmış – fırlatılmış (thrownness) olarak özetlemiştir (Heidegger, 2011). Bireyler bu dünyaya kendi seçimlerinin dışında gelirler. Kendilerini bir aileye, şehre, ülkeye, kültürel, etnik, dini gruba doğmuş ve yaşar şekilde bulurlar. Bunların yanında kendilerini belli bir beden ve öznelliğin içinde bulurlar. Varoluşçu yaklaşıma göre de yaşamda baş edilmesi en zor gerçek bu “fırlatılmış – atılmış” durumdur. Ancak, birey kendini her ne kadar belli iç ve dış şartlarda yaşarken bulmuş ve buluyor olsa da aslında varoluşsal olarak da özgürdür. Bir bakıma, varoluş paradoksal bir şekilde bireye hem sınırlar hem de özgürlük sunmaktadır.

Varoluşçu kuramların genel odak noktası insan varoluşunun, ölüm gerçeği ve yaşamda zaman zaman yaşanan umutsuzluklara rağmen hayatta kalma ve anlamlı bir yaşam ile tatmini yakalama çabasını anlamaya çalışmaktır (Wong, 2006).

Hümanist ve varoluşçu kuramların kişiliğe dair sistematik bir incelemesi olmamakla birlikte, insan deneyiminin bütüncül bir şekilde ele alınması gerektiğini ve insanın belki de kişiliğinden de fazlası olabilecek bir varlık olduğunu ortaya koymaları, en özgün önermelerinden biridir.

Önde gelen hümanistik kuramcılardan, ABD’li psikolog Carl Rogers, otantiklik kavramına vurgu yapmış ve psikolojik sorunların kişilerin kendileri olma cesareti gösteremedikleri için başka biri olmaya çalışmasından kaynaklandığını öne sürmüştür (Rogers, 1951). Kişinin varoluşsal çatışmaları çözümlemek adına yaptığı seçimleri sahiplenmesi ve bunların kendi özgür iradesinin ürünü olduğunu kabullenmesi, hem kaygı verici bir sorumluluğu taşıma olgunluğuna hem de kişinin anlam duygusuna dayanak sağlar.

Varoluşçu psikoterapi türleri içinde en yaygın tanınan ve uygulananlardan biri olan “Logoterapi” ise, Psikiyatrist ve filozof Viktor E. Frankl tarafından geliştirilmiştir (Frankl, 1957). Varoluşçu bir analiz zemininin üzerine konumlanan logoterapinin temel söylemlerine göre, en zor koşullar altında bile yaşamın her zaman anlamı vardır ve bireyin yaşam motivasyonu yaşamda anlam üretme arzusundan gelir. Ayrıca, yaşamda deneyimledikleri, yaptıkları ve kaçınamadığı acı ve zorluklarda anlam üretme özgürlüğü yine bireyin kendisine aittir.

Logoterapiye göre insanın varoluşu üç boyuttan oluşur; bedensel, psikolojik ve spiritüel boyutlar. Spiritüel boyut insanın yaşamda anlam bulma, hedef odaklı olma, arzu, seçim, sevgi, hayal etme, soyut düşünme, üretkenlik, kendini keşif ve kendini aşma (transandans) kapasitelerini barındırmaktadır. Kişinin kendini tinselliğinde konumlandırabilme derecesi de spiritüel boyutunun gelişmişlik düzeyine bağlıdır. Anlam arayışı ve arzusu insan varoluşunun temelinde yatmaktadır. İnsan, yaşamını her türlü kaos, adaletsizlik, acı ve sıkıntıya rağmen anlamlandırmayı arzular. Ancak, yaşamda anlam bulma ve üretme yolculuğunda boşluk, şüphe, ümitsizlik ve materyalizm gibi karşına engeller çıkar.

Varoluşsal Meseleler

Temel varoluşsal meseleler olarak kabul edilen kavramlar ölüm, anlamsızlık, yalnızlık (izolasyon) ve özgürlüktür (van Deurzen, 2005). Her varoluşsal mesele, kendi karşıtı ile birlikte yaşamda var olur ve bu meselelerin herhangi bir çözümü yoktur.

Her bireyinin öleceği bir gerçektir. Yine de sonluluğu ile beraber yaşamak yaşamın getirdiği en büyük meydan okumalardan biridir. Sonunun olduğunu bilmek bireyin bu yaşamda geçirdiği zamanı ve deneyimlediklerini değerli kılandır.

Varoluşçuluk en temelde yaşamın anlamsız olduğunu söyler ve bunu bireylerin sonluluğuna bağlar. Sonuçta ölecek olan birey, yaşamın anlamsız olduğunu düşünebilir. Bu noktada varoluşun bireylere getirdiği diğer bir meydan okumayla karşılaşılır. Viktor E. Frankl hayatta temel bir anlam olduğunu, ancak bunun çabuk ulaşılacak bir yerde olmadığını, insanın bu anlamı arayarak bulması gerektiğini savunmuştur (Frankl, 1979). Sartre gibi başka felsefecilere göre ise, aslında yaşamda anlam yoktur ancak insanlar bu gerçeği kabul edemezler ve anlam varmış gibi yaşamak zorundadırlar (Sartre, 1960). Buradan varoluşçuluğa dair şöyle bir genel bakış açısını benimsemek uygun olabilir: Yaşamın anlamsızlığına temas edilerek yaşam anlamlı hale getirilebilir. Yaşam bireylere anlam getirmez, bireylerin kendi anlamlarını bulmaları gerekir.

Diğer bir mesele ise yalnızlıktır. Burada varoluşçuluğun kastı arkadaşsız, sevgilisiz veya partnersiz olmak değil, en temelde varoluşsal bir izolasyondur. Bu yalnız doğmuş ve yalnız ölecek olmaktan da öte bir yalnızlıktır. Her birey kendi öznelliğinde yalnızdır. Kendinden başka hiç kimse varoluşunun tüm boyutlarında olup bitene gerçekten eşlik veya tanıklık edemez. Ancak yine her meselenin kutbu ile var olması gibi, varoluşsal olarak yalnız olmak da bireylerin diğerleri ile ilişkilenmesini sağlar. Birey kendi varoluşsal yalnızlığıyla buluştukça başkaları ile de gerçek anlamda buluşabilir hale gelir.

Varoluşçuluğun son olarak karşımıza çıkardığı mesele özgürlüktür. Burada dikkat edilmesi gereken en önemli yerlerden birisi, varoluşçulukta özgürlük anlayışının, günlük yaşamda kullanılan ve genel olarak bir tür keyfiyeti işaret eden halden çok farklı olmasıdır. Aslında özgürlük, varoluş üzerindeki en büyük yüklerden biridir. Varoluşçuluk her bireyin özgür olduğunu öne sürmektedir. Ancak bu özgürlük bireyleri ürkütür ve kaygı uyandırır. Aslında, anlatılan dört mesele haricinde hiçbir gerçek zorunluluk ya da sınır yoktur. Yaşam bireylerden, bu dört durum haricindeki her durumda sürekli seçimler yapmasını, bir şeyi seçince de doğal olarak diğer seçeneklerden vazgeçmesini ister. Bir yolu seçerken diğer yollardan vazgeçmiş olmak ve buna kendi başına karar vermiş olduğunu bilmek, sorumluluk kavramını da ortaya getirir. Bu haliyle, her birey seçim hakkına sahiptir ve seçtiği ve seçmediği her şeyin sorumluluğunu baştan kabul etmiş sayılır. Bu sebeple birçok kişi özgürlüğün yükünden kurtulmak için seçmemeyi seçebilir.

 

TOPARLAMA VE YORUM

İnsan ruhsallığının ve davranışlarının karmaşık dinamikleri, ülkemizde özellikle son seçimlerde ortaya çıkan tablodan sonra daha da çok merak uyandırmaktadır. Yaşam kalitesinin göstergeleri olan somut verilerde süregiden kötüleşmelere rağmen seçmenin tercihlerinin değişmeye bu kadar dirençli olması, insan olgusunu anlamak ve yorumlayabilmek için “görünenlerin” çok daha derinine bakmak gerektiğini, bu kez sadece ruh sağlığı profesyonellerine değil, aslında merak eden herkese gösteriyor. Sadece meraka değil, değişim ümidine ve insana, dolayısıyla dünyaya duyulan güvene yapılan yatırım da zorlu bir sınamadan geçiyor bu zamanlarda. O halde insanın ihtiyaçları, motivasyonları ve niyetlilikleri üzerine, tahmin ve ümit edilenden daha ötesini anlatan öğretilerin mesajlarına artık daha da ciddiyetle itibar etmek gerekiyor. Bu aynı zamanda, varoluşumuzu idame ettirmek için bugüne kadar tutunduğumuz inanç ve ümitlerden de mesafelenmeyi gerektirmesi bakımından, tekinsizlik içeren bir çaba olacaktır. Tabii her devinimin kaçınılmaz olarak tekinsizliği ve konfor alanından uzaklaşmayı içermesinden hareketle, bu durum yaşamın yeni bir öğrenme ve dönüşüm daveti olarak da okunabilir.

Dürtü kuramının temel önermesine göre insan haz odaklıdır ve bu hazzı riske atma potansiyeli olan tehdit ve tehlikelerden kaçınacak biçimde davranışları bilinçdışı etkilerle yönetilir. Nesne ilişkileri kuramına göre, en erken dönemdeki nesnelerle, yani bakım verenlerle kurulan ilişki deneyimleri içselleşerek ruhsal dünyada çeşitli temsiller oluşturur ve bu temsillerin gölgesi, başkalarıyla kurulan ilişkilerimizin üzerine az ya da çok düşer. Bağlanma kuramının odağı, erken dönemde sevgi nesnesi ile tutarlılık gösteren ilişki sayesinde oluşan güvenlik hissinin üzerindedir ve bu güven hissi yetişkinlikte diğer insanlarla kurulan ilişkilerde de varlığını sürdürme eğilimindedir. Kapsama-kapsanma kavramı, yine güvenlik üzerine temellenmekle beraber, duygularına gömülü halde kalmadan anlamlandırabilme ve yönetebilme becerisinin gelişimine de atıf yapar. “Yeterince iyi anne” kavramı, aynalama üzerinden güvenlik vurgusunu içerir. Bebeğin baş edemediği yoğunluktaki aşırı uyaranlar karşısında annenin uyarı kalkanı işlevi, bir tür korunma sağlar. Deri-ben işlevi, benzer biçimde, güvenlik ve korunma odaklı bir bakış sunar. Kişilerarası psikanaliz, temel ihtiyaçlar olarak güvenlik ve tatmin olgularını ön plana çıkarıp, yaşamda kalmak için ebeveyne bağımlılık konusunu merkezine alır. Benlik psikolojisi, yetersizlik duygusu ve onu aşabilmek için güç arayışı konularını vurgular. Ruhsallığa varoluşçu bakış ise, haz, güvenlik, korunma, tatmin, yetersizlik, güç gibi olguların varlığını reddetmemekle beraber, insanın olanaklılıklarını daha da öteye taşıyıp, sorumluluk ve özgürlük üzerinde durur.

İlişki temelli ve bilinçdışı odaklı psikoloji kuramların yanına varoluşçu kuramı da koyup bir toplu bakış çabasına girişecek olursak, insan ve kitle davranışlarını yönlendiren etkenlerin gerçekçi biçimde irdelenmesi sonrasında, seçim sonuçlarının sürpriz olmadığını ve seçmenin önemli bir kısmının tercihlerinin değişmeye dirençli olacağını çıkarsamak zor değildir. Tasavvufun, Alevi-Bektaşiliğin, felsefenin zengin tarihi, içerikleri ve davetlerine karşın, genel olarak anlam ve değer odaklı, yani ilke odaklı yaşam sürdürmenin, tinsel boyutta konumlanabilmenin zayıf olduğunu görmekteyiz. Buradan hareketle, bahsi geçen bu kitlelerin temel odaklarının daha çok haz ve güç üzerine olacağını öngörmek zor olmaz. İlkeli ve anlam odaklı yaşamaya mesafeli olmak, büyük olasılıkla yeterince desteklenmedikleri, sevilmedikleri, kapsanmadıkları ve güvende hissetmedikleri erken çocukluk deneyimleri ile de birliktelik göstereceği için, bu kitlelerin genel olarak korunma, güvenlik ve güç odaklı yaşayacaklarını varsayabiliriz. Yani perde arkasında korkunun yönettiği güvenlik ve güç ihtiyacı dururken, bu ihtiyaç, neredeyse ebeveynin ikamesi olan bir otorite tarafından bir şekilde karşılandığında ise duyulan “coşkuyu” terk etmek hiç kolay değildir. Yakın geçmişe kadar, yüksek öğrenim görmüş, sanatla ve edebiyatla ilgili, özellikle modern dünya ile entegre halde olan bir insanı gördüğünde onunla kendi zihninde kot farkı içeren bir ilişki kuran ve bu eşitsizliğin dezavantajlı tarafında kendisini görerek, yetersizlik, güçsüzlük, tatminsizlik ve hazdan yoksunluk deneyimleyen bir kişi, şimdi tüm bu “yüksektekilerin” artık kendisinin deyim yerindeyse “ayağının altına” getirildiğinin farkındadır. Artık yeterli, güçlü, haz dolu, korunan ve güvende olan kendisidir. Üstelik bunlara kavuşmak için ödemesi gereken bedel de çok az gibi görünmektedir: oy ve destek vermek. Az zamanda (bir oy verecek kadar zaman), az emekle (sadece bir oy verecek kadar emek), bu ihtiyaçlarını fazlaca karşılamaktadır. Üstelik bu esnada yaptığı aşırılıklar (emniyet şeridi ihlal etmek, insanlara zarar vermek, hatta öldürmek, tacizcilik, vergi kaçırmak, tehditkȃrlık…) hoş görülmekte, hatta desteklenip özendirilmektedir. Bu yönleriyle ne kadar da çok erken dönemdeki bebek ve bakım veren ilişkisini andırdığını söylemek hatalı olmayacaktır. Şu anki otoriteden başka, bu benzersiz güven, haz ve güç karışımını kendilerine sunabilecek başka bir erk ya da seçenek görünmemektedir.

Temel güvenlik hissini içselleştirerek büyümüş, sorumluluk, seçim ve özgürlük kavramlarını ve pratiklerini yaşamının içine taşımış bir insan, kendisini değerli, güçlü, yetkin ve önemli hissetmenin yaşam boyu sürecek bir çaba gerektirdiğini, temel dayanağının kendisi olacağını, bu nedenle de işinin “kolay olmadığını” bilmektedir. Ayrıca, sorumluluk bilinci gereğince başka insanların da hak ve hukuklarına duyarlılık gösterecek şekilde, kendi ihtiyaçlarının tatmin düzeyini ayarlaması gerekecektir. Bunca emek, yorgunluk ve üstelik belirsizlik içinde, tüm anlam ve değer oluşturma çabalarını üstlenmek yerine az zamanda az emekle çok haz elde etmenin çekiciliği azımsanamaz.

Alım gücünün azalması, yaşam konforunun giderek düşmesi, tencerenin boş olması, bu çekici teklifi ve dolayısıyla seçmen tercihlerini değiştirebilmek için fazlasıyla zayıf kalan etkenler olmaya mahkȗmdur. Temel ihtiyaçları “zamanında” yeterince karşılanmamış, tinsel boyutta kendisini konumlandırması güdük kalmış birinin, siyasi erk hangisi olursa olsun, kendi kaynaklarını oluşturma, geliştirme, kendi yaşam konforu üzerine düşünme ve çabalama özellikleri de büyük olasılıkla zayıf kalacağı için, dolaylı bir sonuç olarak, maddi kazancı ve yaşam konforu benzer düzeylerde olacaktır. Bu bakımdan siyasi erk değişikliğinin bu kişilerin yaşam kalitelerinde belirgin bir farklılık doğuracağına inanmalarını beklememek gerekir. Ancak, yukarıda da değinildiği üzere, siyasi iklimin değişmesi halinde, kaybetmekten ve bir daha geri alamamaktan korktukları şeylerin etkisi öylesine kuvvetlidir ki, bu değişikliğe bütün güçleriyle karşı koyma çabaları anlaşılabilir.

Bu koşullar altında, durum gerçekten ümitsiz mi? Köşeye mi sıkıştık? Aslında, hep olduğu gibi, devinimin içindeyiz. Belki en az 2-3 kuşak geçmesi gerekecek buradan “öteye” uzanabilmek için. Tabii o “ötede” bizi neyin karşılayacağını sadece pasif olarak seyretmek ve kendi sözde güvenli alanlarımızda izole kalmak dışında, etkin bir alternatifimiz var. Herkes kendi “en iyi başarabildiği işler” üzerinden başta gençlere, sabırlı, kapsayıcı, güven veren ve tutarlılık gösteren davranışlar ve tutumlar bütünüyle yaklaşır ve bu vesileyle insanlığa hizmet ederse, o birkaç kuşak sonrası için ürünlerini vermek üzere atılan tohumların sayısı artar. Yeter ki, değil 21 yılı, bir insan ömrünü dahi fazla uzun görüp de yılgınlığa ve ümitsizliğe düşüp orada saplanıp kalmak olmasın. Tutarlı ve zemini güçlü her çaba, kendi doğru zamanında karşılığını bir yerlerde, bir şekilde bulacak nasıl olsa.


KAYNAKÇA

Adler, A. (1927). The feeling of inferiority and the striving for recognition. Internationale Zeitschrift für Individualpsychologie, 5, 12-19.

Adler, A. (2010). Knowledge of people. Introduction. Chapter 1-3 (translated by EG Balagushkina). Psychology and Psychotechnics, (12), 22-36.

Ainsworth, M. D., & Bell, S. M. (1974). Mother-infant interaction and the development of competence. içinde K. Connolly & J. Bruner (Eds.), The growth of competence (pp. 97-118). New York: Academic Press.

Ainsworth, M. S., & Bowlby, J. (1991). An ethological approach to personality development. American psychologist46(4), 333.

Anzieu, D. (1995) Deri-Ben, (Çev: Nesrin Tura Demiryontan), Metis Yayınları, İstanbul, 2008.

Anzieu, D. (2014). Functions of the skin ego. içinde Reading French Psychoanalysis (pp. 477-495). Routledge

Anzieu-Premmereur, C. (2015). The skin-ego: Dyadic sensuality, trauma in infancy, and adult narcissistic issues. The Psychoanalytic Review102(5), 659-681.

Arlow, J. A., & Brenner, C. (1964). Psychoanalytic concepts and the structural theory. New York: International Universities Press.

Baudin, M. (2005). Freud da hasta oldu…. Psikanaliz Yazıları11, 33-44.

Bion, W. R. (1962). The psycho-analytic study of thinking. International journal of psycho-analysis43, 306-310.

Bion, W. R. (1967). A theory of thinking. içinde W. R. Bion (ed.) Second Thoughts: Selected Papers on Psychoanalysis. Londra: Heinemann.

Bion, W. R. (1985). Container and contained. Group relations reader, 2(8), 127-133.

Bowlby, J. (1973). Attachment and loss: Volume II: Separation, anxiety and anger. içinde Attachment and loss: Volume II: Separation, anxiety and anger (pp. 1-429). London: The Hogarth press and the institute of psycho-analysis.

Bowlby, J. (1988). A secure base: parent-child attachment and healthy human development. New York: Basic Books.

Emanuel, L. (2012). Holding on; being held; letting go: the relevance of Bion’s thinking for psychoanalytic work with parents, infants and children under five. Journal of Child Psychotherapy38(3), 268-283.

Fairbairn, W. R. D. (1954). An object-relations theory of the personality. New York, NY: Basic Books.

Frankl, V. E. (1957). The doctor and the soul: An introduction to logotherapy. New York: Alfred Knopf.

Frankl, V.E. (1979). Duyulmayan Anlam Çığlığı- Psikoterapi ve Hümanizm. (Selçuk BUDAK, Çev. Ed.). içinde (s.28-36) İstanbul: Totem Yayınları.

Freud, S. (1900). The interpretation of dreams. içinde the complete psychological works of Sigmund Freud. London: The Hogarth Press, 1962.

Freud, S. (1920). Beyond the Pleasure Principle. içinde The Standart Edition of The Complete Psychological Works of Sigmund Freud, Volume XVIII (19201922), Beyond the Pleasure Principle, Group Psychology and Other Works (pp 1-64).

Heidegger, M. (2011). Existence and being. Read Books Ltd. (orijinal kitabın yayınlanma tarihi: 1949)

Horney, K. (1942). Self Analysis. New York: WW Nor-ton & Company. Inc.

Kernberg, O. (1975). Further contributions to the treatment of narcissistic personalities: A reply to the discussion by Paul H. Ornstein. The International Journal of Psycho-Analysis56, 245.

Kierkegaard, S. (1981). The Concept of Anxiety içinde (s.42). New Jersey: Princeton University Press.

Klein, M. Contributions to Psycho-Analysis 1921–1945. London: Hogarth Press

Main, M., Kaplan, N., & Cassidy, J. (1985). Security in infancy, childhood, and adulthood: A move to the level of representation. Monographs of the society for research in child development, 66-104

Marty, P. (1991). Zihinselleştirme ve Psikosomatik. (E. Y. Sever, Çev.) İstanbul: Bağlam Yayınları. 1998.

McWilliams, N. (2010). Psikanalitik Tanı. (E. Kalem, Çev.) İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları (orijinal kitabın yayınlanma tarihi 1994).

Parman, T. (2007). Annelik üzerine bir psikanalitik sözlük denemesi. Psikanaliz yazıları14, 15-22.

Rogers, C. R. (1951). Client-centered therapy: Its current practice, implications and theory. Boston: Houghton Mifflin.

Sarısoy, G. (2016). Winnicott’ın Gerçek Benlik ve Sahte Benlik Kavramlarının Bir Vaka ve Terapi İlişkisi Bağlamında İncelenmesi. Ayna Klinik Psikoloji Dergisi3(1), 1-15.

Sartre, J. P. (1960). Search For a Method, New York: Random House, Vintage Books.

Sullivan, H. S. (1964). The illusion of personal identity: The fusion of psychiatry and social science. New York: Norton.

Van Deurzen, E., Arnold-Baker C. (2005). İnsan Meselelerine Varoluşçu Bakışlar- Terapi Uygulama El Kitabı. (F.J. İÇÖZ, Çev. Ed.). içinde (s.36-40) İstanbul: Aletheia Kitap.

Winnicott, D. W. (1955) The depressive position in normal emotional development. Brit. J. Med. Psychol., 28: 89–100, 1955.

Winnicott, D. W. (1956). Primary maternal preoccupation. The maternal lineage: identification, desire, and transgenerational issues içinde (s. 59-66). Melbourne: Routledge Press

Winnicott, D. W. (1960). The theory of the parent-infant relationship. International Journal of Psycho-Analysis41, 585-595.

Wong, P. T. (2006). Existential and humanistic theories. içinde J. Thomas & D.Segal (Ed.), Comprehensive handbook of personality and psychopathology (Vol.1). NewYork: Wiley.

Zabcı, N., Erol, E., Şimşek, Ö. F. (2018). Ebeveyn çocuk kapsayıcı işlev ölçeği geliştirme. Türk Psikolojik Danışma ve Rehberlik Dergisi, 8(51), 190-212.


[1] İntrapsişik: Bireyin kendi psişe (psyche) sinin içinde bulunan anlamına gelir. Metindeki kullanımıyla, kişinin kendi iç dinamiklerine, başka kişi ya da olguların etkisinden izole edilmiş haliyle yaklaşmak ima edilmektedir.