Kaygı

… böylece, düşünceye bir sınır çizmek, ya da, daha çok – düşünmeye değil, düşüncelerin dile getirilişine…

… sınır, öyleyse, yalnızca dilin içinde çizilebilecektir…

ve sınırın ötesinde kalan da, düpedüz saçma olacaktır.

ludwig wittgenstein

EMOJİ

meleketimden insan manzaraları’nın bir yerlerinde, şaşıran ahçı mahmut, “bitti mi?”diye sorunca, mustafa: “hayır bu daha başı” diye cevap verir… mahmut: “peşrev gibi bir şey öyleysem”der… işte bu yazının girizgâhı da ister istemez öyle bir şey olacak…

çin’de ve litvanya’da, tayland veya fransa’da ne konuşurlar nasıl konuşurlar bilemiyorum ama, türkiye’de konuşalan yani türkçe dili giderek, hatta ecnebice söylemek gerekirse galopan bir hızla kötüleşiyor, yozlaşıyor…

mesela yolda karşılaştığınız bir arkadaşınız güya size dert yanıyor: “ah sorma kardeş… moralim çok bozuk…”, ya da “bırak allanıseveren, zaten piskolojim yerlerde sürünüyor…” diye mızmızlanıyor… artık ne demekse…

yine de zamane, daha çok çağdaş bir türk vatandaşı olarak adamın efkârının ne olduğunu, ya da ne demek istediğini üç aşağı beş yukarı kestirebiliyorsunuz…

hatta anlıyorsunuz… belki de.

ancak içinde bulunduğu ruh hâlinin ne moralis ne de psychologia ile yakından uzaktan hiçbir ilgisi olmadığını da anlıyor musunuz?…

belki de adamın anlatmak istediği, biraz dertli, biraz sıkıntılı, yorgun belki de aşırı üzgün falan olduğudur… ya da kızgınlık, esef, korku ve diğerleri…

ve anlatmak istediği, ifadesi, meramı, hâlet-i rûhiyesi; moralis ve psychologia’nın karşılıklarının, anlamlarından, etimolojilerinden binlerce fersah uzağa düşmelerine rağmen..

üstelik anlatmak için kullandığı araçlar da kat’iyen bize ait olmayanla…

bozula bozula dilin, ifadelerin kavramların artık anca bu dertlere ve bu sıkıntılara karşılık kullanıldığını kestiriyorsunuz; yersiz ve ilgisiz olduklarını, ama yine de kullanıldıklarını, kullananların da niçin kullandıklarını kestiremiyorsunuz…

ya da kestiriyorsunuz…

söylenecek bir şeylerin giderek çarpıtılarak, deforme edilerek…

güya afilli, fiyakalı ya da bilmiş, ukala pozları ile…

anlamlarını kendi isteklerine ya da gösterişlerine göre…

bilerek ya da bilmeyerek bozarak, çarpıtarak kullanmaları…

işte bu, dili harap ediyor…

dil ki düşünce ve duygularımızın en asil tercümanıdır…

…giderek soysuzlaşıyor…

tek bir misal olarak, sokakta karşılaşan iki kişiden birinin moralinin ya da pis-kolojisinin bozuk olma ifadesi bu karmaşa ve soysuzluğa ne ilk ne de son noktayı koyuyor…

ionescu merhum: “kelimeler her şeydir” demiş “gerisi ise boş gevezelik.” sanırım üçüncü perde sonlarına doğru da berenger’in direnmesi de bu yüzden…

her neyse… ve bu peşrev bu minval üz’re daha da uzar…

İNTERMEZZO

moral ile başlayacak olursak…

mesela…

latince moralis’ten; fransızca başta olmak üzere diğer dillere de geçmiş olan bir kelime.[1]

ahlâk, terbiye, gelenek, töre, örf, teamül…

bir insanın cemiyet içerisinde doğru davranış şekilleri… (bu daha geçerli…) ya da cicero’nun dediği gibi: hâl ve tavırlara.. yakışmak, sadık kalmak!..

bu açıklamaya göre moralinin bozuk olduğunu ya da daha iyisi demoralize olduğunu söyleyen birisini düşünün.

ve bozuk olduğu söylenen moralin yerine yukardaki açıklamalardan birini koyun…

şimdi okuyun…

mazallah… bir de olaya tüy diken:

bozuk böyle bir morallerin tamir(!) edilebilmesi için bir takım resmî kurumların, deniz kenarlarında, yandaşları için özel binalar tahsis edip kamplar kurmaları…

psikolojiye gelince.

psyche eski grekçeden soluk, nefes ya da hal olarak çevrilebilir.

ruh diyebilir miyiz diye de kendi kendime soruyorum…

tin diyemeyeceğim…

çünkü bana o asaleti hatırlatmaktan çok, yere düşen bir teneke parçasının sesini hatırlatıyor…

toparlarsak psikoloji’nin etimolojik açılımını: soluk, nefes, hal bilimi ya da mantığı olarak ifade edilebilir miyiz?..

bu açıklamalardan sonra herhangi birisinin psikolojisinin hiç oe iyi olmadığını beyan etmesiyle bu birisinin ne demek istediği oldukça güç anlaşılır bir durum…

sanırım daha çok da emojiye giriyor…

ya da birazcık ciddiyetimizi takınmamız icap ederse: pseudo– veya paraetimolojiye

ama diyeceksiniz ki; bu ve buna benzer kelimeler dilimize öylesine girmiş bir kere…

kullanılıyor bir kere…

doğru ya da yanlış…

her neyse…

sen anlıyorsun ya… yeter…

bırak peşini…

MİTOLOJİ

burada pek yeri olmayabilir ama psyche’nin – mademki sözü edildi – onun kral ve kraliçenin üç kızından biri olduğunu söylemeden geçmek olmaz…

hem de en güzeli…

onun venus’ün kızı olduğu dedikoduları etrafta dolaşmaya başlayınca venus cupid’i psyche’yi cezalandırması için yollar. fakat işe bakın ki cupid okunu psyche’ye doğru atacağı yerde kendisini vurur ve psyche’ye aşık olur… tabii bütün bunlar lucius apuleius madaurensis ya da diğer adıyla platonicus’un anlattıkları… zaten biz de onun yalancısıyız…

neyse ki bir teselli olarak uzun zamanlar içerisinde bu güzel kızın güzel ismi hiç olmazsa tababetin kullandığı anlamla bir şekilde müsemma…

ETİMOLOJİ

dediğim gibi psyche’nin – mademki sözü edildi – bilip bilmeden, ‘bozulma’ ya da ‘yerlerde sürünme’ gibi yukarlardaki tariflere dûçar olan halleri haricinde, mustarip olduğu gerçek durumları da vardır.

mesela psyche zaman gelir efkârlanır…

bazen etrafına bakar endişe eder…

kimi hallerde müteessif bazı durumlardan dolayı (maalesef !) esef etmek gibi bir durumda kalabilir… pişman olur… hüsrana uğrar…

ve belki de bir çekmecelerin kuytu bir köşelerine saklanmış tahassürle bu anın geçmesini bekler…[2]

psyche korkar…

geçmişte kalandan dolayı hayıflanır…

bir de yukardaki hallerden kimileriyle beraber geleceğe de kimi zaman kaygı ile bakabilir…

efkâr mesela: anadolu’nun bir ücra kasabasında, haliçteki köprüaltı koltuk meyhanesindeki sohbetler hatırlanır… efkârlanılır…

yavukludan ayrı düşülmüştür…

efkârlanılır…

hiç bir sebep yokken burgaz’da gece yarısı sahilde, mehtaba bakarken…

efkârlanılır…

bütün bunlar, bir insanın efkârlanmasının ne demek olduğunun basit misalleridir…

eğer ince eleyip sık dokumaktan imtina eder ve efkâr’ın bir karşılığının da pek fakir olabileceğini bir an için bir kenara bırakacak olursanız, genelde lügat karşılığının fikir ya da fikirler olduğunu tespit edebilirsiniz…

mutlaka, kökü fikir’den gelenle, mehtaba karşı şişenin dibine vurup efkârlanmanın, bir yerlerde bir bağlantısı olsa gerek…

ya da olmaması..

endişe…

farsça: andişa, orta farsça ya da pehlevi: hanteşak/hanteşişn…

yani bildiğimiz: düşünmek… demek ki biz basit gibi görünen düşünceyi zaman içerisinde çok derinlere indirip oldukça endişelenebiliyormuşuz…

kaygı’ya gelince: eski türkçede bir kaymak bir de kadhmak fiili var. oğuz lehçesinde sonradan tüm dh’ler y olunca kadhmak’ta kaymak olmuş. öte yandan kat/katmak kökünün bazı türevleri de kadh- biçimini alınca işler iyice karışmış…

ilgilenmek, mânen yönelmek, merhamet duymak anlamına gelen kadhmak fiili divân-ı lügat-it türk’te kaymak olarak geçiyor, ama aslının dh ile kadhmak olduğu açık… çoğu türevleri de dh ile yazılmış…

kadhğu acıma-tasa demek… bugün buna kaygı diyoruz.. kadhğurmak ise birisi için tasalanıp merak etmenin eski türkçesi… bugün kayırmak deniyor ve anlamı biraz kaymış… [3]

KAYGI AMA…

feylezof rıza tevfik’in “altın saçlı haticem” ’de hatice’sine öğütler verirken şiirinin bir yerine şu dörtlüğü yerleştirmiş…

düşündüğüm hep budur

saadet bir kaygudur

o bir garip korkudur;

maksat olursa bizce…

hececilerin belli bir ölçü, ritm ve anlam basitliği içerisinde unutulan ve ne yazık ki günümüze kadar gelemeyen melodik ve naif şiirlerden bir tanesi…

yukardaki dörtlük asıl şiirin bütünü içerisinden rahatlıkla ayrılabilen ve tek başına durabilen bir aforizma tadında aslında…

dörtlükte kaygının; korku, endişe, anksiyete ve diğerleri gibi yakın akrabalarının, eninde sonunda ─ mesela buradaki saadet gibi – bir maksada matuf olması; felsefî ve tıbbî olmasa bile, edeben güzel anlatılmış gibi geliyor bana…

ufkun ötesindedir kavuşulmak istenen…

bir fata morgana… ve bu fata morgana’nın ötesindedir, daimi sağlık, refah, mutluluk ve diğerleri…

bunların toplamıdır insanların saadeti…

sanırım bizleri kaygılandıran ve ara sıra korkutan da; şairin dediği gibi, bunların bizce maksat olmalarıdır… belki..

bir de mesela…

sağlık, refah ve mutluluğun yanında bir başka açıdan da baktığımda…

mesela en basitinden; asrımızda artık insanların birbirleriyle olması gereken münasebetlerinin en asgariye inmiş olması…

mesela bazen e-posta denilen o garip devasa konağın koridorlarına bakan sımsıkı kapılarla örtülmüş odaların ıssızlığı…

ürkütüyor beni…

kimselerin duymak istemediği, kimselerin de duymadığı sessizlikle bağrıyorum bazen: “kimse yok mu orada?..” bir ses bir söz duyabilmek maksadı ile… sessizliğin gümbürdeyen yankısı…

ve bu sessizlik kaygılandırıyor beni…

artık gözleri iyi seçemeyen birisi için fil’i ancak böyle tarif edebiliyorum…

TIP

felsefenin bilmiyorum ama; tıbbın kaygı ve benzeri diğer komşu depresif anomaliler (!?) için bulabildiği tedavi usulleri…:

“lütfen şuraya uzanın ve çocukluğunuzu anlatın bana” dan… bir takım antidepresan haplara ki eğer bunlarla da tedavilerden yeterli cevap alınamıyorsa: tazyikli su, elektro şok’lara kadar uzanabilir…

başkaca da geçerli tedavi ve çareleri de yok sanırım.

kaygı verici…

CİDDİ OLARAK…

diğer taraftan psikolojinin felsefenin bir yan disiplini olmaktan çok giderek onun bir ana disiplini olarak kavranmaya başlandığı, bilmem söylenebilir mi?..

psikiyatr ve filozof karl jaspers, (nedense bu sıralarda adı sık sık anılır oldu…) hayatı boyunca felsefenin, psikolojinin, psikiyatri ve tıbbın sınırlarını aşmak veya bağdaştırmak için uğraşmış…

zaten mayıs 2010’dan beri heidelberg üniversitesinde ihdas edilen karl-jasper kürsüsü, felsefeyle psikoloji arasında kurulması gereken köprünün eğitimi için de bu amaçla kurulmuş…

bana pek âşinâ olamamakla beraber felsefenin, psikoloji ve psikiyatri için ne gibi görevler yüklenebilir sorusuna ise şunları söyleyebilir miyiz bilmem;

  1. psikiyatrinin ilk olarak ana kavramlarına bir açıklık getirmek…
  2. paradigmal yansımaları ve metodları üzerine araştırmalar… ve nihayet
  3. psikiyatrinin ana tasarımlarını belirlemek.

KARŞILAŞTIRMA

kimi zaman merdivenlerin üstünde tedirgin, ne yapacağını bilemeyen ve en önemlisi de tuhaf şeyler düşünmesiyle meşhur galip usta gibi ben de kimi zaman tuhaf şeyler düşünürüm.

mesela iki kişi bir kırmızıya baktıklarında acaba hangi kırmızıyı gördüklerini çok merak ederim…

buna benzer tuhaf bir benzetmeyi michael ende bir kitabının önsözüne koymuş.

ve demiş ki: “eğer ağaç sözcüğünü mors alfabesi, kril alfabesi veya çin ideogramlarıyla görsem ve bu yazıların yabancısı olsam, o zaman bunların herbirinin de ayrı şeyler olduğunu düşünmeyecek miyim ?” ya da aynı şeyler olduğunu…

böyle bir sorunun cevabını verebilmek için; kaygı’nın bir yerlerde almancasını, fransızcasını, ingilizcesini ya da macarcasını gördüğünüzde, onun hakika ten bir kaygı olup olmadığını nasıl anlayacaksınız (!)…

concern, consideration, doubt, disquiet, anxiety, worry, fear, care, apprehension, preoccupation, solicitude, worrying, worried, disquietude, perturbation… Angst, Anliegen, Sorge, Besorgnis, Trennungsangst, Hauptanliegen, Belang, Bedenken… l’anxiété, preocupations au sujet de

bir sürü ağaç…

kaygı, endişe, efkâr ve buna benzer ruhsal durumların tarifi için bir sürü kelime…

oldukça kaygılandırıcı bir durum…

malûmatfuruşluk, bilmişlik ve ukalalıklarla; kaygı hakkında yazı yazma ödevinin oldukça uzağına düştüm sanırım.

eskiden okullarda, edebiyat faslında tahrir denilen bir ders vardı.

bir konu verilir ve onun hakkında bir yazı yazılması istenirdi talebelerden…

hoca, bazı tahrir ödevlerinden, konunun uzağına düştükleri ya da konu ile hiç alakaları olmadığı için beş hatta altı not birden kırardı…

takdiri size bırakıyorum.


dipnotlar:

[1] sözcük değil… her ne kadar söz VIII yy.’dan sonra kullanılmışsa da, sözcük 1969’da konuşma diline sokulmuş. bir küçültme ekini söz’ün sonuna ekleyerek; yeni bir şeyler bulma işgüzarlığı, aslına dönme telaşı ve de özleşme gibi kaygılarla(!) sanırım moral-bozukluğu ile aynı noktaya dönüyoruz… hançerlioğlu’nun söz’ün karşılığına koyduğu lakırdı, kelâm, kavil ve lâfız’ın hemen altında sözcük için kullandığı karşılık ise yalnızca kelimedir… kelime… ve hançerlioğlu lügatında, ne lakırdı’nın, ne kelâm, kavil ve lâfız’ın ne de en önemlisi kelime’nin karşılığını vermemiş… bütün bunlara karşın bir ufacık söz tekmil meramımızı anlatmaya kadir olmuş…

[2] yukardaki kelimelerin hiçbirini türk dili sözlüğünde bulamazsınız… zira bunlar türkçe dilinde kullanılmazlar (!)

[3] sevan nişanyan’dan alıntı..