Marx, ilk birikim teorisi çerçevesinde her şeyden önce kapitalist üretim biçiminin kökenini ve oluşum sürecini ve koşullarını araştırmaktadır. Fakat bunu yaparken aynı zamanda toplumun, mülkiyetin ve devletin kökenini de araştırmaktadır. Marx bu araştırmasını dilin, değerlerin ve erdemin kökenine ilişin araştırmayla ilişkilendirmektedir. Bu konuda öncelikli olarak başvurulması gereken iki önemli kaynak metin vardır. Bunlardan kronolojik olarak ilki, Marx’ın Grundrisse’de kapitalist üretim biçimine öngelen üretim biçimlerini ve mülkiyet ilişkilerini incelediği bölümdür. İkinci metin, Das Kapital’in 24. bölümünün konusu olan ilk birikim çözümlemesidir. Kronolojik olarak ilk olan metin sonraki metnin hem kaynağı hem de tamamlayıcısıdır. Sonraki metin ilk metnin daha çok üretimi merkeze alan bir özeti olarak okunabilir. Fakat sonrakine öngelen zengin araştırmayı görmek için ikincisini de muhakkak beraber okumak gerekmektedir.
Marx bu başlık altında toplumun ve devletin kökenini araştırdığı için, bu bağlamda geliştirdiği düşünceleri, felsefe tarihinde toplumun ve devletin kökeninin açıklamasına ilişkin, yöntem bakımından oluşmuş olan iki düşünce geleneğiyle ilişkili olarak ele alınmalıdır. Bunlardan ilki Hobbes, Locke, Rousseau ve Kant gibi filozoflar tarafından temsil edilen sözleşmeci gelenektir. Diğeri Montesquieu, Hume, Adam Smith ve Adam Ferguson gibi filozofların temsil ettiği tarihsel-sosyolojik okuldur. Bu iki okul arasındaki fark, toplumun ve devletin kökeninin rıza ve rasyonel olarak düşünülüp uyulmuş bir sözleşme mi yoksa çıkar, güç ve iktidar kavgaları ve şiddet mi olduğuna dairdir. Montesquieu, Yasaların Ruhu’nda, İbni Haldun’u andırırcasına toplumların ve devletlerin niteliğinin onları çevreleyen doğal koşullara da bağlı olduğuna dikkat çeker. David Hume “Devletlerin dayandığı sözleşmenin toplumsal sözleşme olduğu ve dolayısıyla bugünkü kuşakların bilemeyeceği kadar eskilere dayandığı söylenir,” diyor. Hume’a göre eğer bununla “vahşi insanların” güçlerini birleştirmek için yapılan anlaşmalar kastediliyorsa bunun tarihte örnekleri vardır. Aynı şekilde bununla, “hukuki olan ve vatandaşlardan bağlılık bekleyen her yönetimin uzlaşma ve gönüllü sözleşme üstüne kurulduğunu söylememiz gerekir.” Fakat Hume böyle bir sözleşmenin ön kabullerini ve içermelerini reddeder, çünkü böyle bir sözleşme “babaların çocuklarını ve hatta en uzak kuşakların bile … bağlamaya rıza gösterdiğini var saymaktadır”. Fakat Hume’a göre böyle bir sözleşmenin varlığı ne tarih ne de deneyim tarafından doğrulanabilecektir. Zira mevcut veya tarihte var olmuş devletlerin kökeninde ya bir “ayaklanma” ya “fetih” ya da her ikisi birden vardır. Bu bakımdan devletlerin kuruluşunda halkın rızasından bahsetmek mümkün değildir. Adam Smith’in Lectures on Jurisprudence başlığı altında yayınlanan hukuk felsefesi üzerine olan ders notlarında bir cümlede ifade ettiği “orijinal sözleşme kuramı temelsizdir” önermesi bu geleneği oluşturan tüm filozoflar için geçerlidir, çünkü kimse tarihte böyle bir sözleşmenin varlığına ilişkin hiçbir şey görmemiştir ve hiçbir şey duymamıştır. Tersine devletlerin kökeninde güç kavgası ve “şiddet” vardır ve devletlerin varlıklarını sürdürmelerinin nedeni korkudur. Smith’e göre devletler tüm kavgaların asıl kaynağı olan “uyrukların mülkiyetini savunmak için kurulmuştur”.
Marx, toplumun ve devletin kökenini açıklama konusunda Hegel’in Hukuk Felsefesi’nde doruk noktasına varan ve iddia edilenin aksine zorun tarihteki rolünü hiçbir şekilde mutlaklaştırmayan bu tarihsel yaklaşımı açıkça sürdürür. Bu açıdan ekonomi politiği de eleştirdiği bir pasajda Marx şöyle der: “Gerçek tarihte, en önemli rolü fethin, boyunduruk altına almanın, soygun için insan öldürmenin, kısaca zorun oynadığı bilinir. Ekonomi politiğin incelikle tutulmuş kayıtlarında ezelden beri saf ve temiz bir hava sürmüştür. Hak ve ‘emek’, ezelden beri biricik zenginleşme araçlarıydı, ama elbette, ‘bu yıl’, her zaman istisna oluşturmuştur. Gerçekte, ilk birikim yöntemleri her şey olabilir saf ve temiz (iç açıcı, pastoral –DG) olmadıkları kesindir.” Bu yıl istisna olmuştur, çünkü masal hep ancak geçişte olmuş olan olarak anlatılır ve gerçekte ne olduğuna ve olanın nasıl olduğuna olduğu gibi tanık olunan şimdiki zaman yani “bu yıl” hep masalın dışında tutulmuştur. Fakat bu yıl, gelecek yıl bu yıl olunca geçmiş olacaktır ve böylece masalın bir parçası haline gelecektir ve masallaştırma Hume’un din üzerine olan çalışmalarında gösterdiği gibi hep böyle devam edecektir. Masala konu olan olaylar, kökeni ve tarihi unutulmuş / unutturulmuş olaylardır. Marx bir sonraki paragrafta ilk birikimi kısa ve öz olarak şöyle tanımlıyor: “Demek oluyor ki, ilk birikim denilen şey, üreticileri üretim araçlarından ayıran tarihsel bir süreçten başka bir şey değildir. Bunun bir ‘ilk’ süreç olarak görünmesi, sermayenin ve sermaye ile uyuşan üretim tarzının tarih öncesi dönemini oluşturmasından ileri gelir.” Öyleyse, ilk üretim, üreticileri üretim araçlarından ayıran yani üreticileri mülksüzleştiren, eş deyişle nesnel yaşam koşullarından koparıp ayıran, soyutlayan bir süreçtir. Hemen aşağıda bu sürecin ne kadar kanlı olduğunu şöyle betimliyor: “Onların mülksüzleştirilmesinin öyküsü, insanlık tarihine kandan ve ateşten harflerle yazılmıştır.”
İlk birikim dolayısıyla mülksüzleştirme Marx’ın, Locke’un “serbest-adam” kavramını çağrıştıran bir kavramla ifade ettiği “serbest-emek” (freie Arbeit) olarak tanımladığı kategorinin oluşması ile sonuçlanmıştır. Marx, söz konusu süreçte insanın üretim ve yeniden üretim mantığında köklü bir değişim, doğayla olan ilişkisinde radikal bir değişim yaşanmış olduğunu ifade etmektedir. Marx söz konusu olan mülksüzletirmeden önce var olan “küçük serbest toprak mülkiyeti”ne dayalı üretim ile “Doğu komünü üzerine kurulu ortak toprak mülkiyetine” dayalı üretim arasında ayrım yapar. Her iki “biçimde” de işçi “doğal laboratuvarı olan yeryüzüne” yani “emeğinin nesnel koşullarına” karşı “kendi mülkiyeti olarak davranır”. Bu durumda veya tam da bundan dolayı “işçi işinden bağımsız olarak nesnesel bir varoluşa sahiptir.” Burada “nesnesel varoluş” ile kastedilen, işçinin dünyaya mülkü olarak sahip olması nedeniyle ona öznellik niteliği kazandıran nesnesinin hep karşısında duruyor olmasıdır. Felsefede, özellikle modern felsefede, diyalektik düşünce geleneğinde öznenin özne olma koşulu olarak karşısında sahiplenebildiği nesnesinin olabilmesi gerektiğine dikkat çekilir. Nesnesi olmayan özne mümkün olmayan bir şeydir. Bu nedenle bu iki üretme biçiminde işçi doğayla veya dünyayla mülkü olarak ilişkilenebildiği için nesnesel bir varoluşa sahiptir: “Birey kendisini kendisiyle mülkiyet sahibi olarak ilişkilendirir, kendi hakikatliğinin efendisi olarak.” Bu açıdan yukarıda bahsedildiği anlamda “bireyin bir işçi olarak konması” yani “serbest-adam” veya “serbest-emek” olarak “bu çıplaklıkta” konmasının kendisi tarihsel üründür.” İnsanın doğayla ilişkilenme tarzı olarak yukarıda dikkat çekilen:
“Her iki biçimde de bireyler işçi olarak davranmaz, tersine mülk sahibi –ve bir ortak varlığın (Gemeinwesen) aynı zamanda çalışan üyeleri olarak davranırlar. Bu işin amacı değer yaratmak değildir– her ne kadar karşılıklı yabancı yani artı-ürün değiş tokuşu yapmak için fazla çalışıyor olabilseler dahi; tersine amaç her bir tekil mülkiyet sahibinin muhafazasıdır ve onun ailesinin, aynı zamanda tüm ortak varlığın. Bireyin, bu çıplaklıkta, bir işçi olarak konmasının kendisi tarihsel üründür.”
Bireyin “işçileştirilmesi”, Marx’a göre bireyin “öznelliğinin bedeni” olan yeryüzünden, eş deyişle onun emeğinin nesnesi olan organik olmayan doğadan koparılması ile mümkün olmuştur. Marx bunu oldukça plastik bir cümlede şöyle betimliyor: “Bireyin soyulup çıplaklaştırılması yani işçileştirilmesi, diğer bir deyişle öznenin, emeğinin nesnesi olan yeryüzünden koparılması onun ‘emeğinin ve yeniden üretiminin ona ait olarak doğal koşullarından, nesnel olarak, öznelliğinin bedeninin verili olarak bulduğu organik olmayan doğadan’ şiddetle koparılıp ayrılması anlamına gelmektedir.”
Bu, insanı yaşamının nesnel koşullarından yalıtma girişimi, emeğin ve ürünün metalaştırılmasının önkoşuludur. Bu aynı zamanda örneğin para gibi son derece karmaşık ilişkileri de kendinde barındıran kapitalist toplum formasyonunun temel ilişkisi ve böylece de temel çelişkisi olan “emek-sermaye” ilişkisinin oluşmasının da önkoşuludur. İnsanın “mülkiyet sahibi olarak emeğin doğal koşullarından” ayrılmasıyla yani insanın giyinmiş olduğu “insani var olmanın organik olmayan koşullarından” tarihsel olarak kat kat soyundurulup çıplaklaştırılması ile “serbest emek” ücret karşılığında satın alınır veya para karşılığında parayı değerlendirmek amacıyla değiş tokuş yapılır olmuştur. Bundan böyle artık üretimin mantığı gereksinim gidermekten (Genuß) kâr etmeye kaymıştır. Böylelikle gereksinim gidermek için değil ölü emekten başka bir şey olmayan sermayeyi değerlendirmek için üretilmektedir. Marx, “üreticinin doğal varoluş koşulları”ndan[1] yalıtılmasını “ücretli emeğin önkoşulu” ve bununla ilişkili olarak “sermayenin tarihsel şartı” olarak tanımlamaktadır.
[1] Marx, Grundrisse der Kritik der politischen Ökonomie, s. 389.
“Bu kısa yazı Doğan Göçmen’in “Karl Marx’da Emek ve Mülkiyet Kavramı” yazısından alınmıştır. Yazı 2022 yılında FOL yayınlarından Işıl ve Hamdi Bravo’nun editörlüğünde “Filozofların Gözünden Emek ve Mülkiyet” adı altında çıkacak olan derlemede yer alacaktır.”