Karali Kali

Karanlıkta yaşayan,

kibirleri içinde kendilerini arif sanan ahmaklar,

körlerin kılavuzluk ettiği körler gibi

bir ileri bir geri tökezleyerek dolanırlar. [1]

Dehşetli karanlık veya kara cahillik, zulmet-i âlâ.

İnsanın en derin karanlığı, varoluş serüveninin henüz başındaki, rahimdeki bebeğin gözünde olan karanlık gibi değildir. Çünkü bebek karanlıktan aydınlığa çıkar. Uykudan uyanıklığa veya uyanıklıktan uykuya… Her iki durumda da karanlık rahatsız edici değildir. Bilgisiz karanlık, bilinçli bir karanlık olmadığından tüm deneyimler henüz bir ilkin heyecanlı deneyimini içerir. Dehşetli olan asıl karanlık ise aydınlıktan sonraki karanlıktır. Aydınlık sanılan karanlık…

Semitik kültlerin kendileriyle beslenen bencil dinsel yapıları, inanırlarının giderek ötekinin varlığına olan inançlarının yitirmesine neden olur. O kadar ki, görürler ama tanımsız olduğu için var kabul edemez olurlar. Arkaik değil, ama diğerlerini tümden ilkel ve aşılmış olarak kabul ederler. Oysa önemli olan ötekilerin öyle olmaları veya olmamaları değildir. Asıl önemli olan ne olduklarına dair bir bilgiye sahip olmadan tümden inkâr edilmeleridir.

Hindular ineğe taparlar ve taptıkları için de inekleri yemezler. Ya da ben merkezli Semitikler, Hinduların ineğe taptıklarını ve ineği bir ilâh olduğu için yemediklerini sanırlar. Bu gibi bir tespitte bulunmak, bir Müslümanın kübik formu ilâhi kabul edip etrafında dört döndüğünü söylemek kadar saçmadır.

Bütün semitikleri bu algısal kirlilikle belirleyemem. Zira nice arifler ve bilgeler böyle olmadığının ispatı olmuştur hayatımda. Ama kendi algı karanlığımı yine kendi vicdanımın önüne koyduğumda, semitik derinliklerde ötekinin varlığını yitirdiğim, bakıp da görmediğim ahmaklıkların bir özrü ve günah çıkarmasıdır bu tespitlerim.

Brahman’ın öğretisinde Agni ateş ilâhıdır. Suria Güneş ve İndra hava, Vayu rüzgâr vs. Yakıcılığından korktukları için ilk insanlar ilâhi bir sûret giydirdiler ateşe. Ateşin ilâhı olan Agni, kudretli öfkesiyle onları kavurmasın diye… Güneşe baktılar ve güne hükmettiğini gördüler ve “Güneş” dediler, “en büyük ilâhtır.” Ve sonra diğerleri için de eğlenceli şeyler söylemeye devam ettiler, diye öğrettiler, pozitivist bilimlerin paradigmalarıyla yoğrulmuş hamur kafalar. Upanişadlar’da ise şöyle anılmaktadır bu ilâhi isimler:

“… başlangıçta her şey tek olan Atman’dı. Atman âlemleri var etmeyi düşündü ve âlemler oldu. Ambha, Marichi, Mara, Ap.

Ambha (coşkun sular) cennetin üzerindedir ve dayanak olan cennettir. Marichiler (ışık nurları) göktür. Mara (ölüm) yeryüzüdür ve yeryüzünün altında akan sular da Ap âlemidir.

Sonra Atman, sudan meydana getirdiği Puruşa’ya (Kişiye) biçim verdi. O kişinin üstünde derin düşünceye daldı ve üzerine düştüğü (ilgilendiği) kişiden yumurta gibi bir ağız peyda oldu. Ağızdan söz, sözden Agni ve ondan da ateş hâsıl oldu.

Ardından burun delikleri peyda oldu. O deliklerden koku (Prana), kokudan hava (Vayu) zuhura geldi. Gözler peyda oldu. Gözlerden görme yetisi, görme yetisinden Aditya (güneş) meydana geldi. Ve kulaklar peyda oldu. Kulaklardan işitme ve bu yetiden de Diş (yönler) dünyanın yönleri meydana çıktı…[2]

Bu kozmogonik anlatım insanın doğumunu betimler. Atman, Brahman olan varlığın ereği olan şuurdur. Erekte var olduğundan tözün de gerçekliği olarak kabul edilir. Burada sibernetik olarak bilincin kendini oluşturma süreçleri tasvir edilmektedir.

Eğer böyle ise Ambha’nın (sular) tümel düşünceler olduğu yorumu yapılabilir. Ap ise tümele öykünen tikellerdir. İdeal ve idea gibi… Marichi (nur) düşünme yetisi ve Mara (ölüm) ölçü veya düşünceyi sınırlayabilme yetisi. Âlemlerin farka gelmesi gibi…

Pruşa birey denilmeye layık şuurlu insandır. Onun üzerine düşünceye dalan Atman, onun Rabbi, rehberi veya kemalidir. Pruşa’nın ağzındaki yumurta insana lütfedilmiş kelâm-ı ilahi, doğacak olan ise kelâm-ı hakikidir. Ateşli söz olan logostur Heraklitos ile bildirilmiş olan; İsa’nın işaret ettiği “ağızdan çıkan ateş”tir. İnisiyasyonda sohbet denilen ruhlayan, ruhu uyandıran, canlandıran, tazelik veren sohbettir.

Prana o ateşin yakışıyla tecelli eden halin kokusudur. Ve o kokudan hâsıl olan Vayu rüzgârın ilâhı olarak anılan İndra’dır, fail ruhtur, Ruh’ül Kudüs’tür, benliğini Hakta ifna eden saliklerin dayandığı öz, âşıkların yönsüzlük çölündeki rehberidir.

Gören gözün gördüğü ile farka geldiğinden nefsanîler ile hakikiler, basîr olan Allah’ın o gözlere verdiği nura Aditya denildi. Aditya sevgilinin göz ağında gizlenen güneştir, nazâr-ı ilahîdir. Suria Rabbin gözü ise, Aditya ruha şekil veren bakışıdır.

İster literal, ister tasavvufla bakılsın, düzden okunsun ya da gnostiklerin, ariflerin yorumlarına başvurulsun, Hindu geleneğinde tapılan bir inek bulunmamaktadır. Ne bir inek, ne buzağı, ne de çayırda öylece gezen bir öküz. Hatta Brahmin denilen talip ve rahiplerden bakıp da görmeyen, duyup da anlamayan “öküzü”, farkındalıksızlığı bırakıp Brahman’a yaklaşmaları beklenir. Buda’nın öğretisinde müjdelenen nirvana budur. Öküzden kurtulup Brahman’da ifna olmak…

Brahman ancak kişi kendinden kurtulduğu zaman bilinir. Çünkü “Brahman, ne gözle, ne sözle, ne duyularla, ne de kefaret veya iyi işlerle anlaşılır. İnsanın nefsi (benliği), bilginin dingin ışığıyla arındı mı, ancak o zaman, onun üzerine aracısız olarak meditasyonla bilinir”. [3]


Dipnotlar:

[1]  Upanişadlar, Mundaka Upanişad, 1. Bölüm.

[2]  Upanişadlar, Aitareya Upanişad, 1. Bölüm.

[3]  Upanişadlar, Mundaka Upanişad, 3. Bölüm.