Kâbe’nin Sütunları

19 Kasım 2016

Gördünüz mü o Lât ve ‘Uzzâ’yı?

Ve öteki üçüncü Menat’ı?[1]

İslam dini, Kur’an-ı Kerîm’in tebliğinin daha ilk yıllarında iman eden müminleri bir kavim olmaktan kabile olmaya davet etmiştir. Bu davetteki mânâ aşiretlere bağlı ırsî birliktelik oluşturan topluluklar olmaktan, ortak bir kıbleye sahip olan, aşkın bir ilke etrafında toplanan bilinçli bir toplum olmaya davettir [2]. Kabile kelimesinin kökü olan kbl, kıble mânâsını taşır. Belirli bir kıbleye yönelen kabile için makbul sayılıp kabul edilen birlik ilkesi onların kalbî temellerini oluşturur. İslam’ın kıblesi ile Yahudi Kabalası bu mânâ itibariyle birdir. [3]

Kâbe iki katlı mimari bir biçimdir. İslam öncesi dönemde Kabe’nin ilk katında 360 adet put bulunduğu rivayet edilir [4]. İkinci katta ise üç put ve onların üzerinde bulunan daha büyük bir put ile mabet tamamlanmaktadır. Bu üç put Lât, Uzza ve Menat olarak isimlendirilir [5]. Başlarındakinin ise Lâh isminde bir put olduğu bilinmektedir [6]. İnanır için bir anlam taşımasa da bir mütefekkir için bu putlar cismani mabutlar olmanın ötesinde, aklın büründüğü biçimlerdir. Zira bir put ancak kendisine biat eden varsa mabut konumundadır.

Mabut edinilen bu putlar Kâbe’nin alt katında bulunmaktaydı. Bu alt kat putlarının, insanda bilinçdışını simgelediği söylenebilir. Bununla kastedilen mânâ bu putların fıtrî olduğu ve tarihe içkin olarak bilinç yoluyla kurulduğu yönündedir. Diğer yandan ikinci katta bulunan daha büyük üç put Lât, Uzza ve Menat konum ve içerik itibariyle diğerlerinden ayrılır. Felsefi ve psikolojik bir yaklaşımla bu üst putların düşüncenin ilkeleri olduğunu ve bilinçdışı olan diğer putları yeniden şekillendirmeye yetenekli olduğu söylenebilir. Ancak düşünce bu arı ilkelerin başlangıçtaki soyutluklarını kendi için somut kılmalıdır. İlkelerin somutluğu kendi olgusallıklarıdır (tecelli). Dolayısıyla üst kattaki bu dört ilah, dört ilkedir. Ve bu ilkeler, üzerinde duracakları sütunları inşa ederler. İlahların kendi zeminlerini (kaidelerini) bu inşa edişleri onların tecellileridir.[7]

İnsan doğmaz, tecelli eder. Tecellileri onun varlığındandır. Kendi tamlığına (varlık bütünlüğüne) ermesi ile özbilinç durumuna yükselir. Bu özbilinç durumuna “insan” denilmektedir ve el-Lah’ın üzerinde durduğu Süphan[8] sütunu bunu simgeler. Kendi varlığına vasıl olan her kişide ferdi hikmet olarak gerçekleşen ahâdiyet, insan budur.

Bu putlar veya bilincin kendini dolaysızca bağlı bulduğu bu bilinçdışı yetiler, kişinin yatkınlığı ile beslenen, belirli toplumsal kabul ve kültürel biçimlerdir. Bu putlarla girilen mücadele, kişinin kendi evinde giriştiği bir öznel bir savaşı, yani nefs ile cihadı zorunlu kılar. Bu savaşında kişi kendi nefsiyle baş başadır. Bu cihattan muzaffer ayrılabilmenin yolunu Kur’an-ı Kerîm ihlâsla, yani samimiyetle temellendirir. Kişinin samimiyetini yitirmesi, putunu benimsemesidir. İslam ise bunun aşılmasını öğütler.

Bu üç put, Kâbe’nin içinde üç sütun üzerinde bulunur. Bu sütunlar Hannan, Mennan ve Deyyan olarak isimlendirilir. Bir dördüncü sütunun daha olduğu, bunun da Sûbhan diye isimlendirildiği kaydedilmiştir. Diğer bir simgesel yorum ise bu sütunun kendi iç evinde savaşı kazanan sâlihin kendisi olacağı şeklindedir. Sübhan sütununun üzerinde bulunan Lâh putunun kırılması, tasavvufi bir ifade ile Haktan ayrılığı kalmayan ferdin öz varlığıyla bir olma durumuna işaret etmektedir. İslam’a göre Sübhan, yarattıklarına benzemekten münezzeh olan Allah’ın bir ismidir.

Çok belirgin olmamakla birlikte kaynaklar Lat’ın İslâm öncesi dönemde bereketin sembolü olduğuna, Uzza’nın azizeliğin (ruhbanlık) ve Menat’ın kaderin ilahı olduğu fikrinde birleşmektedirler [9]. Mânâları itibariyle bu putlar kırılmaları gereken mabutlar olmaktan ziyade yüceltilmesi gereken nitelikler olarak belirmektedir. Ancak İslam düşünce paradigmasını kelime-i tevhîd esasına göre oluşturduğundan, soliptik olarak tecelli eden varoluştan yani Allah’tan ayrı bir kudretin varlığını kabul etmemektedir. İslam’da bu nitelikler Allah’a aittir; Bereket Allah’tandır, Kâdir olan Allah’tır ve dinin mâliki Allah’tır. Bu nitelikler Allah’tan bağımsız düşünüldüğünde bireştirici değildir. İslam, bunları kendinde bütünlüğe ulaştırmak adına ortadan kaldırır: “Hak geldi, bâtıl gitti; zaten bâtıl yok olmağa mahkûmdur.[10]

Bu putların üzerinde bulunduğu sütunlardan Hannan merhamete; Deyyan adalet ve dine; ve Mennan ise lütuf ve ihsana işaret eder. Bu sütunlar Yahudi Tasavvufu olan Kabala’da da aynı şekilde isimlendirilmiştir. Deyyan Geburah (veya Din), Hannan Hesed, ve Mennan Tifferet ilkesine [11] denk gelmektedir [12]. Bu üç ilke veya sephiroth, bilgi ağacını oluşturan üç sütunun merkezinde bulunur. Bu sütunlar sırasıyla Binah, Hokmah ve Keter olarak isimlendirilir.

Binah “anlayış” anlamına gelmektedir. Kabala, Gaburah’ı (adalet) Anlayışın altında barındırmaktadır. Bu, adaletin özniteliğine işaret etmek içindir. Hokmah ise “hikmet” anlamına gelir. Kabala, Hesed (merhamet) ilkesini Hikmet’in altında barındırır. Zira merhamet keyfi değil ama hikmet esasıncadır. Hikmet ve anlayışın birliği özbilinçtir ve bu olgu kendini bilen insana işaret eder. Kabala bu insana Adam Kadmon, İslâm’ın âlimleri Kâmil İnsan demektedir. Buradaki kemalden maksat Allah’ın kişiyi istilasıdır. Bu istila ile kişi Allah’ın krallığına vâsıl olur. Bu nedenle Kabala bu şuur durumunu kral tacı ile simgelemektedir. [13]

Her iki gelenekte de kudret ve hâkimiyeti Allah’a teslim etmek esastır. Bu kudretlere sahip olup, onu Allah’ın iradesine teslim etmeyenler yani bu yetki ve ayrıcalıklarını diğer kişiler üzerinde zulüm aracı olarak kullananlar için iblis denilmektedir. İblis, Hakk sûretine bürünen şeytandır. Şeytan, kelime anlamıyla eşyayı (şey’leri) tân edilenlerin (yüceltenlerin) şuur durumuna işaret eder. Zira eşyanın hakikati kendisinde değil varlığın birliğindedir (vahdet-i vücûd). Böylece bu kudretleri kendi nefsinden bilenler İslâm’a göre küfür içindedirler.

Hac ziyaretinde şeytan taşlama ritüeli vardır. Burada taşlanan şeytan bu üç sütunun üzerinde Allah’tan ziyade kendi benliğini gören bilinçsizlik durumuna işaret etmek içindir. Bu üç şeytan Karun, Belam ve Firavun’dur. Karun servet hırsını, Belam ruhbanlığı ve Firavun da mevki hırsını simgeler. [14]

Karun’daki hırs serveti hayr için değil ama sadece ona sahip olmak için çalışmayı ifade eder. Bu hırs nedeniyle diğer kişilerin haklarını hiçe saydığından bir anlamda merhametsizliğin de ifadesidir. Karun’un merhametsizliğinin karşısında İbrahim’in bereketi ve cömertliği bulunmaktadır. Kabala’ya göre bu karşıt durum kişinin kendi ilahi vasfını tam yansıtması veya yansıtamaması olarak ifade bulur. İlahi durumun yansıtılamadığı durumlar için “kabuk” (kliphoth) tabiri kullanılır [15]. Buna öğretiye göre ilahi tecelliye mani olan benlik, kişiyi aslî varlığıyla buluşmaktan alıkoyan bir kabuk gibi düşünülmüştür.

Belam ise ruhbanlıktır. Karun’da servete dönük olan hırs Belam’da ruhbanlık olarak görünür. Belam insanların ruhlarını kabzetme arzusudur. Dini duyguların istismarı, kendine ilahi bir mertebe/din adamlığı takdir edip diğer kişilerin ona biat etmesini arzulamayı İslam ruhbanlık olarak tanımlar. Ve buna karşı “dinde ruhban ve zorlama yoktur” ifadelerini kullanır [16]. Belam’da olumsuz olarak ifade bulan bu halin karşıtı Mesih İsa’da tecelli eder. İsa müminlerin kendi bulunduğu konuma yükselebileceğini, bunun için sadece sevgiye ihtiyaç olduğunu söyler. Böylece dini sevgi ile ikmal etmiştir. Din, onu ikmal edenin hükmünde olduğundan, Belam, İsa’ya karşıdır.

Firavun ise mevki hırsıdır. Firavun denildiğinde bir kişi kastedilmez. Firavunluk bir makamı niteler [17]. Bu itibarla Firavunluk siyasi, ticari, rütbeyle ilgili vs. her nevi mevkii için duyulan hırsın genel adıdır. Bu da tıpkı Belam gibi diğer kişilerin talep ve beklentilerini gözetmeksizin, hizmet yerine sadece belirli bir mevkiinin sahibi olmayı arzulamayı ifade eder. Bunun karşısında da Musa durmaktadır. Musa seçilmiştir. Yine de seçkinliği Allah’ın iradesini yerine getirmek olarak anlamış ve tebliğinden yüz çevirmemiştir. Firavun kendi iradesini istemiş, Musa iradeyi Allah’a irca etmiştir.

Bunlar Allah’ın tecellilerine mani olan şeytanlar ve tecelliye vasıl olan kullardır. Böylece denilebilir ki; Allah’ın iradesinin tecelligâhı olan veliler karakter ve sıfatlarıyla üç ana niteliği simgelerler. Bunlar üç sütun üzerinde bulunun üç nebidir. Ancak bunlar Allah’ın varlığının mazharı olmadıklarında, yani kudret ve hâkimiyeti kendilerinde gördüklerinde üç şeytan olarak vasıflanırlar. Böylece insan kendi nefsini taşlar ve kendi varlığını yüceltir. Zira insan Allah’ın tecelli mahâlidir.

* * *

Lat, Uzza ve Menat dişildir. Ve her birinin kültürel ve dinsel yansımaları bulunur. Örneğin Lât Roma mitlerinde Minerva ve Yunan’da Athena olarak isimlenir. Uzza; İsis ve Afrodit’le aynı olguyu gösterir. Ve Menat, Mısın mitosunda Hathor’a denk düşer. Menat’ın Grekçesi eagis “kalkan” anlamına gelmektedir. İbrani mitlerinde kalkan (magen) David’in kalkanıdır ve bilgi ağacı diyagramında iç içe geçen iki üçgenin ortasında kalan Tifferet ile gösterilir ki belirtilen mânâ gereğince Menat ile Tifferet aynı olgusallığın yansımalarıdır.

Bunlar birer benzetme veya yakıştırma olmanın ötesinde olgudan hareketle varılan sonuçlardır. Hangi mitin diğerini öncelediği veya diğerinin ardılı olduğu tarihçiler açısından önem taşısa da, Kadim gelenek açısından bunlar belirli bir olgunun simgeselliğini taşımaları nedeniyle bir göstergeden ibarettir. İşaret ettikleri ise ancak insanın hakikatidir. Ve bu vasıfları itibariyle de ilahidirler.

Ancak bu ilâhlardan medet ummak İslam indinde men edilmiştir. Zira Peygamber, Kur’an-ı Kerîm’de açıkça uyarılır: “Ben, Rabbimden bana açık deliller gelince, sizin Allah’tan başka yalvardıklarınıza tapmaktan men olundum ve âlemlerin Rabbine teslim olmakla emrolundum.[18] Böylece anlaşılır ki ilahlar, ilahi olma vasıflarını Allah’a vasıl olduklarında kazanmaktadırlar. Her ilah bir nitelik (sıfat) olmak bakımında önemlidir. Ancak Allah’ın tecellileri olmak bakımından ilahidirler. Her ilah bir âlemin ilâhı olmak bakımından ilahidir. Ancak Allah Rabb’ül Âlemindir. Yani onların cem ettikleri âlemlerin rabbidir. Böylece Kâbe’nin putlarını kıran, onlara âli olmak bakımından ancak Allah’tır. Hz. Muhammed ise onun kulu ve elçisidir.


Referanslar:

[1]  Kur’an-ı Kerîm, Necm Sûresi 53/19-20.

[2]  Metin Bobaroğlu.

[3]  Bilindiği gibi Yahudi Ortodoks görüşü Kabaladan farklı olarak bir kabile Tanrı inanışını benimser. Yehova belirli bir grubun tanrısıdır ve kendini (lütûf ve rahmetini) diğer kavimlerden gizler. Ortodoks İslam’ın itikadı da bu görüşten çok farklı bir noktada konumlanmaz. Ancak İslam’ın tasavvufu ve Yahudi Kabalası bu itikatları evrenselliğe taşır ve Tanrıyı bir kabile tanrısı olmaktan ziyade Rabb’ül Âlemin (Meleh LeOlam) ismi ile kabul ederler.

[4]  Karen Armstrong, İslam: Kısa tarihi s11.

[5]  Kur’an-ı Kerîm, Necm Sûresi 53/19-20.

[6]  Taberî, Câmi’u’lbeyân, 26/34-35. Tabiri, eski Araplar’da putlara Allah’ın isimlerini verme âdetine uygun şekilde el-Lât’ın Allah (el-Lâh) lafzından, Uzzâ’nın da azîz isminden türetilmiş müennes kelimeler olduğunu söylemiş, Uzzâ’nın beyaz bir taşla veya bir ağaçla yahut Tâif ya da Nahle’deki bir mabetle özdeşleştirildiğini kaydetmiştir.

[7]  Daha kapsamlı bir inceleme için: Metin Bobaroğlu, Simgesel Düşünme. Hac Ritüeli.

[8]Sübhan; Yarattıklarına benzemekten münezzeh olan

[9]  Elmalılı Hamdi Yazır, İmam Râzî’den alıntılamaktadır: “… Lât’in, erkek olduğunu söylüyorsa da “suret” te’vili ile yine müennes olmalıdır. Zira âyetin ifade tarzından hep müennes oldukları anlaşılmaktadır. Uzza da belli ki “eazzın” müennesi olarak azîze demektir. Menat ya kader, ölüm veya ilâh mânâsına “Menâ”dan alınmıştır…”

[10]  Kur’an-ı Kerîm, İsrâ Sûresi 17/81.

[11]  Kavram ve olgunun birliği olarak ilke.

[12]  Arzu Cengil, Kabballah s.24. “sephiroth”

[13]  Bu krallık tasavvuf ıstılahında “gönül sultanlığı” olarak da anılmaktadır. Bak, Mevlana.

[14]  Metin Bobaroğlu, Simgesel Düşünme. Hac Ritüeli s.175.

[15]  Arzu Cengil, Kabballah s.35. “Klifoth”

[16]  Kur’an-ı Kerîm, Bakara Sûresi 2/256.

[17]  Metin Bobaroğlu, Simgesel Düşünme. Hac Ritüeli s.175.

[18]  Kur’an-ı Kerîm, Mu’min Sûresi 40/66.