İşte Anadolu’da Aydınlanma Uğruna “Bir Kazığı Çıkarmak” ve Şeyh’im Bedreddin’im

Sayı 4 - Yöntem Sorunu

Kınayanlar olsa da
Yine Türkmen ağzıyla…
Dedem Korkut misali
Biraz Şaman tarzıyla…

Söze böyle girince, Hançerlioğlu Üstad anılmadan geçilmez, Ne diyor Üstadımız, DÜŞÜNCE TARİHİNDE: BİR KAZIĞI ÇIKARMAK bahisleri içinde:

Göçebe toplumların, toplumsal sorunu yok. Sosyolojik anlayış toprağı tutunca başlar.
Mutluluğu (!) sağlamak, toplumu düzenlemek (!)…
Oysa ki ilkellerde(!), göçebe toplulukta,
İnsanlar çekişmiyor kendi aralarında…
Kendiyle sorunu yok; sorunları doğayla.
Bir yaşam var kardeşçe… Toprağa yerleşince,
İçlerinden birisi,
KAZIKLAR ÇAKACAKTIR BİR TOPRAK PARÇASINA;
SONRA BÖBÜRLENECEK: «BURASI BENİM» 
diye…
İnsanlık tarihi işte,
O ÇAKILAN KAZIĞI, O ÇAKILAN YERLERDEN
ÇIKARMANIN TARİHİ…
Bir acı tarihtir ki,
Kazığı çakanlarla, çıkarma çabasındaki insanlar arasında…

Yerler damar, damarsa; kabaca bir tasnifle.
İki bölük insan” (1)var,
Bir: kazığı çakanlar,
çıkaranlardır: iki…

Kraldan yanacılar, düzenden yanacılar, yapışanlar kazığa;
Sultan Süleyman’a ki kalmamış bu dünyada,
“BEN ve BEN” diyenlerle;
unutup benliğini, “İŞTE BİZİM!…” diyenler;
Toplumun kudretine inananlar bir yanda…

diğer yanlarda da,
kerameti kendinden menkul olan sultana,
kralın kudretine, yanaşanlar yaltakça…
ileriyle, gerinin; karanlıkla, aydının;
toplum ile sultanın tarih boyu kavgası…

İşte bu kavgada, Bedreddin’in savaşı,
“BİR KAZIĞI ÇIKARMAK”, HALKA AÇMAK TOPRAĞI…

*

Şeyh Bedreddin denince, tarihten bahsetmek lâzım, yaşadığı dönemden,
tabi ki felsefesi getirilecektir dile…
Ve Bedreddin denince, Nazım anmamış olmaz…
Ustam Nazım Hikmet’ten, Hilmi Yavuz Usta’dan şiirler de sunarak
Bedreddin zevk edelim; yine destan ağzıyla,
Dedem Korkut misali biraz şaman tarzıyla…

*

Şu kısa hayatını kısaca anlatırsak:
Soylu bir sülâleden gelir Bedreddin soyu.
Dimetoka’da doğmuş.
Simav orada ilçe, şimdi Yunanistan’da.
Baba kökü: Horasan; annesi: Trakya’lı…
Babası bir kumandan, sonra kadı rütbesi…
Annesi tekfur kızı…
Babası İsrafil Bey, ganimet niyetine tekfur kızı aldıysa,
güzel hatun olmalı…

Aleyhinde olanlar, (Kimdir onlar, bilinir…)
“Annesi Hıristiyan, etkilenmiş tabî ki!”
derler akıllarınca…
Buna cevap olarak,
“Bir padişah gösterin, ki Türk olsun annesi”
demek yok mu a dostlar!..

Devletler arasında
“DEVLETLER ARASI HUKUK”
BİLİNMİYOR O ÇAĞDA.
Daha da doğrusuyla,
“ULUS” kavramını henüz
bilmiyor ki insanlar..
Uyruk anlayışı o gün,
ya bir boydur, aşiret; ya bağlılık sultana…
Bugünkü anlayışımız;
ülke toprak birliği, hele de ulusçuluk,
sevinçleri paylaşmak,
üzüntüyü bölüşmek,
bilinmiyor o çağda…

Bugünkü anlayışla baksak bir de olaya,
denilir yine “ne gam!”;
insan değeri bölmem,
ne doğu, ne batı diye;
ne Frenk, Müslim diye…

Severiz tüm insanı, layık olan sevgiye…
Pir’im Şeyh Bedreddin de böyle sevmişti işte…
Katline sebep suçu: insanları sevmesi, insan kucaklaması…

Kızar bu işe paşam, daha da kralcılar,
Haliyle sultan kızar…
Sömürülür mü insan, birlik olsa insanlar!?…

Nasıl kursun sultayı, sultansız bir düzende!?…
Sultansız bir düzense, büyük hayal o yıllar.

İlerki çağlardaysa “ÜTOPYA” diyecekler…

İlk ütopik: Platon
İkincisi: Bedreddin…

Şeyhimin ölümünden, elli yıl sonra doğmuş,
Thomas Moore Üstadımız…
Diğer ütopiklerse;
(Bacon ve Camponella hele de Jean Jacque Rousseau)
çok daha sonraları…

Demeden geçemeyiz:
Şeyhimin anlayışı “Karmatilik” sonucu,
Ondan öncesi: “Babek”,
“Manişeizm” ve “Mazdek”…
Kaynaklık eden: “Zerdüşt”…
O’na da Eski Mısır; ilk üstadsa Hermes’tir…

“Eski Mısır” denince, Pirim Mısır’ı görmüş.
Orda yirmi yıl kalmış.
Ahlati’ye aşkından kitaplar Nil’e gitmiş…

-Mevlâna gibi Biraz…-
(Mevlâna’dan ayrımı: “Akılcı” değilse de akıllıdır Mevlâna…

O yüzden Mevlevîlik saraya yakın biraz…
Yanlış anlaşılmaya,
Mevlevî yakınımız, Mevlâna’yı severiz…

Aklımız almadığı:
Türkçe’yle düşünse de, Farsça’yla söylemesi…
“Efendim, o çağlarda Farsça’ydı kültür dili…”
diyen çıkmasın sakın!
Böyle düşünenlere,
al işte: YUNUS EMRE…

Belirtmek gerekir ki,
Mevlâna bahsi içre, güzel Mevlâna’mızın sevilen bir sözünü:
Mevlâna’nın dediği “ŞEYH”lerden değil Şeyh’im…
Ne “Ş”si “Şeytan”dandır, ne de “Y”si “Yezid”den…
“H”si ise “Har” değil…
-Haşa huzur a dostlar, “Har” ki, “Eşek” demektir-

Mevlevî saraydansa, Bektaşî böyle değil;
hele Şeyh’im hiç değil…)

Platon’dan farkıysa,
sırf düşünmüş olmayıp; eyleme geçilmesi,
bilinçli ve amaçlı…

(Bektaşî hareketi daha sonra gelecek.
o, Pir Sultan faslında;
biraz Köroğlu’ysa da, Dadaloğlu halleri…
Demeden geçemeyiz,
Mustafa Kemal’le birlik, Anadolu Kalkışı;
İlk asker Bektaşîler ve bizim Yörük Ali…)

Bir “Şeyh” düşünün ki, kullanmaz şeyhliğini…
Ünvanını kullansa, yüzer altın içinde…

(Kazaskerlik de etmiş; Timur’a yenilince, Osmanlı fetretinde,
o bunalım gününde, o Musa Çelebi’ye…
Musa Çelebi ise, yenilmiş kardeşine,
Fatih Sultan Dedesi şu Mehmet Çelebi’ye…)

Dil, din, ırk gözetmeden
Tercih etmiş altına, Anadolu halkını…
Musa Çelebi’nin de
bu yüzden yenildiği rivayetler edilir.
– Rivayettir; ne denir!?…
Rivayet değil gerçek, İznik sürgünü ise…

Bedreddin hakkındaki eserlerden birinde,
Bizim Cemal Yener’in “Varidat”ı Şerhinde,
Der ki Üstadım orda:

Bedreddin’in katline sözleri sebep oldu. Sebep eylemleriydi…
Oysa ki ellerinde

VARİDAT olsa idi hayli kolay (!) olurdu yargıçların işleri…

Yeşil erik tadında, şöyle iç burarcası, kara mizah örneği…

Bundan çıkan sonuç da Varidat’ın sonradan kaleme alındığı…
Hünkâr Bektaş Veli’nin Makalat’ı misali…

Bektaş Velî deyince,
“BABALI” kalkışıyla, Bedreddin’in kalkışı
Arasında bir fark yok.

Tarihsel, sosyal ve ekonomik koşul aynı…

Hep böyle gelmişse de, artık böyle gitmesin…
Bir kez daha o günler tekrar geri gelmesin…

Her iki Pirimiz de
Anadolu bağrından
Çıkan kızıl güllerdir.
Dünya, isteyenlere…
Ama, “güller bizimdir
Ve güller de bizdedir…”(2)

Pirin cemalidir gül,
celâli güldürrr güldürrr…

Güldür güldür kalkılmış,
bir Türkmen Abdalı ki, Börklüce Mustafa’yla
“HEP BERABER” demeye
onbinler, sekiz bin vermiş…
Börklüce Mustafa’ya, Dede Sultan denilmiş…
Bir kalkışla, kalkıla… – Bilinenin aksine – saldırgan değil ama…
Saldırganlık bir başka, haklı müdafaa başka…
Bir kalkış var dediysek; kalkış, isyan değildir…
“İsyan” lafı sevilmez…
İsyan büyüğe olur.
-Kendinden küçük görmez, büyüklük kabul etmez…-
Osmanlı kim o sıra?!… Bir Türkmen Beyliği ki
Beylik’ten yeni çıkmış, taze Devlet sayıla…
İlk cürümler bu daha…
Daha “bâlâ” olmamış;
bela” olması ise, asırlar sonra ola…
Aslı bir Türkmen; beli!; geldiği yer beğenmez;
bir küçümser nedense…

Türkmen buyruk başına…
Himaye ediyorsa, hoşgörülü Osmanlı…

Beyler çıkar Türkmen’den;
Vezir var her milletten; vezir var mı hiç Türkmen?
Ama ne Osmanlı ki, Türkmen’siz de olamaz.
(Bir ince siyaset ki, süre gele asırlar…
Bir yurtta İki kurt var; çift kurt birbirin kollar.)
Vergiyi aldığını pek bir sever Osmanlı.
Türkmen de üretirken, “sen de gel der; bir el ver…”
Hakir görülmesine,
Kendisine takılan, Osmanlıca söylenen
Etraktır ki bi idrak” rivayetine karşın
Türkmen milleti ise, pek mi takar Osmanlı?!…
Hakir görülmesine, bir türkü yakar şöyle:

Şalvarı şaltak (3) Osmanlı
Eyeri kaltak (4) Osmanlı
Ekende yok, biçinde yok
Yemede ortak Osmanlı
Belki o günlerde…

“Tarihsel, sosyal ve ekonomik koşul” dendi.

İşte bu koşulları,
Nazım Hikmet Ustamız öyle bir anlatır ki,
Usta bir rejisörden, bir film karesi gibi:

……….
Sedirde al yeşil, dal dal Bursa ipeklisi,
duvarda mavi bir bahçe gibi Kütahyalı çiniler,
gümüş ibriklerde şarap,
bakır lengerlerde kızarmış kuzular nar idi.
Öz kardeşi Musa’yı ok kirişiyle boğup
yani bir altın leğende kardeş kanıyla abdest alarak
Çelebi Sultan Mehmet tahta çıkmış hünkâr idi.
Çelebi hünkâr idi amma
Al Osman ülkesinde esen
bir kısırlık çığlığı, bir ölüm türküsü rüzgâr idi

Köylünün göz nuru zeamet,
alın teri timar idi.
Yolcu, yollarda topraksız insanın
ve insansız toprağın feryadını duyar idi.

Ve yolların sonu kale kapısında
kılıçlar şakırdar
köpüklü atlar kişner iken
çarşıda her lonca kesmiş kendi pirinden
ümidi, tarumar idi.

Velhasıl hünkâr idi, timar idi, rüzgâr idi, ahuzar idi.

Sıcaktı.
Sıcak.
Sapı kanlı, demiri kör bir bıçaktı sıcak.

Sıcaktı.
Bulutlar dolaydular,
Bulutlar boşanacak
Boşanacaktı.

O kımıldamadan baktı
kayalardan
iki gözü iki kartal gibi indi ovaya.

Orda en yumuşak, en sert
en tutumlu, en cömert

en seven
en büyük, en güzel kadın:

 

TOPRAK
nerdeyse doğuracak
doğuracaktı…

Sıcaktı.
Baktı Karaburun Dağlarından O
Baktı bu toprağın sonundaki ufka
çatarak kaşlarını:

Kırlarda çocuk başlarını
kanlı gelincikler gibi koparıp
çırılçıplak çığlıkları sürükleyip peşinde
beş tuğlu bir yangın geliyordu karşıdan ufku sarıp.
Bu gelen
Şehzade Murat’tı.
“Hükmü Hümayûn” sadır olmuştu ki Şehzade Murad’ın ismine

Aydın Eline varıp
Bedreddin Halifesi mülhid Mustafa’nın başına ine.

Sıcaktı.
Bedreddin Halifesi mülhid Mustafa baktı,
baktı köylü Mustafa.
Baktı korkmadan
Kızmadan
Gülmeden.
Baktı dimdik
Dosdoğru.

Baktı O.

En yumuşak, en sert
en tutumlu, en cömert,
en seven
en büyük, en güzel kadın:

TOPRAK
neredeyse doğuracak
doğuracaktı.
Baktı.
Bedreddin Yiğitleri kayalardan ufka baktılar.
Git gide yaklaşıyordu bu toprağın sonu
fermanlı bir ölüm kuşunun kanatlarıyla
bu kayalardan bakanlar, onu

üzümü, inciri, narı
tüyleri baldan sarı
sütleri baldan koyu davarları
ince belli, aslan yeleli atlarıyla
duvarsız ve sınırsız
bir kardeş sofrası gibi açmıştılar.

Sıcaktı.
Baktı.
Bedreddin Yiğitleri baktılar ufka…

En yumuşak, en sert
en tutumlu, en cömert
en seven
en büyük, en güzel kadın:

TOPRAK
nerdeyse doğuracak,
doğuracaktı.

Sıcaktı.
Bulutlar doluydular.
Nerdeyse tatlı bir söz gibi
İlk damla düşecekti yere.

Birden-
Bire
kayalardan dökülür
gökten yağar
yerden biter gibi.
bu toprağın verdiği en son eser gibi

bedreddin Yiğitleri Şehzade Ordusunun karşısına
çıktılar.

Dikişsiz ak libaslı
baş açık
yalnaya ve yalın kılıçtılar.

Mübalâğa cenk olundu.

Aydın’ın Türk köylüleri,
Sakızlı Rum gemiciler,
Yahudi esnafları

on bin mülhid yoldaşı Börklüce Mustafa’nın
düşman ormanına on bin balta gibi daldı.

Bayrakları al-yeşil
kalkanları kakma, tolgası tunç saflar
pare pare edildi ama

boşanan yağmur içinde gün inerken akşama
on binler iki bin kaldı.

HEP BİR AĞIZDAN TÜRKÜ SÖYLEYİP
HEP BERABER SULARDAN ÇEKMEK AĞI
DEMİRİ OYA GİBİ İŞLEYİP HEP BERABER
HEP BERABER SÜREBİLMEK TOPRAĞI
BALLI İNCİRLERİ HEP BERABER YİYEBİLMEK
YARİN YANAĞINAN GAYRİ
HER ŞEYDE, HER YERDE
                        HEP BERABER DİYEBİLMEK İÇİN

Onbinler verdi sekiz binini…
Yenildiler.
Yenenler yenilenlerin
            dikişsiz ak gömleğinde sildiler
                        kılıçlarının kanını.
Ve hep beraber söylenen bir türkü gibi
hep beraber kardeş eliyle işlenen toprak
Edirne Sarayında damızlanmış atların
                        eşildi nallarıyla.

TARİHSEL, SOSYAL, EKONOMİK ŞARTLARIN

zarurî neticesi bu
deme, bilirim!

O dediğin nesnenin önünde kafamla eğilirim.
ama bu yürek
o sözlerden anlamaz pek
O “Hey gidi kanbur felek
hey gidi kahbe devran hey”, der.

Ve teker teker
Bir an içinde,
omuzlarında dilim dilim kırbaç izleri
                        yüzleri kan içinde
geçer çıplak ayaklarıyla yüreğime basarak
geçer Aydın Ellerinden Karaburun mağlupları…
Bedreddin düşüncesi,
“HEP BERABER” şi’riyle böyle denirdi ancak…
Böyle söylemiş Ustam, o yiğit yüreğiyle,
o aydın gönlü ile bu kutsal kalkışlara…

Akla bir soru gelir: Yenselerdi n’olurdu?
Her halde bambaşka bir Anadolu olurdu.
Başka ve çok güzel bir dünyada yaşar idik
Denizcesi masmavi; filizce yeşerirdik…

Hilmi Yavuz Usta’ysa,
Bir Bedreddin portresi çizer ki öyle usta…
Çok usta bir ressamın, çok usta fırçasıyla:

Mübalâğa akşam olur

Güz nefti dolaklarını çıkarır da gelir
Yaprağın fetrete dönüştüğü zaman
sen ey yaz günlerini
top top ak çuhaya tebdil eyleyip
ve bir solgun gülümseme olarak
eğnine giyen şaman

buyur otur
Şeyhim
Samanyollarının ılık sedirine uzan
uzun, görklü ve sof
yüzünü bizden yana döndür
bize buğday ateşini
gözlerin timrını
ve hüznün varidatını anlat

elini elimize dokundurmadan

sen ki öldüğü yere
bir kök sümbül bırakır gibi
usulca  sevdalar bırakan
ovaların ve kartalların musahibi
ne zaman diye sorma, ne zaman
yaprağın fetreti gülün kıyamına
gülün kıyamı ağacın isyanına
dönerse işte o zaman

mübalâğa akşam olur
güz, nefti dolaklarını çıkarır da gelir

elini elimize dokundurmadan

Ustam Nazım’dan sonra, Hilmi Yavuz’dan sonra
söz söylemesi zor.
Ancak Fakir yine de, fakirane diliyle
Söylemeye çalışa Bedreddin sözlerini.

Pir’in Din anlayışı,
Evrensel bir hoşgörü…
Dinin kabahati yok, kusur din adamında.
Akıl verilmiş sana; işte, akılca yaşa…
Dünyayı yarattı Tanrı; – bir gizlendi içine – sonra sundu insana…
Belirtmek gerek hemen, düalist değil şeyhim, tam Vahdet-i Vücudda…
O’nun muradı şöyle: Halkım anlasın diye…
İnsan – Tanrı ayırmaz.
(Fenafillahda ancak; halk diliyle söylerken, tabi ki ayıracak)
Nasıl güneş doğunca, insanı ayrmazsa;
Şuna bir güzel doğsam, demezse şuna doğmam,
İşte Tanrı da böyle…(5)
İnsanını ayırmaz; ayrılmaz da insandan…
İnsan böyle kardeşken, niye bu kavga bu kin…
Dinde kabahat yok ki; din adamında lâkin…
Çoğu şeyler semboldür dinlerde anlatılan.
Her güzel şey cennettir (nefsanî olmayıp da tabi ilahî olan),
Kötü şey de cehennem…
Tapınmanın kuralı, şartı, koşulu yoktur; biçim sınırı yoktur.
Melek, şeytan semboldür.
Semboldür Mehdi Resul…
“Erenlere hicaptır namaz abdest ve gusul”(6)

Tapınmanın amacı, için arınsın diye.
Dışta boşa ararsın, “İçindeki içinde” (7)
Şeytan da biziz, cin de Ne şeyan ne melek var…
Cennete döner dünya, inanın biz insanla…
Asırlar sonra ise pirimiz üstadımız Tevfik Fikret diyecek
Bedreddin görüşünce…

Tevfik Fikret deyince-; -O da bir Ütopik ya, pozitivist ayrıca…-
Bektaş Velî Pirimiz, Şeyh Bedreddin Pirimiz,
Ustamız Nazım Hikmet, Hilmi Yavuz Ustamız,
ülkesini sevenler, insanları sevenler, sevenler aydınlığı,
hep aynı sesi verir;
hep aynı gönüldeler…

Söylenilen hallerdir, kişi değil söylenen…

Torlak Kemal derken de, Çelebi Mehmet derken,
Sarı Anastas derken, Mevlâna Haydar derken,
Kişi değil söylenen, söylenilen hallerdir…
-Türkmen Abdalıyız ya, ne de bizlere benzer, Börklüce Mustafa’dır…-

Devlet anlayışıysa:
Tamamen demokrasi;
Seçim Hükümetleri, ülkeyi yönetmeli…
Ülke yönetilmeli dirlik düzenlik ile…
Özgür ola insanlar; seçimler özgür ise…
Gönle baş eğilir de; baş eğilemez zulme…
Ve eğilmedi asla!…

(Bu düşünce tarihi, on beşinci yüzyılda… Yirminci yüzyıl bitti.
Pirim Bededdin için, “Şeyhtir-Meyhtir” diyenler,
“Artık geri” diyenler, acep kimmiş geride?!… -ŞEYH- tabiri için de;
bazı profesörler ünvan kullanmazlar ya, Pirimiz Bedreddin de
öyle kullanmaz işte…)

Bu nedenle a dostlar

“YARİN YANAĞI HARİÇ”
dünya ve ürünleri işte ortaktır bize…

Ben senin evindeyken “işte evim” diyeyim;
Sen benim evimdeyken, san kendi evindesin…

Birisi mal toplarken, öbürküsü muhtaçsa,
komşun aç gezerken sen, doymak bilmeden yersen,
bil ki değilsin bizden… (8)

İnsanlar eşit bilin!..
Ancak yüceltir bilim. (9)
Malı çok olan değil,
daha zengindir âlim.
Malını sen korursun,
Seniyse korur ilim… (10)

Her şey çift yaratıldı; ancak birbirin muhtaç.
Birbirinsiz olamaz.
(Yani YİN ve YANG’cadır.)
Zatendir ki devinim, ancak doğar çiftlerden…..
Zıtların birliğinden.
“Böyle şey de olur mu? diyen çıkarsa şayet,
Bal gibi de oluyor… Olan biten bu zaten…

Sosyolojik görüşü, bu düşünce sonucu,
İşte bu düşünceyle,
Toplumculuk savunur köleci toplmunda…
Madem ki her şey çifttir. İnsan da en kutsaldır.
Okunacak en büyük kitap ancak insandır.
Kadın “EŞ” olur ancak; tabi ki mal olamaz.
Kadın mal olmayınca da tabi ki paylaşılmaz.
YAR YANAĞI KUTSALDIR.
YARİN YANAĞI HARİÇ,
DÜNYA BİZE ORTAKTIR.
Ta Seyhun’dan bu yana, toplumda yeri varsa,
Dedem Korkut dilinde, övgüyle yer almışsa,
“Hanım” sözünün ise, doğrucası (“Han’ım”sa,)
Şer’i hukuka karşın, kadınlar üretken ya,
Üretimde yer alıp,

Günleri gelende de
Halay çeker, türkü söyler ibi
Yan-yana, omuz-omuza gelip
Kurşunlar da atarsa…”(11)

Kadın nasıl mal ola?..

Üretken olmak başka; üretimin içinde araç olmak bir başka…
Kadını insan değil, eşya gibi görmek de ne mene anlayışsa…
Kadın, insan değil de aletçe görülürse,
İnsana amaç değil de araçça görülürse
İnsana uzak olan, uzak sevgiye aşka…

Sevgiler paylaşılır, sevgili paylaşılmaz.
Paylaşılan sevgidir, Paylaşılmaz sevgili…

“Didar ile muhabbete doyulmaz
Muhabbetden kaça aşık sayılmaz
Münkir! Üflemekle çerağı sönmez
Tutuşunca yanar aşkın çerağı”

Der ki Pir Sultanmız işte bu anlayışa.
Pir Sultan deyince de, sonları aynı demde;
Son varsa bu alemde…

Güneşler de batarken, bir sararır ya mirim,
Elbet biz de ölürüz, gün akşamlı devletlim… (12)

İki son da bir acı,
            Utan be darağacı!..

Utanmış darağacı;
ağlar “Pir Sultan” diye,
ağlar “Bedredin” diye…
“Eliyle yüzün kapar Serez Çarşısı bile” (13)
Cellat celâlli bakar; ağaç, ağlar sevgiyle…
Bedreddin fermancısı
Birinci Mehmet bile
dertleşir Lâlasıyla, sorar bir gün Lâlaya,
Görür müsün sen Lâla, Bedreddin Yaşar!” diye.

Bedreddin yaşıyor mu hâlâ?

Ben ki yazmalara ve bala
Hükmedendim; ihaneti gül diye
Resmedendim; denizin gönderine ölümü
Çektirendim ben, lala

Bedreddin yaşıyor mu hâlâ?

Dersin ki O’nu, mülhidlerini
Ormandan ayırmak olası değil
boynu laleden geçilmez

Saçları taflandır ve çağla 
ve alnı ak ketende yaban çileği
gibi dağılan onlardı, lala

Bedreddin yaşıyor mu hâlâ?

kuşlarda akan ipeği
göllerde uçan çiniyi
ve sevdayı, umarsız kına çiçeği
gibi bölüşen onlarda lala

BEDREDDİN YAŞIYOR HÂLÂ

Hele Nazım Ustanın Bedreddin Destanında
Bedreddinli’ye ait bir güzel söz vardır ki,
Şeyh Bedreddin misali, “yere saplı kılıçça”(14)
bir kızıl gül renginde, dervişçe sümbül gibi:

“-O gelecek yine. Çırılçıplak ağaca asılan çırılçıplak gelecek yine.

Dedem gülüyor:
Sizin bu itikadınız diyor, Hıristiyanların itikadına enziyor.
Onlar da, İsa Peygamber tekrar dünyaya gelecek derler. Hattâ Müslümanların içinde bile İsa Peygamberin günün birine Şam’ı Şerifte görüneceğine inananlar vardır.

Dedemin bu sözlerine O, birden karşılık vermiyor.
Kalın parmaklı elleriyle dizini tuta tuta doğruluyor.
Şimdi bütün gövdesiyle kırmızı bir dairenin içindedir.
Yüzünü yandan görüyorum Büyük düz bir burnu var.
Kavga eder gibi konuşuyor:

-İsa Peygamberin ölüsü etiyle, kemiğiyle, sakalıyla dirilecekmiş.
Bu yalandır.
Bedreddin’in ölüsü kemiksiz, sakalsız, bıyıksız, gözün bakışı
dilin sözü, göğsün soluğu gibi dirilecek. Bunu bilirim işte…

Biz Bedreddin kuluyuz, ahrete inanmayız ki dağılan fena bulan
Bedenin yine bir araya toplanıp dirileceğine inanalım.

Bedreddin gelecek diyorsak,
Sözü, bakışı, bizim aramızdan çıkıp gelecektir, diyoruz.

Sustu. Yerine oturdu. Dedem, Bedreddin’in geleceğine inandı mı,
İnanmadı mı bilmiyorum.

Ben, dokuz yaşımda buna inandım, otuz bu kadar yaşımda
Yine inanıyorum”.

Kırk şu kadar yaşımda inanıyorum ben de…

Bir de baksak aslında Bedreddin nere gide?…
Ölüm beden içindir; ölüm yok ki gönüle!…
Yaşıyor bu evrende. Yaşıyor bir yerlerde..
Anılanlar yaşarlar. Sende, bende, SEVENDE…

KAYNAKÇA:

(1)  Hançerlioğlu, Orhan, Düşünce Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1974.
(2)  Hançerlioğlu, Orhan, Düşünce Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1975.
(3)  LAROUSSE (Büyük)
(4)  LAROUSSE (Küçük)
(5)  Nazım, Hikmet, Seçmeler, “Şeyh Bedreddin Destanı”, Ararat Kitabevi, İstanbul, 1970.
(6)  Yavuz, Hilmi, Bedreddin Üzerine Şiirler,  Cem Yayınevi, İstanbul, 1976.
(7)  Yener, Cemil,  Şeyh Bedreddin,VARİDAT, Elif Yayınları, İstanbul, 1970.

ALINTILAR ve Türkmen Türküsündeki Sözler:

(1) Bektaşi Nefesi
(2) Bektaşi Nefesi
(3) Şaltak: Yumuşakça, ince, ipekli, hanımcası bir şalvar
(4) Kaltak: Süvari eyerinden farklı; nakışlı yüksek, acemi eyeri, gezi eyeri ve eyerin tutanak yeri
(5) İsmail EMRE
(6) İsmail EMRE
(7) Mevlâna “Fi hi Ma Fih”
(8) Güzel Muhammed’den bir hadis
(9)  Güzel Muhammed’den bir hadis
(10) Güzel bir sözdür ki Güzel Ali’ye ait
(11) Enver Gökçe
(12) Hilmi Yavuz
(13) Nazım Hikmet, Şeyh Bedreddin Destanı
(14) Nazım Hikmet, Şeyh Bedreddin Destanı