l.
İnsana dair ne
kadar tanım yapsak onu tüketemeyiz, çünkü hep kendisinin ötesine geçen,
varlığını gerçekleştirdiği her sınırda yeni sınırlara itilen; yetinmeyen, merak
eden, bilmek isteyen, huzursuz ve kaygılı bir doğaya sahip. Doğa dediğimizde
belirli yetilerle yüklü ve bu yetileri gerçeğe dönüştürmeye yazgılı, hem yapıcı
hem de yıkıcı olan bir “yaşayan” özgür iradeli bir varlığı anlıyoruz.
Biyolojik evrim
sonucu ortaya çıkan ve bilimce “homo sapiens” olarak tanımlanan bir canlı
varlık; ancak evrim süreci sonucunda önceki tüm aşamaları genetik olarak içinde
taşımak, geçmişiyle biyolojik akrabalığı korumakla beraber ayrıksı bir yanı
var; düşünce.
Etimolojik
olarak Latince “sapio” tatmak, “sapiens” tadan, tatla algılanır’ (Nietzsche)
anlamına geldiği söylenir. Bunu
“tadarak, deneyimleyerek bilmek” anlamına taşımak yanlış olmaz.
Bilmenin ve
bilincin ortaya çıkmasıyla doğal evrim sürecinin bir ürünü olan insan doğaya
aşkın hale gelmiş, kendi varlık sorumluluğunu
yüklenmiş, özgürlüğünü edimselleştirmenin sonsuz yolculuğuna başlamıştır.
En ilkel
aşamada bile insan öncelikle kendisiyle dışındaki dünyanın varlığını fark eder.
Biyolojik bir varlık olarak yaşamsal gereksinimin ilk adımı olan beslenme
sorunuyla karşılaşır. Gereksinmelerini öncelikle doğanın hazır nimetleriyle
karşılaşmak zorundadır; avcı ve toplayıcı olarak yaşamak zorunda olsa da kendi
varlığını, içinde bulduğu çevrenin olanakları ile ayakta tutup devam
ettireceğini görür.
Ancak etrafında
gördüğü tekil nesnelerin, olayların ve bir bütün olarak çevre koşullarının
geçici olduğunu algılayıp bilir; görünenler, olaylar ve nesneler ne kadar
geçici olsa da yok olmadığını, değişik biçimlerde devam ettiğini de fark eder.
Değişim ve dönüşümlerin, farklı görünüşlerin ortaya çıkıp yok olmalarının
kesintisiz akışını da pratik olarak deneyimler.
Dış dünyada
olup bitenler ve insanın içinde bulunduğu ortama bağımlı yaşamı hem kaygı hem
merak hem de bilme isteği doğurur; merak ve bilme isteği sorgulamaya yol açar,
olayların ve nesnelerin varlığının arkasında “ne var” arayışına.
Aristo “Metafizik”
adlı eserinin daha ilk cümlesinde şunu söyler: “Bütün insanlar doğal olarak
bilmek isterler. Duyularımızdan aldığımız zevk bunun bir kanıtıdır.”
Bilme edimi duyularda uyandırdığı zevklerin yanında bilinmeyen bir dünyanın
doğurduğu tehlikeleri görüp yaşamın güvenliğini sağlamaya araçlık etmesi
açısından da yaşamsal bir gücü ve işlevi vardır. İnsan kendi yaşamını güvenceye
alıp devamlılığını sağlamak için çevresini, dünyayı ve giderek evreni anlamaya
çalışırken birbirine bağlı farklı tinsel ürünler, kendi içinde bütünselliği
olan açıklamalar ve yorumlar geliştiregelmiştir; mitolojik, masalsı, dinsel ve
nihayet bilimsel düzeyler olarak.
Bunlar bilincin
mitolojik, dinsel, bilimsel formları olarak ortaya çıkıp yok olan olayların ve
evrendeki döngülerin içeriğini açıklamaya yönelik biçimleridir. Her ne kadar
evreni anlama dürtüsü, varoluşa ve insan yaşamına dair arayışlar farklı yöntem,
araç ve pratik yollarla yapılsa da bu, merkezinde düşünce olan tinsel bir
yolculuktur.
Tarih boyunca
tinsel süreç mitsel, dinsel ve bilimsel aşamalardan geçerek günümüze gelse de
bu arayış ve anlama yolculuğu son bulmayacaktır; dahası, uygarlığın bugünkü
düzeyine ve insanlık bilincinin erişmiş olduğu birikime bakarak mitolojik ve
dinsel formların ortadan kalktığını ya da kalkacağını sanmak gerçekçi olmaz.
Öncelikle her yeni doğan bebek, bilincini geliştirme yolculuğuna sıfırdan, bir tabula
rasa haliyle başlayacaktır. Diğer yandan insan kendi benliğinin
yapılandırmasını, hüviyetini oluşturmasını, varlığına anlam vermesini ancak
kendi gayretiyle yapacaktır. Genel olarak dış dünya hakkında bilgiler
kitaplardan, okullardan, pratiklerden öğrenilip uygulamaya sokulabilir; ancak
insanın öz-benliğiyle, asli varlığıyla buluşması dışarıdan aktarılan bilgilerle
ve reçetelerle olmuyor. Bu anlamda en yetkin bilinç durumunun bile içinde
bilimsellik altı mitsel ve dinsel öğeler varlığını sürdürürler.
Sonlu ve geçici
görünüşlerin arkasında sonsuz bir gücün var olduğu inancı bilincin gelişiminde
büyük bir adımı oluşturur. Bu düzey Tinin sadece duyusal uyaranlara, nesnelere
ve görünüşlere gömülü kalmaktan onların içeriğine ve varoluş nedenlerinin
arayış aşamasına erişmesidir. Mitoloji bu sürecin sezgisel – hayali aşaması,
din ise tasarımsal, felsefe ise ussal mertebelerini oluşturur.
Bir bütün
olarak insanlık tarihi, özünde bu tinsel yolculuğun sonsuza yayılan açılımının
sahnesidir: Merkezinde düşünce, ereğinde özgürlük, birey açısından da kendini
bilme ve anlamlandırma kaygısının egemen olduğu örtükten açığa, bilinenden
bilinmeyene uzanan tinsel macera.
Mitolojik
bilinç çocuk bilincidir; olaylar arasındaki bağlantıyı kuramayan, ama bunu
sezgisel – düşsel yollarla açıklama çabasıdır. Bu bilinç durumunun karşılaştığı
olaylara, yaşam deneyimlerine, doğanın döngüsüne ve dış dünyanın sonsuz
çeşitliliğine getirdiği çözüm mitik öznelerdir ki tümüyle duyusal varlıklar ve
duyulara hitap eder niteliktedir. Her ne kadar “cin”, “ruh”, “büyücü” gibi
özneler olduğu belirtilse de hepsi insan, hayvan, bitki, taş, dağ, ağaç, orman
vb. suretinde ve bunların birleştirilmesinden oluşan hayali varlıklardan
oluşturulurlar. Böylece mitolojik kurgular kendi içinde eklektik biçimde de
olsa bir bütünlük taşırlar, kendilerine özgü bir kozmogonileri (evren doğum,
yaratım) kozmolojileri vardır.
Olgusal
gerçekliği olmayan söylenceler mitsel figürler, hayali ve düşsel içerikler
ussal pırıltılar da taşır. Bağlantıları kurulmamış, süreçlerin aşamaları
tutarlı biçimde gösterilmemiş olmasına karşın görünmez güçlerin varlığı kendine
göre sebep-sonuç ilişkisi bağlamında bir bütünlük taşıdığı düşsel-sezgisel olsa
da gösterilir.
Yaratılmış
olanların geçiciliği, ancak yaratımın –oluşların– sürekliliği, giderek arkada
her şeye egemen ruh, Tanrı vb. varlığı inancı bilincin gelişim sürecinde yüksek
bir düzeyi oluşturur. Çünkü görünüşlerin
değişkenliği, yaşamın kendine özgü döngüsü arkasında görülmeyen, ancak
görünenleri yönlendiren, biçimlendiren bir gücün varlığı bilincin soyutlama
düzeyine tırmanışını belirler. Daha da önemlisi değişkenlerin gerisinde bir
değişmez kudretin olduğu inancı, bilincin yerelden evrensele yükselişini de
müjdeler.
Bu sorgulama
bilme, merak, deneyim ve gözlem vb. itkisiyle başlayan tinsel macera, soruları
kendi içinden oluşturarak, yanıtı kendinde aramak gibi bir süreci de tetikler.
Görünmez bir güç arayışı aslında bütün bu oluşların merkezi nedir, öznesi
kimdir arayışıdır da. Bu soruna dünyanın üç bölgesinden üç ayrı yanıt
verilmiştir. Yanıtlar ve özneler ne kadar farklı gözükse de soruların kaynağı
aynıdır: “Bu olağanüstü evrenin merkezinde ne var?”
Birincisi bilgelik dünyasından; Uzak Doğu’dan, Hint ülkesinden: “Devi eşi Şiva’ya sorar; tohumu
ne oluşturur? Bu biçimsiz harikalarla dolu evren nereden gelmekte? Kaynağı
nedir? Evrensel çarkın merkezinde ne var? Biçimleri istila eden biçim
ötesindeki bu yaşam nedir? Mekânın, zamanın, isimlerin ve tanımların ötesinde
olana nasıl girebiliriz? Kuşkularımı gider.”
Kuşku bilimin
ilkesidir, ama kuşkuyu aşmak için izlenen yol olarak. Kuşkunun bilim
dünyasındaki yeri eminliğe varmak, elde edilen sonuçları herkesin
deneyimlerine, gözlemlerine ve sorgulamalarına sunmaktır. Bu diyalektik bir
durumdur ki, böylece bilim kendi yolunu gerçek kılarak canlı tutar, varmış
olduğu sonuçları yanlışlamaya da açık kalır. Onun için dogmatizm bilimde yer
bulamaz, her türlü dogmanın, zannın aşılmasının da panzehiri olur.
Devi’nin, eşi
Shiva’dan “kuşkularımı gider” talebi aslında ben kimim, bu varoluşun anlamı
nedir, “bu harikalarla dolu evrenin” içinde benim yerim nedir, yaşamın anlamı
nedir, sorularına yanıt arayışıdır.
Bu kadim
varoluşsal soru insanın gündeminde olmaya devam edecektir. Çünkü insan bir yok-varlıktır;
biyolojik donanımıyla tam, ancak hüviyetini bulmak, bireyselliğini oluşturmak
anlamında yoktur, başka bir ifadeyle bu tinsel yanını kendisi var edecektir:
bilincinin yaratım yetisi ve iradi eylemleriyle, çünkü bunları hazır bulamaz.
Böylece kendini inşa etmek sorumluluğuyla baş başa olmak her insanın varoluşsal
yazgısı haline gelir.
Bilgelik
dünyasının insanlığa armağan ettiği Yoga, Tantra, Zen, Tao vb. arınma, kendi
özüyle buluşma yöntemleri binlerce yıllardır sayısız insanın deneyimlerinden
süzülerek gelmiş, bireyin kendini keşfetmesine yol gösteren mirastır: Nirvana,
mokşa, samadi, kaivalya gibi kavramlar sözel olarak farklı
gözükse de aslında aynı gerçeği ifade ederler. Arzularımız, beklentilerimiz,
dünyevi hırslarımız, çerçöple dolu zihnimiz kendimize yabancılaşmamızın,
farkındalıktan uzak, şaşkın ve mutsuz bir hayat sürmemizin nedenleridir. İnsana
acı veren, mutsuz, kendinden habersiz bir yaşamın karanlığından aydınlanmaya
varmanın yolunu gösterirler. Bunun için “sutralar” belirleyip bedensel ve zihinsel
deneyimler yoluyla arınmanın mümkün olduğunu bildirirler.
Bu yöntemler
kişinin bizzat kendi iradi pratikleri ve sorgulama-gözlemleme yoluyla kendini
keşfetmenin yolunu gösterirler. İçsel deneyim, gözlem ve arınma yöntemleri olan
bu arayışta nesne bilgisi, akıl verme, felsefi mantıksal açıklama, “kişilik
geliştirme”, egoyu beslemeye dönük öneriler bulunmaz. Onlar insana kendi iç dünyasını
tanımanın ve içsel karmaşasını aşmanın yöntemlerini bildirirler, “gerisi sana
kalmış” anlamında kılavuzluk yaparlar.
Bir merkez
arayışının ikincisi peygamberlik dünyasıdır, ortaya çıktığı bölge Ortadoğu.
Mitolojik söylemlerle türetilmiş olan çok sayıdaki “tanrı”, “ruh”, büyülü güç
kabulleri bildik nesnel varlıklar ve hayali suretler aşılarak tek Tanrı
soyutlamasıyla çoklu merkez Bir’e gelmiştir. Tanrı her şeyi yaratmış, en
sonunda insanı da yaratarak onunla ahitleşmiştir.
Başlangıçta Tanrı göğü ve yeri yarattı.
Yer boştu, yeryüzü şekilleri yoktu; engin karanlıklarla kaplıydı.” (Tevrat:
Yaratılış. 1:1-2)
Tanrı yeryüzünü sırasıyla ışığı, kara parçalarını, bitkileri, canlıları
ve en sonunda insanı yarattı.
“Tanrı insanı kendi suretinde yarattı. Böylece insan Tanrı suretinde
yaratılmış oldu” (Yaratılış. 1:27). “Rab Tanrı Âdem’i topraktan yarattı ve
burnuna yaşam soluğunu üfledi. Böylece Âdem yaşayan varlık oldu”( 2/7)
Peki! Yaratıcı
her şeye kadir, egemen Rab insan tarafından nasıl bilinecek, bir canlı varlık
olarak Âdem Rabbini nasıl bilip bulacak? Bu süreç kutsal metinlerin kendi
oluşum sürecinde anlatılagelir.
Tin olgusal bir
süreç ama tinsel sürecin sorgulanması düşüncenin edimidir ve bu edim
bireyseldir; sorgulama, düşünsel çaba bireye aittir, sonuçları ve ürünlerinin
kullanımı ise toplamsaldır. Âdem –homo sapiens – yaşayan varlık olmaktan
Rabbini bilen varlığa dönüşmesi, bu yolda sonu gelmeyen arayışlara girişmesi
kaçınılmaz olacaktır. Bilinç doğası gereği kendi özdeşliğinde kalamaz,
görünüşlerin göründüğü halleriyle yetinemez. Gerek İncil’de gerekse Kuran’da kendi
yapılarına uygun olarak soruna dair söylemleri görürüz:
İncil’den: “Dileyin,
size verilecek; arayın, bulacaksınız; kapıyı çalın, size açılacaktır.”
(Matta:7:7) “Örtülü olup da açığa
çıkarılmayacak, gizli olup da bilinmeyecek hiçbir şey yoktur.” (Luka. 12:2)
Özgür
irade İsa ile tinsel hayata, felsefi düşünceye girmiştir, çünkü insanları “aramaya”, “kapıyı
çalmaya” çağırmakta, ayrıca “gizli olan her şeyin açığa çıkacağını”
beyan etmektedir; Kime? Herkese. Bireyin ortaya çıkması iradesini kullanmasıyla
mümkün olabilir, böylece kendisi hakkında ve ilişkileri alanında sorumluluk
üstlenir duruma gelmiş olur.
“Gece onun üstünü örtünce bir yıldız
gördü de “İşte Rabbim bu!” dedi. Yıldız battığında ise “Batıp
gidenleri sevmem!” diye konuştu” (En’am. 76) … “Güneşi doğarken görünce
de, ‘İşte benim Rabbim! Bu daha büyük’ dedi. O da batınca (kavmine dönüp), “Ey
kavmim! Ben sizin Allah’a ortak koştuğunuz şeylerden uzağım” dedi. “Rabbim
bilgice her şeyi kuşatmıştır, hala öğüt almayacak mısınız?” (En’am.80)
Kuran bu süreci
daha da yükseğe taşır. “komşunuzu-ötekini kendiniz gibi sevin”
çağrısını eylemle gerçekleşeceğini bildirir. Israrla “salih amel – iman” kavram çiftini hep birlikte kullanarak
tecrit bir yaşamla aydınlanma arayışını, sadece “sevin” buyruğunu sınırının ötesine taşır: Bireysel yaşamla
birlikte, toplumsal yaşam düzeyine çıkarır. İnsanın sevgiyi ve imanı (kendinden
eminliği) özgürleştirici fiillerle gerçeklik kazanacağını bildirir. “İman
edip hayra ve barışa yönelik işler yapanlara gelince, Rahman onlar için bir
sevgi oluşturacaktır”(Meryem,
19/96). Mesaj kısaca şöyledir; sorgulayın, ders çıkarın, sorumluluk üstlenip
“salih amel”de bulunun, sonucunda içinizde sevgiyi bulacaksınız.
Tinin dünyaya
gömülü durumdan çıkıp özgürlüğe, evrensele yükselişi; düşünen özne olarak
insanın kim olduğu sorunsalına evirilmesi, bilimsel felsefi olgunlaşmaya girişi
oluşturur. Bu oluşumun bilimsel temeli Yunan’da atılmıştır. Yunan mitolojisinde
pek çok, tanrıdan söz edilir. İlk bakışta bir dağınıklık varmış gibi görünse de
özünde bir bütünlüğün, sezgisel olsa da aşamalı bir sürecin olduğu görülür.
İçgüdüsel dürtüler, duyusal yaşantılar, hayali-düşsel kurgular biçiminde
oluşturulmuş olsa da geri planda hep bir merkez–arke–temel kaynak arayışı
olduğu göze çarpar.
Evrenin doğuş
şemasını Hesiodos şöyle açıklar: “Her şeyin başı Kaostu. Geniş göğüslü anne
Gaia vardı, bunlar ölümsüzlerin kökeniydi. …
Ardından ölümsüz tanrıların en güzeli olan Eros… Eros insanların
ellerini ve ayaklarını kalplerini, akıllarını ve isteklerini alıp gitti.” (Hesiodos.
Teogonia. 16-20)
Yunan
mitolojisi varsaydığı sayısız tanrılar arasında ve onların karmaşık ilişkileri
içinde bir arke arayışının tohumlarını da ekiyordu; böylece felsefi düşüncenin
canlanması için gerekli ve bereketli toprağı sunmuş oluyordu.
“Felsefe tarihinde Miletos Okulu (İ.Ö. 6
yüzyıl) olarak bilinen okul Tales, Anaksimandros ve Anaksimenes’in doğayla
ilgili gözleme dayalı bilgilerle örülü düşüncelerinden bina edilmiştir. Söz
konusu düşünürlerin felsefenin temelini oluşturmasının nedeniyse, … geleneğin
verdiği cevapla yetinmeyip ‘Evrenin ilk ilkesi, yani Arkhé nedir? şeklindeki
ilk felsefi soruya verdikleri yanıtlarda yatar. Onlar tek olanı, bütün
varlıkların değişmez maddi ilkesini’ aramaya başlayarak Yunan felsefesinin
doğumunu müjdelemişlerdir.” (Ç. Dürüşken. Antikçağ Felsefesi; S.68)
Varoluşçuğu
kabul edilen, ölümsüz, insanüstü niteliklerle yüceltilen güçlerin –tanrıların–
göklerden yeryüzüne indirilmesi çabası başlamış oldu.
Sezgisel ve
mitolojik kavramları akli sorgulamadan geçirmek; evreni, gökyüzünü, yıldızları,
dünyayı ve üzerinde var olan her şeyin arkesi, temel kaynağı nedir sorusuna
yanıt arayışı bilimsel düşüncenin şafağını oluşturdu. Antik Yunan’da buna kimi
filozoflar tarafından değişik doğal öğeler, simgesel anlamda önerildi; su,
toprak, hava ve ateş her şeyin kayağı olarak ileri sürüldü.
Doğayı
anlamakla, “göktekileri” yere indirmekle başlayan felsefi nitelikli
sorgulamalar sonunda insanı anlama aşamasına vadi. Düşüncenin (genel olarak
tinin) gelişimi doğadan insana dönmesi Sofistlerle başladı. Onlar her şeyin
ölçüsünün insan olduğunu bildirdiler. Sokrates bu görüşü farklı şekilde ele
alarak sistemli bir sorgulamayla felsefi düşünceyi ilkeli bir zemine oturttu.
ll.
Ahlaki,
hukuksal, mitolojik, felsefi vb. söylemler tümü insan olarak insanın doğasında
bulunan yaşamsal enerjileri harekete geçirdiği, potansiyel olarak
canlandırılmayı bekleyen yetilere hitap ettiği sürece kalıcıdırlar. Biyolojik
varlığından daha çok, insanın kendi varlığını anlamlandırma, benliğini inşa
etme sorumluluğu ile bağlı olduğu dünyasını besleyen her düşünsel üretim zamana
ve mekâna aşkın kalır. Görülebileceği gibi dinin, ahlaki değerlerin, hukuksal
ilkelerin hiçbirinin insanın biyolojik yanıyla ilgisi yoktur, o alan doğaya
aittir, yani doğa yaslarının hükmü altındadır.
İnsan
davranışlarının, düşüncelerinin ve yeteneklerinin kısıtlanması karşısında
daralır, iradesine dışarıdan konulan bir sınırlama onda başkaldırıyı doğurur.
Kendini gerçekleştirmek gibi varoluşsal dürtüsü bu sınırı aşma atılımına yol
açar, özgürlüğüne kaçmaya kışkırtır. Örneğin; Prometheus ile Âdem miti özünde
insan doğasındaki bu varoluşsal itkinin değişik biçimde ifadesidir. Her ikisi
de Tanrı tarafından konulmuş yasağa bir başkaldırının sembolüdür.
Bu anlamda
insan hep yaratıcı bir huzursuzluk içinde olmaya hazırdır. Güvenliğini ve
yetilerini gerçekleştirmek yolunda var olan engelleri aşmaya kurguludur. Prometheus
ateşi tanrılardan çalıp insanlara verir, Âdem cennetteki kendisine yasaklanmış
“Bilgi Ağacı”nı meyvesinden yiyince Tanrı tarafından cezalandırılır.
Bilinç doğası
gereği kendine özdeşlikte kalamaz, kendini ve kendisine nesne edindiği her şeyi
bilmek, ayrımlarını ortaya koymak ister. Eylemleri ile kendini ve dış dünyayı
dönüştürmek, bu özdeşliği aşmasının, hep kendisinin ötesine geçmesinin
göstergesidir. Bilincin ateşi, iradenin gücü ve yaşamsal enerjisinin itkisiyle
kendini var kılar, özgürlüğünü edimselleştirir.
Bilmek–yapmak–olmak
insanın varoluşsal yazgısı, gerçeği bilmek bunun olmazsa olmaz koşuludur.
Gerçek derken kendinde nasılsa öyle olan, bireylerin keyfine göre eğilip
bükülmeyen, her bilinç biçimine ve her bireye karşı eşit mesafede duran
olgusallığı kastediyoruz. Ele geçirdiğimiz ölçüde ona tanık oluruz, böyle de
olsa “gerçek olan” içeriğini ve yasalılığını değiştirmez.
Gerçeği
nitelikleriyle, dönüşümlerini, halden hale geçişlerindeki akışına tanık olmakla
biliriz. Sonsuz akışın içinde değişmeden kalanı bulmak düşünen özne olarak
insanın ezel – ebed sorunsalı olagelmiştir. İster gerçekliği bilme aşaması,
ister bildikleriyle üretim ve yaratımlarda bulunsun olanı, olmakta olanı ve
olacak olanı anlama çabası sonlanmayacaktır.
Mitoloji, din,
sanat, bilim, felsefe düşüncenin kendi içinde gelişim evreleridir. Tarih
aslında düşüncenin kendini zaman içinde gerçekleştirme ve tanıma sürecidir. Her
şeye karşın bireysel yetkinlik ne kadar gelişmiş olursa olsun rüyalar, inanç
biçimleri, vehimler, hayali kurgular her zaman ortaya çıkabilecektir.
Nesnel
koşullarla bireyin kendini var etme, öznel kaygıları, talepleri ve etkinlikleri
çatışabilir. Bu karşıtlık tarihin dinamosunu oluşturur, öte yandan bireyin
karakterini, bireyselliğini inşa etmesinin tarihsel atmosferi de olur.
Kadim bilgelik,
tasavvuf insan için “Sen beden değilsin, sen zihin değilsin”uyarısında ısrar eder. Bedenin
doğaya ait olduğunu ona tapınmanın insana huzur ve mutluluk getirmeyeceğini
belirtir. “Sen bir düşünce varlığısın, gerisi et ve kemik, … Sen dünyaya sadece mezardaki kurtlara yem
olacak bedenini beslemek için gelmedin. … Ey insan! Hakikatte sen şuurdan,
akıldan ibaretsin.” (Mevlana)
Bedenin
gerçekliği ve önemi küçümsenemez, ancak yaşamın anlamı ona ait değil ve ondan
gelmiyor. İnsan anlamı doğada ve doğal varlığında bulamaz. İnsan olmak
yanımızla ne söylersek, neyi ne kadar anlamışsak, hangi yargıda ve yaratımda
bulunmuşsak, neyi okumuşsak sadece kendimizi ifade etmiş oluruz.
Beden ve beden
kaynaklı arzuların doyurulması, beklentilerin karşılanması ve kaygıların
giderilmesi ölçüsünde anlam arayışı ağırlığını hissettirir. Modern yaşam
koşulları tarihsel bir dönem olarak bunu açıkça ortaya koymuştur.
Günümüzde anlam
arayışı tarihte hiç olmadığı kadar yoğun bir biçimde yaşamımıza yerleşti.
Yalnızlaşma, tatminsizlik, amaç yoksunluğu, mutsuzluk, depresyon nerdeyse dünya
çapında yaşanan sorun haline geldi. Hamlet’in ünlü söylemiyle bir zamanlar “olmak
ya da olmamak”sorunsalını,
Erich Fromm, “sahip olmak ya da olmak”adlı
eserinde modern dönem insanının önüne çıkan ikilemi aynı içerikle yeniden
ortaya koydu.
Olumsuzmuş gibi
gözüken belirtiler aslında tarihsel bir gelişimin ve sıçramanın eşiğinde
olduğumuza işarettir. Bin yıllardır insanlığın öncelikli kaygısı maddi
güvenceye ermek, yaşamını idame ettirmenin yollarını bulmak oldu. Modern
dönemde bunun belirli ölçüde çözülmüş ya da çözümünün mümkün olduğunun
görülmesi yepyeni bir sorunu, özsel bir sorunu gündeme getirdi. Bu yaşamın
anlamı nedir, sadece bu bedeni beslemek, yiyip içmek, üremeyi gerçekleştirmek
mi? Evet, artık bu yanımızın güvence altında alınmış olması yaşamı anlamlı
kılmaya yetmiyor. Tarihsel dönem insanı kendi özünün ne olduğu, anlamlı bir
yaşamı nasıl inşa edeceği sorunuyla yüz yüze getirdi.
Her türlü
sahiplenme (para, makam, şöhret) insana dışsal kalır, ayrıca insan eğer
sahiplenmeleriyle ne kadar özdeşleşirse sahip oldukları tarafından
sahiplenilir. Kutsal metinlerin “elinizle
yaptığınıza tapmayın”, “kendinize
ilah edinmeyin” temel uyarısının boş bir öğüt değil, zamana ve mekâna aşkın
bir hakikatin bildirimi olduğu görülür.
İnsan anlamı
doğada veya doğal varlıklarda bulamaz. Belirttiğimiz gibi hüviyetini, benliğini
hazır bulmayıp bunu kendisi var edeceği için insan – insana ilişki içinde
gerçekleştirebilir. Yapıp etmelerimiz kim olduğumuzun dışarıda görünmesidir,
ancak bu etkinliklerin temelinde de niyetlerimiz, amaçlarımız, dürtülerimiz,
hayal ve tasarımlarımız bulunur.
Anlamsızlık
özünde insansızlıktır; yalnızlıktır, bir işe yaramazlık, içsel boşluk,
değersizlik duyumsamasıdır. Bunlar toplumsal ve birebir insan ilişkileri
alanında ortaya çıkan tinsel (manevi) hakikatlerdir. Biraz yakından bakılırsa
temelinde güvenlik – özgürlük, hak bilirlik – benmerkezcilik, kısaca nefsaniyet
– hakkaniyet kutupsallığından doğan seçimlerimizden kaynaklandığı görülür.
Seçimlerimiz
kaderimiz olur. İnsanların ilişkileri birbirini nesne kılarak değil,
özvarlıklarının bir aynası, kendini ortaya koymanın, ifade edip gerçekliğini
deneyimlemesinin paydaşı olarak davrandıkça anlamlı bir yaşamı elde edebileceği
sahiciliğe ve samimiyete dönüşebilir. Bunların sadece sözel ve kitabi değil,
farkındalıkla, deneyimlenerek kavranması ilişkileri bir sığınak olmaktan
çıkarıp, paylaşıma ve bireyin bizzat kendinden özgürleşmesinin huzur ve
sevincine kavuşturabilir.
**
Kaos-Kozmos
diyalektiği mitolojik bir söylem gibi gözükse de özünde varoluşun evrensel
dinamiğinin bildirimidir de. “Harikalarla dolu evrende” kendini anlamaya
çalışan insan kendi kaosunun yaratıcı gücünü de kozmosunun düzenleyici
kudretini de kendinde taşır. Kaos-Kozmos kutupsallığı birbirini peşleyen ortaya
çıkış ve yok-oluş akışı değil, evrensel varoluş sürecinin her anında iç içe
olan yaratıcı kaynaktır.
Tinsel alana
ait ne kadar olgu, deneyim, söylem, fikir vb. varsa bunlar bireyin yaşamına
dokunduğu ölçüde etkin ve değerli olur, öte yandan bireyler de bu değerleri
sorgulayıp düşünce süzgeçlerinden geçirerek ahlaki yapılarına katmadıkça
önemini anlayamazlar.
Dışarıdan ve
içimizden gelen uyarılar algı dünyamızda varlık kazanırlar. Farklı yönlerden
farklı şiddetlerle gelen uyarılar arzularımızı canlandırırlar, bu uyarılar
bilincimizde baskı yaparak iç dünyamızda karmaşaya (kaosa) yol açarlar.
İçgüdülerimiz,
alışkanlıklarımız, düşünsel ve pratik yeteneklerimiz, hayallerimiz,
tasarımlarımız, niyetlerimiz iç kaosumuzu besleyen yaşamsal enerjilerimizdir ve
hep bizimle birlikte olacaklardır. Bu karmaşa “nefs” dediğimiz kendi
gerçeğimizi oluşturur. Nefsimiz kaosumuzdur, ama aynı zamanda tüm insani oluşum
ve yaratımlarımızın da kaynak gücüdür.
Devi Şiva’ya “kuşkularımı
gider” derken içimdeki kaosu nasıl kozmosa çevirebilirim talebini dile
getiriyordu. Tasavvufta da nefs terbiyesinden, nefsin mertebelerinden söz
edilir. Bilgeliğin aydınlanma, peygamberliğin nefsini terbiye et, Antik Yunan’da
“Kendini bil” gibi uyarıcı çağrıları özünde, kendini arındır, içindeki
karmaşayı düzene koy; kaosunu kozmosa çevir, anlamlarına gelir.
İnsandan başka
hiçbir varlık içsel karmaşa yaşamaz ve bilmez; çünkü doğal olarak içine konmuş
olan dürtü ve zorunlu yaşam biçim ve kalıplarının dışına çıkamaz. Oysa insan
düşünen, özgür iradesi olan, evreni ve evrende olanı bilme yetisine,
bildikleriyle doğada kendiliğinden olmayan şeyleri oldurma kudretine sahiptir.
Öz-bilinçli
olmak insana sorumluluklarını ve kaderini hatırlattığı gibi yalnızlığını da
duyumsatır. İçsel kaosunun, nefsinin hoyratlığının ve karmaşasının yarattığı
köleliğin prangaları da, özgürlüğünün ve kendine yeterliliğin uçuran kanatları
da insanın kendinde. Her birey kendi bireyselliğini inşa etmeye, içsel
özgürlüğünü gerçekleştirmeye yazgılı kılınmıştır.
“Derman arardım derdime
Derdim bana derman imiş
Bürhan aradım aslıma
Aslım bana bürhan imiş.” (Niyazi Mısri)
“Bu dünya bir dağa benzer. İşlerimiz,
yaptıklarımızda seslenmek gibidir. Seslerimiz güzel de çirkin de olsa dağa
çarpar döner yine bize gelir” (Mevlana)