İnsan Hakları Eğitimi ve Dayanışma için Eğitim: Eğiticilerin Eğitimi

İnsan Hakları - 2019

Bu başlık, 5 – 7 Aralık 1988 tarihlerinde UNESCO’da düzenlenen insan hakları eğitimine ilişkin toplantının alt konularından biriydi. İnsan hakları eğitimi konusundaki bu düşüncelerimi orada sunmuştum.

İnsan
hakları eğitimi sorunu, son on – on beş yılda özel bir önem kazanmıştır. Ama
hâlâ deneme dönemindeyiz.

İnsan hakları eğitimiyle ilgili yapılanlar ve
yapılması gerekenler konusundaki raporları okurken karşılaştığımız çeşitli
yaklaşımlarda ve insan hakları öğretiminde, başka birçok eksikliğin yanı sıra
özellikle iki noktanın –kanımca iki çok önemli noktanın– genellikle eksik
olduğunu görüyorum: Bunlardan biri bu eğitimin amacıyla, diğeriyse
yöntem(ler)iyle ilgilidir. Burada bu iki nokta üzerinde durmak istiyorum.

Viyana Kongresi tutanaklarında insan hakları
eğitiminin amacı, bir “bilinç uyandırmak”, yani “dünyanın her yerinde yaşanan
insan hakları ihlâllerine son vermek için eylemde bulunma gerekliliği bilincini
arttırmak” şeklinde dile getiriliyor. Bu amaç, eğitilenlerde “insan hakları
ihlâl edilenlerle dayanışma ihtiyacına ilişkin bilinci uyandırmak” şeklinde de
dile getiriliyor. Konumuzun “insan hakları ve dayanışma eğitimi” biçiminde dile
getirilişi, sanırım, bu anlayışı yansıtıyor.

Eğitilenlerde böyle bir bilinç uyandırmak –ki
ben buna “isteme” oluşturmak demeyi yeğlerim– yani daha önce gerçekleştirilmiş
ihlâllere karşı “bir şeyler” yapma istemesini uyandırmak, kuşkusuz çok
önemlidir. Ama sanırım bu, en son amacı dünyada insan haklarının gitgide daha
çok korunması olan bir eğitim için yeterli değildir. Çünkü böyle bir eğitim,
daha aslî bir istemeyi; insan hakları ihlâl edilmeden önce, insan hakları ihlâl
edilemeyecek tarzda eylemde bulunmayı istemesini oluşturmayı amaçlamıyor. Başka
bir deyişle bu eğitim, eğitilende, ihlâllerin sonuçlarını giderici tarzda
eylemde bulunma istemesini oluşturmayı amaç ediniyor, ama eğitilenin
kendisinde, belirli tek tek durumlarda eylem ilkeleri olarak insan haklarının
dile getirdiği taleplerce belirlenecek şekilde eylemde bulunma istemesini
oluşturmayı amaç edinmiyor. Oysa ancak böyle bir isteme, kişinin belirli tek
tek durumlarda kendisinin doğrudan ya da dolaylı olarak bu tür ihlâllerin
nedeni olmamasını, ya da bu hakların gerçekleştirilmesine katkıda
bulunabilmesini sağlayabilir.

Böyle bir istemeyi kazanabilmek, belirli bir
bilinci gerektiriyor: İnsan olma bilincini ya da “insan onuru” denen şeyi
paylaşma bilincini. Bu bilinç, eğitilenlerin bazılarında, onlara; a) belirli
insansal olanakların (örneğin Edison’un elektriğin kullanımlarını keşfetmesini,
Albert Camus’nün Veba’yı yazmasını,
Albert Schweitzer’in Afrika’ya gitmesini ve bilinen ya da bilinmeyen daha
binlerce insanın başardıklarını başarmalarını, nimetlerinden hepimizin, bu
arada eğitilenlerin de yararlandığı başarıları ortaya koymalarını sağlamış olan
insansal olanakların) değerinin bilgisinin sunulmasıyla –görsel malzeme de
kullanılarak sunulmasıyla– ve b) insan haklarının bilgisinin verilmesiyle
uyandırılabilir. Çünkü insan hakları bilgisi, araştırmaların gösterdiği gibi,
genel olarak bu tür insansal olanakların gerçekleşmesini olanaklı kılan –ama
yalnızca olanaklı kılan– koşulların bilgisinden başka bir şey değildir.

İşte eğitilenlerde insan kimliklerinin –yani
kültürel, ulusal ya da başka bir grupsal kimliklerinin değil, insan
kimliklerinin– bilinci ve insan haklarının bilgisi, onlarda insan haklarını
koruyacak ve bu arada insan hakları ihlâllerini giderecek biçimde eylemde
bulunma istemesini geliştirmeye daha elverişli görünüyor.

**

Bununla birlikte, insan haklarını korumayı
istemek, aynı zamanda tek tek durumlarda bu şekilde eylemde bulunabilmeyi kendi
başına olanaklı kılmıyor.

Bir kişinin bir durumda insan haklarını
koruyacak biçimde eylemde bulunabilmesi, o durumu doğru değerlendirebilmesini
gerektiriyor. İnsan hakları eğitiminde izlenen ya da izlenmesi öngörülen yollar
–ilgili belgelerde görebildiğimiz kadarıyla– bu noktayı hesaba katmıyor.

Her eylemin ilk oluşturucusu olarak
değerlendirme –bir eylemin, durumun, olayın vb. doğru değerlendirilmesi–
oldukça karmaşık bir felsefe sorunudur. Burada, bu sorun üzerinde durmayacağım.[1]
Yalnızca iki noktayı belirtmekle yetineceğim: a) Doğru değerlendirme, yaygın değer
yargıları aracılığıyla değerlendirmekten (benim “değer biçme” dediğimden[2])
ve değerlendiren kişi ile değerlendirilen arasındaki özel bir ilişkiye göre
değerlendirmekten (benim “değer atfetme” dediğimden[3])
ayırt edilmesi gereken bir değerlendirme tarzıdır; b) değerleri ya da insan
haklarını korumayı istiyorsak, doğru değerlendirme, belirli tek tek durumlarda
gerçekleştirdiğimiz eylemlerin onsuz olunamayacak bir koşuludur.

Bundan dolayı, eğiticilerin eğitiminde doğru
değerlendirme etkinliğinin felsefî bilgisinin verilmesi ve bu konuda alıştırmaların
yaptırılması gereklidir; çünkü başkalarını bu konuda da –yani insan haklarını
koruma istemesine sahipseler, belirli bir durumda ne yapmaları gerektiğini nasıl
bulabilecekleri konusunda– eğitecek olan yine bu eğiticilerdir.

İnsan hakları eğitimi –doğrudan ya da dolaylı
olarak– bütün öğretim düzeylerinde yapılmalıdır. Eğiticilerin eğitimi
programları, eğitim yapacakları düzeye göre, yani her düzeye konan amaçlara
göre geliştirilmelidir.

İlkokul düzeyinde, öğrencide insan kimliği
bilincinin uyandırılması yeterli görünüyor. Örneklerini bu amaç için günlük
yaşamdan, özellikle de edebiyattan ve mitolojiden seçen özel bir etik programı,
bu düzeyde insan hakları eğitimi için yeterli bir çerçevedir. Dolayısıyla bu
düzeydeki eğiticilerin eğitimi, sözü edilen amaca yönelmeli; bir dizi felsefî
etik dersleri, bu eğiticilerin eğitiminin temeli olmalıdır.

İnsan kimliğinin bilincine orta öğretimde
özel bir önem verilmeli ve bu bilinç bilgiye dönüştürülmelidir. Eğitilenlere a)
insan onurunun bilgisini (insan onurunun oluşturucularını, yani tarih boyunca
insan başarılarını ve bu arada etik başarıları gösteren örnekler aracılığıyla)
sunmayı; b) temel (insan) haklarının bilgisini ve bu hakların kişinin yaşamı,
toplumların gelişimi, insanlığın bugünü ve geleceği için öneminin bilgisini
sağlamayı ve c) öğrencileri eylemleri, olayları ve durumları doğru
değerlendirmede eğitmeyi amaçlayan bir dizi ders, bu amaç için uygun olur.[4]

Eğitimin bu iki düzeyi için yapılması gereken
tek farklılaştırma, kullanılacak malzemenin, yani bu eğitimde kullanılacak
örneklerin seçimiyle ilgilidir. Eğitilen öğrencilerin düzeylerine uyarlamak
koşuluyla, kullanılan yöntem bile aynı yöntem –Sokratik yöntem– olabilir. Bunun
için insan hakları eğiticileri, Sokratik yöntemi kullanmada özellikle
eğitilmelidir.

*

Üniversitede lisans eğitimi ve meslekî
eğitim, ders programlarında farklılaştırma gerektiren tek eğitim düzeyi olarak
görünüyor. Lisans sonrası eğitim düzeyinde bile insan hakları eğitiminin çerçevesinde
bir farklılaştırmanın –yani araştırmacıların ve gelecekteki üniversite
öğreticilerinin eğitiminde bir farklılaştırmanın– gerekli olduğunu
düşünmüyorum.

Yaygın “kültürler kültüne” rağmen bugün
insanlık, ortak eylem normları arayışı içindedir –insanlık için “global bir
etik” arayışı içinde.[5]
Benim görebildiğim kadarıyla insan hakları, bu tür normlardır; ama insan
hakları kavramları, böyle bir kullanım için yeterince açıklığa
kavuşturulmamıştır daha. İnsan haklarının etkili bir eğitimi ve aynı şekilde
insan haklarının başka uygulamaları –örneğin hukuk oluşturma– böyle bir
kavramsal açıklık gerektiriyor. Bu nedenle insan hakları araştırmaları teşvik
edilmeli. Bu da, aynı zamanda lisansüstü düzeyde insan hakları eğitiminin
geliştirilmesi gerekir demektir.

En son amacın dünyada insan haklarının
korunmasını yaygınlaştırmak olduğu amaçlar zincirinde, insan hakları konusunda
açık kavramsal bilgi ve bu hakların etik ve hukuksal gereklerinin bilgisini
sağlayacak felsefî araştırmalar, ardından da (felsefî araştırmalara dayalı
olarak yapılan) hukuk araştırmaları, bugün insan hakları alanında eğiticilerin
eğitimi için önkoşullar olarak görünüyor.

Bu, farklı disiplinlerden araştırmacıları ve
çeşitli eğitim düzeylerindeki öğrencileri eğitecek olan eğiticilerin eğiticilerini
(les formateurs des formateurs)
eğitmek amacıyla üniversitelerde lisansüstü programlara ihtiyaç olduğunu
göstermektedir. Bunlar, disiplinlerarası programlar olmalı, ama bu programlarda
da insan haklarının felsefî eğitimine özel bir yer verilmeli, bu felsefî eğitim
merkeze konmalıdır.

Kavramları açıklığa kavuşturabilecek, insan
hakları ölçütleri geliştirebilecek ve bunları temellendirebilecek
araştırmacılara, yani insan hakları türünden bilgi nesnelerini ele almak için
gerekli epistemolojik araçlara sahip olan araştırmacılara gereksinim vardır.
Tek tek durumları doğru[6]
değerlendirebilecek ve bu değerlendirmelerine dayanarak insan haklarının mevcut
koşullarda gerektirdiklerini bulup temellendirebilecek araştırmacılara
gereksinim vardır. İnsan hakları eğiticilerini eğitenler, örneğin temel hak
olduğu iddia edilen bir hakkın temel bir hak olup olmadığını gösterebilmelidir;
kodifiye edilebilecek yeni haklar türetebilecek durumda olmalıdır; tek tek
ülkelerde önerilen yasaları değerlendirebilmeli ve bunların insan hakları için
yaratabileceği doğrudan ya da dolaylı etkileri görebilmelidir. Bu eğiticiler,
aynı zamanda yaşamın çeşitli alanlarındaki olayları ve durumları değerlendirebilecek
durumda olmalı; çünkü farklı alan ve mesleklerdeki öğrencileri eğitecek olan
eğiticileri bunlar eğiteceklerdir.

İnsan haklarıyla ilgili olmayan bir meslek
yoksa da, bazı meslekler, insan haklarının korunmasıyla doğrudan ilgilidir.
Yalnız kamu görevlileri, yöneticiler, yargıçlar, savcılar, siyasetçiler,
polisler, askerler değil, aynı zamanda doğa bilimciler de (biyologlar, biyofizikçiler
vb.) insan haklarının dile getirdiği istemleri hesaba katmada ve bunun nasıl
yapılabileceği konusunda eğitim görmelidirler.

Böylece, özellikle üniversitede eğiticilerin
eğitiminden (özellikle de şu anda) beklenen, öğrencilerin, özel programlar
(mesleklere göre özel, aynı zamanda da ülkenin ve eğitim görenlerin koşullarına
göre “özel” programlar) geliştirme konusunda eğitilmesidir.

Farklı düzey ve mesleklerde insan hakları
programlarının başlatılması, şu anda oldukça güç görünüyor. UNESCO bu konuda,
özellikle bakanlıkları, Üniversite Senatolarını ve başka sorumluları bu tür
ders programlarının başlatılması gerektiğine ikna etme konusunda yardımcı
olabilir.

Başlarda göğüslemek zorunda olduğumuz bir
güçlük de şudur: İnsan olma bilincini, üniversite öğrencilerinde ve meslek
eğitimi gören öğrencilerde, yani kişilikleri artık şekillenmiş bulunan
kişilerde de geliştirmek zorunda olmamız. Eğiticilerin eğitiminde dikkat
edilmesi gereken konulardan biri de budur. Bu da, her defasında uygun dili
bulabilmemizi gerektirir.[7]

Son olarak şunu da belirteyim: İnsan hakları
eğiticilerinin eğitimi, temelde felsefî eğitimin özel bir uygulaması olarak
görünüyor. Değer sorunlarına ilişkin eğitim ya da felsefî bilgiye dayanan etik
eğitimi. Eğiticilerin insan hakları eğitimi, bu eğiticilerin gözlerini
keskinleştirme eğitiminden başka bir şey değildir; öyle ki, her belirli durumda
insan onurunun nerede tehlikede olduğunu yakalayabilsinler. Çünkü insan hakları
eğiticisinin başkalarını eğiteceği en önemli konu, tam da budur. Bizim kişi
olarak insan onurumuz da, her eylemimizde söz konusudur.


Dipnotlar

[1] Bunun için bak.:
Ioanna Kuçuradi, “From Revolt to Philosophy” (Philosophers on Their Own Work 11, Bern – Frankfurt am Main, New
York 1984, s. 109 – 114) ve Etik
(Ankara 1988, s. 26 – 19 ve 82 – 93).

[2] Bak.: Ibid.

[3] Ibid.

[4] Orta öğretim için
bir müfredat programı çerçevesini, UNESCO Finlandiya Millî Komisyonu tarafından
1986’da düzenlenen “Uluslararası Eğitim” konulu bir Ortak Etüt için
hazırladığım raporda geliştirmiştim. Bunun, eğiticilerin eğitimi için
gerektirdiklerine de aynı yerde değinmiştim. Bak.: International Education in Twelve Countries, European Joint Studies
in Education No. 9, Finnish National Commission for UNESCO, 1986, s.349-376.

[5] Bak.: Ioanna
Kuçuradi, “Cultural’ Morals and ‘Global Morality’ in the Light of Ethics”,
Proceedings of the World Academic Conference of the Seoul Olympiad 88, The World Community in Post-Industrial
Society 4
, Seoul 1988, s. 176-185.

[6] Bir durumu doğru
değerlendirme sorunuyla ilgili olarak bakınız: Dünya Problemleri Karşısında Felsefe Seminerinde yaptığım “Açış
Konuşması”, Ankara 1988, s. 7-13.

[7] Birkaç yıl önce,
yüksek düzeyde bir polis görevlisini, polislere insan hakları eğitimi verilmesi
gerektiği konusunda ikna etmeye çalışıyordum. Beni sessizce dinliyor, zaman
zaman da, bana karşı iyi duygular beslediği için, dostça gülümsüyordu; bu da,
kendisinin de tanık olduğu şu durumdan söz ettiğim güne kadar devam etti.
Ankara’da havanın çok kirli ve karlı olduğu bir akşam, bir araç bulabilmek
için, pek çok kişi gibi ben de soluk almanın çok zor olduğu bir yerde yarım
saatten fazla bekledim. Aynı yerde bir trafik polisi, maske takmaksızın sekiz
saat durmak zorundaydı. Bu olayı aktarıp, “Temel haklar polislerin de
haklarıdır; o polise bir maske vermek, insan haklarının bir gereğidir,”

deyince, ilk kez “Haklısınız,” dedi bana. Polislere insan hakları
eğitimi verilmesi gerektiği konusunda ikna oldu mu, bilemiyorum; ama en azından
ikna yolu açılmıştı.