İnsan, tarihin hemen hemen her döneminde topluluk olarak, becerebildiği ölçüde de toplum halinde yaşama gereksinimi duymuştur. Bununla birlikte insanın müşterek olarak yürüttüğü her yaşam formunda, gerek iş bölümü gerekse işbirliğinde olsun, tarihin her döneminde bir rıza ve itaat probleminin ortaya çıktığı sosyolojik bir vakıadır. Yönetim şekillerinin dönüşmesi, sınıfsal farklılıkların oluşması, iç ve dış alanlarda yürütülen savaşlara kadar aynı problemin varlığından kaynaklı birçok tarihsel fenomenin tespitini yapmak mümkündür. İtaat ve rıza problemlerini herkesin lehine ortadan kaldırabilecek, insanın doğal durumundan çıkarıp hukuki bir varlık olma aşamasına geçirecek bir ideal toplum ve yönetim istemi de bu gelişmelere paralel olarak düşüncenin devindirdiği her toplumsal birliktelikte talep edilmiş; bahsedilen problemlerin çözüme kavuşturulması için düşünürler, ilâhiyatçılar ve özellikle filozoflar tarafından önerilerde bulunulmuştur.
İnsanın iyi bir yaşama kavuşmasının
yolu ve yöntemi Antik Yunan düşünürlerinden günümüze kadar felsefenin
gündeminde yerini korumuştur. Özellikle devlet aygıtına biçilen görev ve
misyonu, insanın mutluluğuna erişmesinde yüksek bir amaç olarak ele alan Platon
ve Aristotelesçi yaklaşımların yanında devletin varlığından aynı eminlikle
bahsetmeyen ve devlete aynı yücelik vasfını yüklemeyen ve hatta devlet yerine
daha çok insanların gönüllü organizasyonlarını ön plana çıkartan Sofistler,
Epikürcüler ve modern dönemde liberal, Marxist ve anarşist teoriler, insanları
ideal topluma ulaştırabilecek yol ve yöntemlerde ayrılığa düşseler de bu ideal
toplumun varlığı ve gerçek kılınması konusunda öneride bulunmaktan geri durmamışlardır.
Yasa’nın varlığını yapay bir
zorlama olarak gören Sofistler insanın doğal halindeyken daha mutlu olduğu
konusunda görüş bildirmiş ve aristokrasiye karşı tez olarak halkın tercihlerini
ön planda tutan demokratik organizasyonların safında yer almışlardır. Yine
Antik dönemde devleti ve uygarlığın her türlü biçimini reddeden Kinikler ve
siyasal örgütlülükleri doğal bulmayan Epikürcü hedonist görüşler de devletin
varlığı konusunda Sofistlerle aynı tarafta kalmayı tercih etmişlerdir. Benzer
olarak modern dönemde özellikle devleti sınıflı toplumun sömürü aracı olarak
gören Marx’ın ve daha çok sivil toplum kuruluşlarına, gönüllü birliklere değer
veren ve devletin varlığını ve iyiye olan katkısını reddeden Bukanin gibi
anarşistlerin görüşleri devletin ortadan kaldırılması gerektiği yönündedir.
Devleti tümden reddeden görüşlerle uyuşmasa da J. Locke gibi liberaller ise
ideal toplum yaşantısında daha çok devletin mutlakiyetçi tavrına karşı tezler
ileri sürmüşler ve aristokrasiden ziyade demokrasiden yana olmuşlardır.
Platon, Aristoteles ve sonrasında
Farabi gibi filozofların ortak bir kanaati olarak “iyi bir insan” ancak “iyi
bir toplum” örgütlülüğünde açığa çıkar. Bunun da temel sağlayıcısı elbette
devlettir. Platon’un ve Aristoteles’in seçkinci bir yönetime, eş deyişle
aristokrasiye atfettikleri değer, özellikle demos’a dayalı ve onun
iradesi altında şekillenen demokrasinin ideal bir yönetim şekli olmayacağı
konusunda taşıdıkları güvensizlikten ileri gelir. Platon siyaset teorisinde
mesleki uzmanlıklar konusunda ısrarlıdır. Siyaseti de bir uzmanlık alanı olarak
gördüğünden, nasıl ki hastalık konusunda hekimin otoritesi esas alınıyorsa
siyaset alanında da uzman ve eğitimli kişilerin, Platon’a göre filozofların,
işbaşında olması ideal bir devlet ve toplum tasavvuru için elzemdir.
Sokrates’le başlayan ve Platon’da sistemli olarak ifadesini bulan idealar
metafiziği de en nihayetinde ideal bir toplum inşası için araçsal kılınmış ve
hatta Platon’un Sicilya yolculuğuyla gerçekleştirilmesinin yolları aranmıştır.
Yaşadıkları dönemde retoriğe bağlı
olarak şekillenen ve çoğu zaman eğitimsiz kalabalıkların seçimiyle nihayetlenen
yönetim biçimini, yani o günkü formuyla demokrasiyi eleştirmelerinin Sokrates
ve Platon açısından kendi dönemlerinde haklı sebepleri olduğu söylenebilir.
Onlar için insanları mutluluğa eriştirecek ideal bir toplum, ilkesel yaşantıyı
kendinde tahakkuk ettirmiş karakterlerin, yani filozofların ya da felsefe
eğitimi almış kişilerin varlığıyla ve yönetimde bulunmalarıyla
mümkündür. Daha sonra “El Medinetü’l Fazıla” adlı eserinde insan için
şehir yaşantısının varlığını ve filozofların yönetimini esas alan Farabi de
platonik geleneğin siyasetteki aristokratik tutumunu aynı sebeple sürdürür. Bir
anlamda seçkinci ya da uzmanların yönetici olması gerektiğine dönük fikirler,
önemli farklılıklar içermekle beraber, özellikle ussalcı bir zeminde Batı
pozitivizminde, A. Comte’un toplum tahayyülünde, yine Tito, Stalin, Mao gibi
öznelerin siyasi pratiklerinde görülmüşse de liberal politikalar karşısında
başarılı olamamışlardır. Kaldı ki G. Orwell’in 1984’ü A. Huxley’in “Cesur Yeni
Dünya”sı gibi bazı distopyaların da bu siyasi uzmanlık temelinde biçimlenen
siyasi pratiklerin yarattıkları totaliter yapıları eleştirmek için yazıldıkları
bilinmektedir.
Bundan başka, ideal bir toplumu ve
elbette iyi insanı tarih sahnesinde açığa çıkartmak için özellikle din merkezli
yönetimlerin önerildiği bilinmektedir. Her ne kadar tarihin uzun bir döneminde
iktidarın kaynağını Tanrı’dan ya da firavunlarda olduğu üzere kendi tanrılığından
aldığını ileri süren yönetimler sıklıkla gözlenmiş olsa da teokrasiyi felsefi
düzeyde bir öneri olarak ileri süren ve temellendiren düşünür ve filozoflar da
yok değildir. St. Augustinus “Tanrı Şehri” adlı yapıtında gerçek formunu ancak
ahirete dönük yaşantıları organize etmekle sağlayacak ve daha çok bir alotopya
olarak görülebilecek modellemesi ile teokratik yönetim önerisinde bulunmuştur.
Benzer şekilde İslam dünyasında Gazali’nin, İbn Teymiyye’nin de benzer içerikte
önerilerde bulunduğu bilinmektedir. “La hükme illa lillah” (Yusuf, 67)
ayetini siyasi bir bağlamda şiar edinmek çoğu kez İslam toplumlarında yönetim
işlerinin teokratik çerçevede biçimlenmesine neden olmuştur.
İnsani yaşantının iyileştirilmesi
ve ideal toplumun gerçek kılınması konusunda literatüre “Makyavelizm” olarak
geçecek yönetim önerilerini “Prens” adlı eserinde sıralayan N. Machiavelli,
amaçların araçları mubah kıldığı ve dolayısıyla da Sokrates’in erdemle bilgiyi
eşleştiren düsturuna hiç de benzemeyen, Bacon’un ifadesine yakın bir ifadeyle
güçlünün haklı olduğunu yeni bir paradigmada sunması, feodal siyasi çöküntüde
bulunan Avrupa’nın, mutlakiyetçi yönetim arayışında olduğunun ilk işareti
olarak görülebilir. Daha sonra Thomas Hobbes’un mutlak egemen olarak hükümdarın
insanları doğal durumlarındaki bencilliklerinden çıkarıp onları toplumsal
sözleşmeye dayalı olarak tek çatı altında toplamasını talep etmesi aynı
mutlakiyetçi talepten ve dönemin gereksindirdiği şartlardan kaynaklanır.
Hobbes, Tevrat’tan aldığı bir isimlendirmeyle isimlendirdiği eseri
“Leviathan”da, insanı, doğası gereği bencil bir varlık olarak görür. Ona göre “Homa Homini lupus”(insan, insanın kurdudur) durumu ancak mutlak ve dünyevi
bir egemenle aşılabilir.
İnsanın doğal durumundan yine
toplumsal bir sözleşmeyle çıktığını ve hukuksal bir yaşantıya dâhil olduğunu
ileri süren J.J. Rousseau ise insanların doğal durumdayken sahip oldukları
mutlu yaşantılarını yine kendi iradeleriyle yasayla sınırlayarak “genel irade”
altında gerçek özgürlüklerini elde ettiklerini düşünür. Ona göre bu özgürlükler
ortamı ideal bir toplum tasavvuru için demokratik yapılanmada güvence altına alınmalıdır.
Her ne kadar günümüz demokrasilerini düşünsel anlamda beslemiş ve teorik birçok
katkı sunmuş olsa da Rousseau’nun demokratik modeli güçler ayrılığı ilkesinden
uzak, halkın mutlak egemen olduğu totaliter bir formda kurgulamıştır. Daha
sonra J. Locke yetkilerin bölünmesi talebini dile getirerek güçler ayrılığı
fikrini ileri sürmüş ve bugünkü gerçek demokrasilerin asıl görünüşü bulmasına
kaynaklık sağlamıştır. Locke’un bu vurgusunu ileri düzeyde teorik çerçeveye taşıyan
ise Montesquieu olmuştur.
Bugün geriye dönüp baktığımızda literatürde toplum
sözleşmesi kuramcıları olarak geçen bu isimlerin günümüz demokrasilerinin
oluşmasına, dolasıyla da ideal toplum ve yönetim arayışlarına yaptıkları katkıların
varlığı daha iyi gözlenmektedir. Her ne kadar bugün demokrasi, çoğulcu, nispi,
çoğunlukçu vb. nitelemelerle birtakım ayrımlarına işaret edilerek tartışmaya açılmışsa
da, hali hazırda birçok yönetimin içeriğini oluşturmaya ve kıyıda köşede kalmış
kimi yönetimleri de kendine benzetmeye devam etmektedir.
İnsan, tarihin her döneminde az ya
da çok, bireysel ya da toplumsal, kavramsal ya da sezgisel olsun, bir şekilde
iyiyi istemiştir. İdeal düzen arayışları içerisinde varlık bulan ütopyalar da
aynı isteğe bağlı olarak oluşmuştur. Kuşkusuz her ütopik tasarım,
kendisini, şimdi ve burada deneyimlenen gerçekliğin karşısında konumlandırır.
İstenmeyen bir toplum düzeninden arzulanır bir dünya devşirmek hemen hemen tüm
ütopyaların genel izleği olarak karşımıza çıkar. Thomas More’un “Ütopya”sı,
Tommasso Campanella’nın “Güneş Ülkesi”, Francis Bacon’nın ”Yeni
Atlantis”i, Platonun “Devlet”i, Farabi’nin “Medinetü’l Fazıla”sı benzer
isteklerden doğmuş ve mülkiyetin paylaşımı, şehir yönetimi, kadınların ve
çocukların yaşamdaki yeri, eğitim problemleri gibi benzer içerikleri
iyileştirme süreçleri üzerinde odaklanmışlardır. Bugün geldiğimiz nokta
itibariyle, özellikle post-modern algının içine düştüğü düşünsel depresyon her ne
kadar reyini distopyadan yana kullanıyor gibi dursa da insanın iyiyi istemesi
ve iyiye olan umudu yeryüzünden henüz kalkmış değildir. Kaldı ki, iki Dünya
Savaşı geçirmiş dünyamızın, kolektif barış süreçlerini ve küresel yönetim
organizasyonlarını daha çok çağırıyor ve deneyimlemeye uğraşıyor olması bu
anlamda önemlidir.
Küresel emperyalizmin örgütlediği
savaşların yanında yine küresel sermayenin denetlenebilir, şeffaf ve rasyonel
yönetimleri ve hukuk yapılarını sermayenin güvenli dolaşımı için çağırıyor olması
bir denge unsuru olarak görülmelidir. Marx ekonomi-politiğinde kapitalizmin
onulmaz çelişkilerine dikkat çekmiş ve proleter bir devrimin yaklaştığına
inanarak sınıfsız topluma doğru olan lineer bir akıştan bahsetmiştir. Oysa daha
yarım yüzyıl geçmeden liberal-kapitalist politikalar orta sınıfın varlığına
dönük girişimlerde bulunmuş ve zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri
olamayan büyük proletaryaya kaybedebileceğinde
mahzun olabileceği küçük bir varsıllığı armağan emiştir. Bu daha çok
sistemin kendi krizlerini aşma politikasından kaynaklı olarak gerçekleşiyorsa
da yeni yaşam formlarına ve ilişki biçimlerine de kapı aralamıştır. Günümüz
dünyasında da benzer bir siyasi süreçte küreselleşen sermayenin kendi varlığını
korumak ve geliştirmek adına küresel devlet yapısına dönük adımları daha ciddi
şekilde atabileceği söylenebilir.
Dünya devletlerinin Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra
örgütledikleri Milletler Cemiyeti ve yine İkinci Dünya Savaşı sonrasında
Birleşmiş Milletler Örgütü’nün varlığı her ne kadar yetki ve
riayet konusunda birtakım aksaklıkları bünyesinde taşısa da bir dünya
devleti olmanın öncü girişimleri olarak görülmelidir ve önemlidir. Daha somut
ve verimli bir örnek olarak Avrupa Birliği deneyimi bunun olabilirliğine dair
güçlü bir işarettir. Son süreçte İngiltere gibi büyük bir devletin birlikten
ayrılması söz konusu olmuş ve birliğin dağılacağına dönük iddialar çoğalmış
olsa da bu deneyimin kendisi hâlâ önemini korumaktadır. Kaldı ki dağılmış olsa
veyahut dünya devletleri yeni bir küresel savaşı deneyimlese bile kapsamı
şimdikinden daha geniş yeni birliklerin insan ihtiyaçlarına bağlı olarak
oluşacağı söylenebilir.
Fransız ihtilaliyle Avrupa’da başlayan ve tüm dünya
toplumlarına yayılan ulusçuluk fikri, ilkin imparatorlukların coğrafi varlığını
ortadan kaldırdığı gibi, onların tinsel alışkanlıklarını da dönüştürmeyi
bilmiştir. Tebâ konumundaki birçok toplumsal yapı, geleneğin aidiyetleri
üzerinden değil, demokratik hukuk kardeşliği altında yeniden
örgütlenebilmiştir. Bu dolayımdan sonra yeni üretim biçimlerinin üst yapısal
örgütlülüklerde yeni yapılanmaları ortaya çıkartacağını, örneğin yeni küresel
hukuk düzeninden ve bir dünya devletinden daha somut bir ihtiyaç olarak
bahsedilebileceği söylenebilir.
Bugün geldiğimiz nokta itibariyle
yeni üretim biçimlerinin oluşması, özellikle yapay zekânın süratle hayata katılması,
akıllı tasarımların insan ilişkilerini biçimlendirmesi metaforik olarak
söylenecek olursa, Hz. Nuh’un yeni bir gemi yaptığına işaret etmektedir. Tarih
dışı olmak istemeyen toplumların binmekte ısrar ettiği ve yatırımlarını buna
dönük yapmaya gayret ettikleri bir gemidir bu. Edebi ve felsefi
literatürde gözlendiği üzere ütopik kurguların büyük çoğunlukla bir adada
düşlenmiş olması, onların başka toplumların etkisinden uzak, korunaklı, kendi
içlerinde sistemli ve bütünlüklü yapılar olarak düşlenmiş olmasından kaynaklanır.
Oysa küreselleşen ve bilişimin takip edilemez şekilde hız kazandığı bir
dünyada insanın yaşadığı topografik kopuş, artık yeni ütopik tasarımlarda yer
bildiriminde bulunmayı atıl bırakmaktadır. Klasik ütopya modelinin donmuş
imgesinin yerine siber mekânlarda örgütlenen yeni ilişkilerde zaman boyutu ve hız
faktörü distopik bir biçimden ziyade yeni ve olumlu yaşam formları olarak
düşünülebilecektir. İbrahim Müteferrika’dan evvel Osmanlıda matbaanın gelmesine
dönük kaygılar şimdi ne kadar anlamlıysa bugün hiç de kendisine ait bir kaygı
olmayan ve sürekli yapay zekânın işsizlik sorununu yaratacağından şikâyet eden
kişilerin kaygısı da o kadar anlamlıdır. Bu kişilerin gemiye alınmayacağını
bilmek içinse güçlü bir uzgörüye ihtiyaç yoktur.
Platon ideal devletinden bahsederken insan organizmasında üç yetiye (akıl-irade-itkiler) karşılık toplumda da üç sınıfın varlığından ve her birinin erdeminden bahseder. Bu sınıflar özetle yönetenler, askerler ve işçilerdir. Gelecek zamanın, özellikle yapay zekânın hayata hızla nüfuz etmesin sonucunda bu üç sınıftan özellikle askerler ve işçiler sınıfının varlığının ortadan kalkabileceği söylenebilir. İnsanlık tek bir sınıfta akıl varlığı olarak yeniden örgütlenebilecek ilişki biçimlerinde kendi varsıllığını usun kendi edimselliği ve yine usun içeriği olarak din (ahlâki eylem-erdemli yaşantı) ve yüksek sanat formları üzerinden inşa edebilmenin imkânını da bulacaktır. Her ne kadar bugün hiçbir suretle onaylanacak bir durum olmasa da Antik Yunan’ın felsefe üretiminin bir boş zaman etkinliğine dayandığı ve bu boş zamanı Atina yurttaşlarına sağlayanın da köle emeği olduğu unutulmamalıdır. Yapay zekânın insana dair birçok iş alanını devralacak olması yalnızca distopik bir tasavvur olarak düşünülmemeli, bunun aynı zamanda kişinin yalnızca kendi eylemleriyle daha çok kendini inşa edebileceği zamanı da ona teslim edeceği göz önünde tutulmalıdır.
Kaynakça:
1. Arnhart Larry, Siyasi Düşünce Tarihi, Çev. Ahmet Kemal Bayram, Adres Yayınları, 2004.
2. Arslan Ahmet, Felsefeye Giriş,
Adres Yayınları, 22. Baskı, 2015.
3. Claeys Gregory (Haz.), Ütopya Edebiyatı, Çev. Zeynep
Demirsü-Damla Göl, İş Bankası yayınları, 2. Basım, 2018.