İbni Haldun, “Mukaddime” ve Mitostan Logosa Geçiş

“Felsefenin Kurucu Bir Kavramı Olarak Barış” başlıklı yazısından alıntılanmıştır.

İbni Haldun Mukaddime’de tarih bilimini ‘yalandan’, ‘yanlıştan’, ‘yanılgıdan’ ve ‘masaldan’ kurtarmak istemektedir. Böylece o, bu bilimi bilimsel olarak yeniden temellendirmek istemektedir. Bu kavramlar hem tarih biliminin içinde bulunduğu durumu (nesnel olan) hem de tarihçilerin tarih bilimine ve onun konusuna karşı bilinçli ve/veya bilinçsiz davranışlarını (öznel olan) betimliyor. Öyleyse, tarih biliminin bilim olarak yeniden kurulabilmesi için yerine getirilmesi gereken bazı öznel ve nesnel koşullar vardır.

İbni Haldun’un bu çabası neye denk gelmektedir? Tarih bilimini temellendirmek demek, her şeyden önce değişimin ve hareketin yasalarını araştıran bilimi kurmak demektir. İbni Haldun tarih biliminden yalnızca toplum tarihini anlamamaktadır; fakat bununla öncelikli olarak toplum tarihini kastetmektedir. O halde, İbni Haldun toplumun hareket yasalarını, eş deyişle toplumsal değişimin ve dönüşümün yasalarını bilimsel olarak araştırıp ortaya çıkarmak ve incelemek istemektedir. Bir toplum kendisini hareket ettiren yasaları bilirse, yani toplumsal olaylara, olgulara, ilişkilere ve yapılara hâkim olan yasaları keşfederse, ilkesel olarak kendisine hâkim olan yasalara hükmedecek yol ve yöntemleri de er veya geç keşfedecek demektir. Bu, toplumun toplum olarak özne, eş deyişle özgür olmasının önkoşuludur. Öyleyse, bir toplum kendi hareket yasalarını veya kendisine hâkim olan değişim yasalarını keşfedip onları kontrol edip düzenlemenin yollarını bulduğu ve yöntemlerini geliştirebildiği oranda özgür özne olabiliyor.

İbni Haldun yukarıda sıraladığım kavramları çok bilinçli ve isabetli bir şekilde seçmiştir. Tarih bilimini içine düşmüş olduğu bu durumdan ve bilimcileri yalanlarından, yanlışlarından ve yanılgılarından kurtarmak için başvurmuş olduğu yöntemi “ayıklama” olarak tanımlamaktadır. Bu bağlamda “ayıklama”, “doğruların içinden yanlışları çıkarıp atma” anlamına gelmektedir. İbni Haldun tarih bilimini yalandan kurtarmak istemekle, gerçek ne ise onu tüm sonuçlarıyla ve bedelleriyle olduğu gibi kabul eden bilim etiğini tesis etmeyi amaçlamaktadır. Bu nedenle bunların nedenlerini, kaynaklarını, sonuçlarını yakından inceler. Bunlara bizim de yakından bakmamız öğretici olacaktır.

“Yalan”, insanın isteyerek bilinçli bir şekilde giriştiği gerçeği çarpıtma eylemidir. Gerçekten yana değil, gerçek dışı olandan yana olma eylemidir yalan. Yalan, gerçekler çıkarlara, eğilimlere, kendinden geçer kabul edilen doğrulara ters düştüğü zaman, gerçeği kişisel çıkarlara, istek ve arzulara, eğilimlere ve beklentilere göre uydurmak için söylenir ve yazılır. Yalandan farklı olarak, yanlış ve yanılgı istenmeden içine düşülen, yanlışın gerçek, yanılgının doğru sanıldığı bir durumdur. Masal, gerçeğin gerçek olgulara, verilere, deneyimlere, deneylere,  nedenlere ve sonuçlara, yapılara, süreçlere ve ilişkilere dayanarak bilimsel olarak ortaya konmasının yerine fanteziye dayalı anlatının geçmesi demektir. Efsane, bir bütün olarak toplumsal olayları konu alan destanlara deniyor ve bu bakımdan eğer destan kişisel kahramanlıkları konu ediniyorsa, o zaman destana efsane değil, destan diyoruz. Bunlar fantezinin güçlenmesi için çocuklar ve yetişkinler için pedagojik olarak anlamlı olabilir, ama İbni Haldun’un amaçladığı gibi gerçek toplumsal ve siyasi süreçleri, yapıları ve ilişkileri açıklamak için çok elverişli değildir.

Görebildiğim kadarıyla İbni Haldun Mukaddime’de gerçeğin çarpıtılma ve çarpıklık biçimi olarak en az yedi farklı yalandan ve yanlıştan ve bunların nedenlerinden söz etmektedir –ki kanımca bunlardan yedincisi ayrı bir neden olmaktan çok diğer altısı için aynı zamanda bir ölçü olarak işlemektedir. Buna göre dünyayı yaşama elverişli kılmak, “yeryüzünü geliştirme ve güzelleştirme çabalarının, çeşitli durumlarında birtakım doğallıkları vardır. Haberler de bu doğallıklara dayandırılarak değerlendirilir. Geçmişle ilgili söylenenler ve anlatılanlar, doğallıkların yasalarına yaslandırılır.”

Burada anahtar kelime elbette doğallık kavramıdır. İbni Haldun biraz aşağıda doğallık kavramına dair bazı açıklayıcı belirlemelerde bulunuyor. İbni Haldun’a göre, insanın dünyayı insan yaşamına elverişli kılmak, dünyayı insan yaşamı için güzelleştirmek amacıyla girişmiş olduğu çabasında, oluşan değişik durumların kendilerine has doğallıkları veya doğal yasaları vardır. Bu durumların doğallıklarının neler olduğunu bilmemek, teoride olduğu gibi pratik yaşamda da büyük yalan ve yanlış kanaatlere ve yargılara varmalarına, kötü ve saçma pratikler sergilemelerine neden olmaktadır. Bu betimlemeye göre doğallık, tüm durumlara ve olaylara derinlemesine nüfuz eden kendine has belirleyici yasalardır. “Gerçekten de”, diyor İbni Haldun, “ister köklü olsun ister geçici olsun, her olayın kendine özgü doğallığı vardır. Bu doğallık olayın özünde de, kendine bağımlı ve sonradan beliren durumlarda da bulunur.”  Öyleyse, doğallık zorunlulukta olduğu gibi olumsallıkta da vardır; özde olduğu gibi görünümün tüm şekillerinde de mevcuttur; nedende olduğu gibi etkide de bulunmaktadır. Yalana ve yanlışa düşmemek için her durumun varlık hallerinde olan doğallığı bilmek gerekmektedir İbni Haldun’a göre. Nedir bu yalana ve yanlışa götüren diğer nedenler?

Bunlar: (1) “görüş ve inanış eğiliminde yan” tutulması –ki “eğilim ve yan tutma, insanın gerçeği görmeye yarayan gözünde bir perde olur. Eleştirmeyi, inceleme çabasını engeller ve yalanı benimsemeye, alıp aktarmaya sürükler.”  (2) İbni Haldun’a göre, bilgiyi veya onun tabiriyle “haberi aktaranlara [haber kaynağına] güvenmedir”. Oysa, “doğruyu yanlıştan ayırma, haber kaynağına ne ölçüde güvenilebileceğini ve ne ölçüde güvenilemeyeceğini araştırmaya dayanır.”  (3) Üçüncü yalan biçimi, “amaçları gözden kaçırmak” ile oluşur. Amaçları gözden kaçırma, haberleri aktarırken gördüğü veya duyduğu haber ile ne amaç güdüldüğünün gözden kaçırılmasıyla olur. Aktarılan haberlerin, bilgilerin, düşüncelerin, gözlemlerin erekselliğini gözden kaçırma “yalana, yanlışa” düşürür.  (4) Bilimsel çalışmada yalana ve yanlışa düşülmesinin, dördüncünün görünüş biçimi farklı olsa da, nedeni ikincisine benzemektedir. İbni Haldun bunu “doğruluk yönünde iyimserliktir” diye tanımlıyor. Bu yalanın ve yanlışın oluşmasının nedeni, başvurulan kaynağa peşinen güvenilmesidir.  (5) Yalana ve yanlışa düşmenin diğer bir nedeni “bilgisizliktir”. İbni Haldun’a göre bu bağlamda bilgisizlik, “durumları, olaylarla karşılaştırma yöntemini” bilmemekten kaynaklanmaktadır. Öyleyse burada söz konusu olan, olayları durum ile ilişkilendirmede başvurulan yönteme dair bilgisizliktir. Bu konuda yöntem tam olarak bilinmediği için olayların bağlamı olan durumlar ile durumların içinde vuku bulan olaylar arasında yanlış ilişki kurulur, durumlar ile olaylar/olgular arasında yanlış “benzetmeler” yapılır, yanlış analojiler kurulur.  İbni Haldun’un burada işaret etmiş olduğu durum ve olay/olgu ilişkisi 18. yüzyılda Adam Smith’in ve Fransız Aydınlanmacılarının skolastik yönteme karşı bilimselliği kurmak için başvurduğu bir yöntemdir. (6) İbni Haldun bilimlerde yalana ve yanlışa, hatta mitosa ve “masalcıların uydurmalarından oluşan olanak dışı”  öykülerin anlatılmasına götüren diğer bir nedeni “dalkavukluk” olarak tanımlıyor –ki kanımca bu bugünün akademiyasında son derece yaygın bir görünümdür. Bu, “[i]nsanların yetki, makam ve rütbe sahiplerine abartmalı övgülerle, durumları olduğundan iyi göstermelerle ve bu tür çabaları, övgüleri her yerde yayarak yaranma” eğilimlerinden kaynaklanmaktadır. İbni Haldun açısından bu insanlar “[d]alkavukluğa eğilimlidir”.  Dalkavuklar gerçek, bilim ve bilimsellik peşinde olmak yerine “[ü]n ve servet gibi dünyanın tatlarına ve geçim yollarına tutkundurlar. Bu yolları bırakıp erdemlere pek yönelmez çoğu. Erdemlilerle erdemli olma yarışına girmezler.”

İbni Haldun, Mukaddime adlı eseriyle bir taraftan tarihi bir bilim olarak kurmak isterken diğer taraftan bu bilim aracılığıyla bu yalanlar ve yanlışlar, mitoslar ve destanlar, efsaneler ve masallar nedeniyle “çeşitli toplumların durumlarını örten perdeyi”  kaldırıp her şeyi apaçık görünür kılmak istemektedir. Fakat o, tarihi bir bilim olarak kurma çabasını, tüm bilimleri ve bilimselliği yeniden kurmaya denk gelen bir çaba olarak görmektedir. Zira tarihin bir bilim olarak kurulması, onun diğer “bilim dalları arasındaki yerini, yolunu ve yöntemlerini açıkça ortaya koymayı” amaçlamaktadır. Bunu “bu bilim dalının kandilliğini temizleyip kandilini yaktıktan/ışıklandırdıktan” sonra yapmak istemektedir. Bu bakımdan tarihin bilim olarak kurulması aynı zamanda tüm bilimler dünyasının da bir bakıma beraber inşa edilmesi anlamına gelmektedir. Bilimler ancak bu şekilde, yalanı ve yanlışı toplumsal bilimsel hayattan kovabildiği oranda bireyi ve toplumu kendi koşullarını kontrol edebilen özne olarak kurabilir. Bir toplum ancak bu şekilde geleceğini güvenle planlayabilir ve gerçekleştirebilir.