Dinsel inançlar temel alındığında, kullar Tanrı’nın sözlerini, arzularını, isteklerini veya emirlerini sorgusuzca kabullenip yerine getirirler. İyi bir kul olmak çoğu zaman uygulamada sorgusuzluğu gerektirmektedir. Kendi adıma bir Hıristiyan keşişini veya bir dervişi anlayışından dolayı eleştirmek yerine, nasıl olur da böyle bir soyutlanabilme kudretini iradesinde toplayıp nefsine hükmedebildiğine şaşırırım.
Yahudiler her yıl defalarca kendilerini açlıkla sınarlar. Birçok orucun yanısıra mayasız yiyeceklerle açlıklarını giderdikleri bir bayramları vardır. İyi veya kötü her eylemi terk ettikleri günleri vardır. Uğursuz günde, sebt gününde vb. günlük eylemlerini defalarca kesip yüzlerini Tanrılarına dönerler. Kurbanlar keserler, adaklar adarlar. Ve verdiklerine hamd ederek şükranlarını dile getirirler.
Hıristiyanlar ise birçok farklı anlayış ve uygulama biçimine karşın İsa’nın acısını içlerinde taşırlar. Belirli günlerini açlıkla geçirip, önünde diz çöktükleri efsanenin acısına gözyaşı dökerler. Her dinde olduğu gibi dini samimiyetsizce yaşayanlar vardır elbette. Yine de sahicisini bir kere gözlemleyen, asırlık acının ne demek olduğunu anlar. Hatta bazı inanç kollarında kendilerini döverek İsa’nın acısına ortak olmaya çalışanlar dahi vardır. Bir nebze de olsa hissetmek için acısını…
Müslüman için de açlık bir farzdır. Nefs terbiyesini esas alır İslamiyet. Çok yemenin haram olması gibi, aç bırakmak da emanet olan bedeni, haram kılınmıştır mümine. Sabahın çok erken saatlerinde kalkıp secdeye koşarlar, Peygamberin göz bebeği olduğu için namaz. Her şey yenemez, her haz tadılamaz; hatta keşişlerdeki gibi kendine acı çektiren, hücrelere kapatanları dahi vardır, dünya sefasından kurtarmak için kalbini.
Budistler ise Buda’nın yolunda terk edip dünyanın tüm neşesini, kendi ile baş başa kalmanın düşünü kurarlar. Yeniden doğum çarkından kurtulup ermek için nihai kurtuluşa, en zevkli anlarını terk ederler, altın Buda’nın anısına. Ne doymak için yemek yerler, ne de ayaklarını uzatıp yan gelerek yatmak vardır hayatlarında. Apaçık bir çilehanedir dünya ve talibin mezun olup kurtulması için süslenmiştir her bir köşesi. Her Budist, Buda’nın gözlerinin, üzerinde olduğunu bilir.
Peki ya Tanrı önemsemiyorsa bunları? Ya vaat ettiği hediyeleri vermeyecekse aç kaldıkları için kullarına? Ya cennet Kur’an’ın dediği gibi bir meselden ibaretse, yoksa ahirette bir gerçekliği? Yine de kul yıkar mıydı kendini mabet kapılarında? Açlıkla sınar mıydı nefsini? Tanrı’nın işittiğinden emin olduğu için bir zaman kaybı olarak görmez ibadeti ve yürekli bir canla verir yaşamının en verimli anlarını meçhul yokluğa. Delicesine istediğine dokunmaz, kalbini çarptırana bakmaz, yemez ağzını sulandıranı.
Kendine karşı dürüst olabilseydi belki, Tanrı’nın aşkından değil de ölümden korktuğu için yapamadığını itiraf edebilirdi. Günah en sevimli duygularla davet ederken mümini kendi cennet vadisine, ne bir kayıp vardır zahiren, ne de bir şeytan ya da meşhur yakıcı ateşi. İhtiraslarıyla başbaşa kalır karanlık gecede nefsine meydan okuyan zavallı mümin ve tek tesellisi kâfirin yanacağı ateşin kendisinden uzak olmasıdır. Kâfiri de, ateşi de kendi uydurduğunu unutarak, kurtulmayı istediği kadar kâfirin de yanmasını ister alevler içinde. Tüm eylemlerini haklı çıkaracağı için farklı olmak zorundadır çünkü! Ne gariptir ki ebedi barış istemli sözleri bağırırken avaz avaz, bir yandan da ayrılarak kâfirlerden, acı çekerek yanmalarını bu nedenle ister.
Hâlbuki kim koymuş cennetin sınırlarını? Cehennemin kapılarını kim tâyin etmiş? Kurban kestiği için içini rahatlatanlara, kurbanın kendi günahları yerine farz kılındığını kim bildirmiş? Öyle olsa dahi kim istemiş rızasını kurbanın, kendi zavallı zanları uğruna kafasını kesebileceğini bildiren kim?
Acaba Tanrı ödüllendirmeseydi açlığı veya gün ortasında her şeyi bırakıp kendine dönmeyi, kim sürdürürdü bu geleneği? Peki, kim bilmiş Tanrı’nın hâlâ razı olduğunu bu mahrumiyetlerden? Kim sormuş ne istediğini son zamanlarda? Kim kurtulmuş doğru ile yanlış arasında gidip gelmekten?
İnsan, aciz fikirlerini uydurmuştur Tanrı’nın söylemine. Açlığa kendi rıza gösterdiği için rıza göstertmiştir ilâhına.BöyleceTanrı istemiş olur kulunun yaptıklarını ve yapmadıklarını. Tanrı’yı kendi nefsi ile yeniden çizer, çünkü ihtiyacı bir Tanrı değildir, ama cennet bahçesinde domates yetiştirmektir, domates kadar hayal gücü olmayan mahrum kulun…
Oruç tutarız, hırsızlıktan yüz çeviririz, zinayı kınarız. İnsanlarla iyi geçinmeye bakıp yalandan uzak durmaya çabalarız; çünkü böyle beğenmektedir bizi hayalimizdeki Tanrı. Gerçekte ise kimse bilmemektedir ne istediğini. Belki bir im bulunur zavallı gönüllerde. Ama aslında en ufak bir fikrimiz dahi yoktur Tanrı’nın ne istediğine dair ya da neyi arzuladığından.
Duymasaydı eğer duaları ve görmeseydi kendisine sunulan hediyeleri, acaba kim dua ile yakarırdı Tanrı’ya, kim aç bırakırdı nefsini? Kim terk edebilirdi ömrünü kendi kaderine? Kulakla duyulmasa da korku ile sabittir Tanrı’nın büyüklüğü. Ama en mahrem ayıplarında kim kabul edebilirdi o gözün kendini izlediğini? İhtiyaç için yaratıldığından inançlar, ihtiyacı karşılayacak kadar takdir olunmuşlardır beşeriyette. Ne bir parça eksik, ne bir parça fazla… Ancak müminin tatmin olup kendisini rahatlatabileceği kadar…
Bu nedenle mahrumiyetlerin hiçbiri Tanrı için değildir, sadece Tanrı’nın öyle istediği umulduğu içindir. Ve aynı nedenle, her insan kendi Tanrısının sınırlarını yine kendisi belirler. Hakikatte ise kim bilir, belki Tanrı bu yönelişlerin hepsini kapsadığı kadar, onlarla ilgisizdir de…