Hegel’in Diyalektiği Üzerine Bir Derleme

Sayı 89 - Kasım - Aralık 2019

Filozof
Georg Wilhelm Friedrich Hegel (M.S. 1770-1831)’in büyüleyici ve cezbedici
bulduğum çözümlemelerini birkaç satırda özetlemeye çalışmanın ne denli
indirgeyici ve fakirleştirici bir işlem olabileceğini vurgulamak gerekir. Bu
nedenle Hegel’in eserleri içinden kendi cümlelerinden alıntıları da içeren bu kısa
derlemenin, düşünürün diyalektik felsefesi hakkında bir sezgi oluşturmaya
yönelik olduğunu hatırda tutarak, diyalektiği üzerine daha açık ve kapsamlı
fikir edinebilmek için düşünürün felsefesini bütünüyle göz önüne almanın gerekliliği
kaçınılmazdır.  Çünkü ‘diyalektik’, bir
anlamda, Hegel’in felsefesinin tümünü kapsar.

Felsefe,
Varlığın kendi kendini düşünmesidir. Bu düşünme kendi kendinden beslenir. Kendi
kendini işler, maddeyi ve formu kendinde bulur. Hegel’e göre kavram, bilginin
upuygun formudur. Hegel’e göre diyalektik ise Varlığın gelişme biçimidir. Tümel
olan kavram ise,‘Varlık’ kavramıdır.

Varlık,
bir ilkenin, bir ilk-temelin kendisini açması, belli bir ereğe doğru
gelişmesidir. Bütün var olanların, bütün varlık çeşitlerinin arkasında ve
temelinde bulunan bu ilkeye Hegel, yerine göre ‘ide’, ‘akıl’ ya da ‘tin (Geist)’
der. Tinin ereği, sonunda kendi kendisini bulması, kendi kendisinin bilinç ve
özgürlüğüne erişmesidir.

‘’Kendi için varlık, kendi kendisiyle bir ilişkisi bulunması
bakımından, dolaysız bir halden ibarettir. Kendi kendisiyle bir yadsıma
ilişkisi meydana getirmesi bakımındansa, belirlenmiş kendi için varlıktır,
‘bir’dir. Bu, her türlü farkı dışında bırakan ve içinde ‘başka’nın kaybolduğu
bir andır.’’[1]

‘’Tin hiçbir zaman durup dinlenmez. Hep ilerleyen bir harekete
kapılıp gider. Ama burada bir çocuğun doğumuna tıpatıp benzeyen bir olgu
vardır. Uzun ve sessiz bir besin özümlemesinden sonra ilk soluk, büyüme demek
olan ilerlemenin aşamalı gidişini kırar ve o zaman çocuk doğar. İşte bunun gibi,
Tin’de ağır ağır ve sessizlik içinde yeni biçimini olgunlaştırır. Sonra, önceki
dünyanın yapısına ait kırık parçaları birbiri arkasına eritip dağıtır. Yeni Tin’in
başlaması, birçok kültür biçiminin geniş ölçüde yıkılışının ürünüdür. Yine
birçok çaba ve gerginliğin kıvrıla büküle giden bir yol sonundaki ödülüdür. Tin,
art arda gelen biçimler içinde açılıp yayıldıktan sonra gene kendine dönen
bütündür. Kendi soyut kavramı haline dönen bütündür. Bununla birlikte bu
bütünün gerçekliği şundadır ki, onun anları haline gelen oluşumlar yeniden
gelişir ve kendilerine biçim verirler. Ama yeni ortamları ve yeni anlamları
içinde.’’[2]

Hegel’in
düşüncesinde diyalektik, Varlığın kendini gerçekleştirmesini sağlayan, daha
doğrusu Varlığı gerçekleştiren devinimdir. Ancak bu devinim, aynı zamanda, kavramında
Varlığı kavrayan kavramın da devinimidir. Varlık ve kavram, mutlak biçimde aynı
şeyler oldukları için, aynı devinim ikisini de kendine katar.

‘’Diyalektiğin düşüncenin yapısını meydana getiren bir yasa olması
ve anlık olarak düşüncenin kendi kendini yadsıyıp kendi kendisi ile çelişmesi,
mantığın temel noktalarından biridir. Mantıksal düşünce, içine girdiği
karşıtlıkların uzlaşmasını kendi içinden çıkarabilme umudunu yitirerek, bu
karşıtlıkların başka bir biçim altında çözümünü sağlamakla görevli olan tine
başvurur.’’[3]

‘’Düşüncenin gelişmelerinin hareket noktası ve dürtüsü olan şey,
onun tümel öze ulaşmak için duyduğu istek ve bundan aldığı doyumdur. Düşünce
için gelişmek demek, kendi içeriğini ve belirlenimlerini, onlara saf düşüncenin
özgür biçimini vererek yakalamaktan başka bir şey değildir. Şu anlamda ki,
burada ‘özgürlük’ onların iç zorunluluğuna uygunluktur.’’
[4]

Diyalektiğe
dikkat etmeyen bakışın gözünde, bir yanda nesne kendi özgün mantığıyla kendi
dünyasında, her türlü bilgiye ilgisiz yaşamını sürer, öte yanda düşünme ya da
özne, söz konusu nesnenin bilgisine ulaşabilmek için var gücüyle, ardı ardına
yeni yöntemler, araçlar, aletler, stratejiler ve oyunlar üretip uygulama
yolunda kendini tüketir. Oysa nesnenin bilgisi gibi bir şey varsa eğer, bu
olanağın koşulu, ‘düşünme’nin ya da ‘kavram’ın, ‘nesne’ ya da ‘varlık’la aynı
devinimi paylaşmasında yatar.

Felsefe,
hakikati, ‘töz’ olarak, yani kendi ile özdeş, ‘bir ve aynı’ olan bir gerçeklik
biçiminde imgelemiş, tasarlamış, düşünmüş ve anlamıştır. ‘Töz’ün bir başka niteliği
de zaman ve mekân içinde kendini değişmeden, başkalaşmadan, dönüşüme uğratmadan,
bozulmadan ve eksiltip artırmadan saklayarak sürdürmesidir. Hakikat, hangi
zaman, hangi mekân söz konusu olursa olsun birdir, aynıdır ve kendi ile
özdeştir. Dolayısıyla ‘töz’ olarak algılanan hakikat, zaman boyutundan yoksun,
zaman dışı, insan hakikati söz konusu olduğunda da tarih dışı bir gerçekliktir.
Ayrıca, Hegel, hakikatin yalnızca bir ‘töz’ olmadığını, aynı zamanda, aynı
ölçüde bir ‘özne’ olduğunu belirtiyor. ‘Özne’ ise, kendisiyle hiçbir zaman tam
olarak örtüşmeyen, kendi kendisine tam tamına eşit olmayan, hiçbir zaman kendi
kendisiyle mutlak biçimde özdeşleşmeyen bir gerçekliktir. Hiçbir zaman ‘bir ve
aynı’ olmayan, hiçbir zaman ‘yerinde’ olmayan bir gerçeklik. Bunun nedeni, ‘özne’nin,
özünden zaman içinde, tarih içinde var olması, başka bir deyimle ‘zamansal’ ve ‘tarihsel’
olmasıdır. Dolayısıyla ‘hakikat’, aynı zamanda, aynı ölçüde hem ‘töz’ hem ‘özne’dir’
önermesi, ‘hakikat, aynı zamanda, aynı ölçüde hem aynı hem başkadır’ önermesine
eştir.

‘’Tin kendine döner ve kendini nesne kılar. Düşüncenin bu nesneye
doğru yönelişi, ona düşüncenin biçimini ve belirlenimini verir. Onun kendini
içinde yakaladığı bu kavram, bu biçim, ondan yeniden ayrılan bu mantık, yeniden
onun nesnesi haline gelir. Etkinliği yeniden bunun üzerine yönelir. Böylece,
biçimlenmişi biçimlendirme yolundaki bu sürekli eylem, ona daha çok belirlenim
verir, onu daha işlenmiş, daha derin kılar. Somut olmak bakımından bu gelişme,
bir gelişme dizisidir, ama bu dizi, soyut sonsuza giden doğru bir çizgi olarak
değil, bir daire, bir kendine dönüş olarak tasarımlanmıştır. Bu dairenin
çevresi bir sürü daireden oluşur. Bütün, kendi üzerine kıvrılan büyük bir
gelişmeler zinciridir.’’ [5]

‘’Gerçekten, saf düşünceyle uğraşma gereksinimi, insan tininin uzun
bir yol almış olmasını gerektirir. Denebilir ki, bu gereksinim, doyurulup
bitmiş gereksinime duyulan, gereksinimleri olmama zorunluluğuna duyulan
gereksinimdir. Ve bu gereksinim, maddenin, ‘görü’nün, hayal gücünün, iştihanın,
iç güdülerin, ‘isteme’nin somut ilgilerinin -düşüncenin belirlenimlerinin içine
sarılmış oldıkları bu maddenin- soyutlanıp atılması gereksinimi evresine
erişmiş olmalıdır. Kendine erişmiş, sadece kendi için olan düşüncenin sakin
alanlarında, halkların ve bireylerin yaşamını harekete geçiren çıkarlar
susar.’’[6]

Özne
olarak birey, her an bir biçimden bir biçime, bir oluştan bir oluşa, bir
durumdan bir duruma, bir görünümden bir görünüme, bir kişilikten bir kişiliğe,
bir konumdan bir konuma geçen, durmaksızın kendini dönüştürerek sürdüren bir
gerçekliktir. ‘Özne’yi, sürekli dönüşen, kendini dönüştüren gerçeklik olarak
tanımlayabiliriz.  Bu anlamda özne,
hiçbir zaman, ‘kendisi’ olamayan, kendisine ulaşıp kendisiyle örtüşmeyen bir
gerçekliktir. Ancak birey, tüm bu değişim, dönüşüm sürecine karşın, yaşamının
her evresinde ‘aynı’ kalır. Birey, yaşamı boyu, ‘kendisi’dir. Yani ‘töz’dür.

‘’Doğada aklın eseri zorunluluğa zincirlidir. Ama Tin’in ülkesi
özgürlüğün ülkesidir. İnsan yaşamının bağını meydana getiren ne varsa, insan
için değer taşıyan ne varsa hepsi tinsel tabiattadır. Tinin bu ülkesi de ancak
doğrunun ve iyinin bilinci, yani İde’ler bilgisi sayesinde var olur. Evrenin
gizli özü, hakikat sevgisine karşı durabilecek güce sahip değildir. Onun önünde
evren, kendini açığa vurmak ve tabiatının zenginliklerini, derinliklerini
ortaya sermek zorundadır. İnsan, ‘Tin’ demek olduğuna göre, kendini en yüksek
şeylere layık görme hakkını ve yükümünü taşır.’’[7]

Hakikat,
diyalektik olduğu için hem aynı hem başkadır. Gerçeğin kendisi diyalektiktir.
Bu noktada, Hegel felsefesinde gerçeği boydan boya yöneten diyalektiğin ünlü üçlüsünü
hatırlatabiliriz. ‘Kendinde’, ‘kendi için’ ve ‘kendi yanında’. ‘Kendinde’ olan,
kendi kendine eşit, kendi kendisiyle özdeş gerçekliktir. Örneğin “Ben = Ben”.
Dolayısıyla, ‘kendinde’ olan, henüz hiçbir dolayım tanımamış, hiçbir biçimde
kendinden çıkmamış, kendine yabancılaşmamış, Hegel’in ‘doğal’ diye nitelediği
bir veridir.

“‘Ben’, içinde her tikelliğin yadsınıp ortadan kaldırıldığı saf
‘kendi için’ varlıktır, bilincin, içinde yalınlığı ve saflığı ile var olduğu
doruk noktasıdır. Ben, düşünür halindeki düşüncedir. Bütün şeylerin gelip
içinde toplandığı ‘boşluk’tur. Her türlü tikel öğeden soyulan, ama bütün
şeyleri içinde kuşatan tümeldir. Hayvan ‘ben’ diyemez. Yalnız insan ‘ben’
diyebilir. Çünkü insan düşünce demektir. Şimdi, ‘ben’de içsel ve dışsal olan
çoğul bir içerik vardır ve bu içeriğin gelişip bir kıvama girişine göre biz birtakım
duyulur görülür, tasarımlar, anılar vb. taşırız. Ama ‘ben’, ya da aynı şey
demek olan düşünce, bütün bu şeylerle vardır. O şekilde ki, insan her zaman
düşünür, sadece bir görü taşıdığı zaman bile. Böylece insan, bir nesneyi ele
aldığı zaman, onu genel bir nesne olarak ele alır, dikkatiyle başka şeyden
seçip ayırdığı ve -burada genel, salt biçimsel bir genelden ibaret bile olsa-
gene de soyut ve genel bir varlık diye kavradığı belirlenmiş bir bireysel şey
olarak ele alır.’’[8]

 ‘’Tinin ilkesi, varlığının
saf ve özdeş temeli düşüncedir. Düşüncenin çelişkiye düşmesi ve özne ile
nesnenin karşıtlığında yolunu şaşırması evrimlerde olur. Bu ise, düşüncenin,
ilkesi içinde kendini yakalamak yerine, kendi karşıtına bağlanıp kalması gibi
bir durum doğurur. Ama bu durum sadece anlığın bir durumu olup, bu sonuç
karşısında düşüncenin daha yüksek bir gereksinimi ortaya çıkar. Düşüncenin,
deyim yerindeyse, kendi kendisini terk etmemesine ve bilincini taşıdığı bu
düşüş halinde bile, kendinde ve karşıtların çözümünü bulabilene değin, kendine
sadık kalmasına dayalı bir gereksinim.’’
[9]

Hegel
felsefesinde, dolayımsız biçimde, kendini olduğu gibi sunan gerçeklik, ‘doğal’
gerçekliktir. ‘Kendinde’ olan, bir anlamda, kendinden hiçbir şey bilmez. Daha
doğrusu, ‘kendinde’ olan, kendisinin bir olanaklılıklar bütünü, gücül
(potansiyel) belirlenimleri içinde barındıran bir gerçeklik olduğunun farkında
mıdır? Tohum, tohum kaldıkça, gerçekte ne olduğunu ne kendisi ne biz
bilebiliriz. İçinde taşıdığı gücül varlığı, ağacı, ortaya çıkarmadıkça (‘kuvve’den
‘fiil’e dönüştürmedikçe), köke, fidana, gövdeye, dala, çiçeğe, meyveye
gerçekleşme olanağı tanımadıkça, varlığını ‘tohum = tohum’ biçiminde
sürdürecektir. Olanaklarını, yani kendisini gerçekleştirebilmesi için tohumun kendini
yadsıması, bir biçimde yok etmesi, dolayısıyla ‘kendisine yabancılaşması’
gerekir. İşte gerçeğin bu tür, kendi kendini yadsıma, değilleme sürecine
girmesine Hegel ‘kendi için’ aşaması adını verir. ‘Kendi için’ olan, veriyle,
dolayımsızla ve doğalla yetinemeyen gerçekliktir. ‘Doğal’, her zaman durağan,
hareketsiz, statik olan gerçekliktir. İnsan bu yüzden ‘doğal’ bir varlık
değildir. Ancak ‘kendi için’ aşamasına ayak basmak, kendini, verilmiş biçimiyle
yadsıyıp içinde taşınılan bir gerçekleşme olanağını tanımak belli bir ‘istem’i
varsayar ki bu konu Hegel’in diyalektik anlayışının hem en temel hem de en
karanlık cephesini oluşturur. Söz konusu istem ‘tanınma istemi’dir.

‘’İnsanı bir yandan günlük edimselliğe ve dünyanın zamansallığına
kapılmış, gereksinim ve sefillik altında ezilmiş, doğanın tehdidiyle yüz yüze
kalmış, amaçlara ve zevklere saplanmış, doğal içgüdülerinin ve tutkularının
egemenliği altında sürüklenir durumda görürüz. Öte yandan insan, ebedi
İde’lere, bir düşünce ve özgürlük ülkesine yükselir. Kendisine irade olarak
yasalar ve tümel belirlenimler verir. Dünyayı yaşayan, yeşerip serpilen
edimselliğinden soyar ve soyutlamalar halinde eritip çözer. Tin, doğanın
kargaşası ve hoyratlığı karşısında hakkı ve onuru olurlar, doğanın kendisine
çektirdiği sefillik ve zorbalığı geri yollar.’’[10]

Hegel’e
göre tin, kendini tanımak, kendini tanıtmak ister. Bu yüzden tin, ‘aynı zamanda’
ve ‘aynı ölçüde’ töz olduğu kadar öznedir de. İnsan da tinin devinimine en
yakın, tini devindiren ‘sonsuzluğun tedirginliği’ni kendi içinde en güçlü
biçimde taşıyan varlık olduğu için, insan ‘özne’dir. Kendini tanımak, kendini
tanıtmak ister. Bu yüzden kendisiyle yetinemez, ‘kendinde’ kalamaz. Tutkuyla ‘kendi
için’ olmayı amaçlar. Kendinde, olduğundan, göründüğünden çok daha başka ‘şeyler’
(olanaklar, çehreler, betiler, istekler, arzular, amaçlar, ülküler, düşler,
beklentiler, incelikler, yetenekler, bilgiler, hünerler, v.b) olduğunu hem
kendi gözünde hem ötekinin gözünde ispat etmek, sergilemek ve ortaya çıkarmak
ister. Kısaca, ‘özne’, kendinin hiçbir biçimiyle, hiçbir biçiminde doygunluğa
ve huzura eremez. Çünkü kendinin her biçimi, her belirlenimi, değeri ne olursa
olsun, son çözümlemede, özneyi tikel bir varlık görünümüyle sunar. Oysa ‘özne’,
‘sonsuzluğun tedirginliği’ ile dürtülen, yani ‘evrenselliğe’ ulaşmaya çabalayan
varlıktır. Özne, bu yüzden, şu ya da bu belirlenimde bir süre konaklayabilir
belki, ancak bir belirlenime yerleşemez. Yerleşirse özne olmaktan çıkar,
gerçeğin bir parçasına, basit bir nesneye dönüşür. Bu gözlemlerden, Hegel’in,
insanı, daha genel olarak da tini, neden, etkin ‘olumsuzluk’ diye adlandırdığı
anlaşılıyor.

‘’Varlıkla hiçliğin birliği. Saf varlıkla saf hiçlik aynı şeydir.
Hakikat olan ne varlık ne de hiçliktir. Varlığın hiçliğe, hiçliğin varlığa -geçmesi
değil- geçip kaybolmuş olmasıdır. Ama bir o kadar da hakikat, onların
farklılaşmaması değil, ‘aynı şey olmayışları’, ‘mutlak şekilde farklı’, ama
aynı zamanda ayrılmamış ve ayrılamaz oluşlarıdır ve her birinin hemen
‘dolaysızca kendi karşıtında kaybolması’dır. Şu hal de, onların hakikati, bu
birbirinde dolaysızca kayboluş ‘hareketi’dir. Bir geçiştir. Halden hale geçiş,
oluş. Öyle bir hareket ki, içinde varlıkla hiçlik farklıdır, ama bu fark da
dolaysızca eriyip çözülüvermiş bir farktır.’’[11]

Özne
‘kendi için’ olma sürecinde kendinin her belirlenimini, er ya da geç yadsıyıp,
değilleyip, yıkıp, yok edip yeni bir belirlenime atılacaktır. Dolayısıyla ‘özne’,
tanımı gereği, ‘yıkıcı’ bir varlıktır. ‘Olan’ı, ‘veri’yi, ‘doğal’ı yıkmayan
özne değildir, herhangi bir ‘şey’dir. Yani bağımlı, belirlenmiş, koşullanmış,
boyun eğmiş, sinmiş, korkmuş, kendine sırt çevirmiş, kısaca özgürlüğünü
yitirmiş bir gerçekliktir. Hegel’in felsefesinde ‘özgürlük’, ‘kendi için’
aşamasında devinen öznenin niteliğidir. Hegel’e göre, kendi kendini, olduğu
haliyle yıkmayan ve yadsımayan özgür değildir. Özne, özgür olduğu için, kendi
kendisiyle yetinmediği için ‘oluşum’ halindedir. Oluşum halinde olmaksa kendi
kendini ‘üretmek’tir. ‘Üretim’, olumsuzluğun yıkımını varsayar.

Tinsel
dünya, kendinde ve kendi için olan bir dünyadır. Ancak kültür ve uygarlık
tarihinde (devlette, bilim, sanat, din ve felsefenin tarihinde) gelişip
ilerleyen tine yükseldiğinde tam anlamıyla kendi için ve kendinde bir dünya
olur. Başka bir deyişle ide, tinsel alandaki gelişmesinde tek bir insanda
değil, birey üstü oluşumlarda asıl kendini bulur. Asıl burada bilinç ve
özgürlüğüne erişir. Devlette, bireyin istenci ile genel istenç tam bir uyum
halindedir. Devlet doğrudan doğruya genel istencin gerçekliğidir. Bu, istencin
somut bir gerçeklik kazanmasıdır. Devlet, tek tek istençlerin bir toplamı
değil, canlı ve akıllı bir tümdür.

‘’Bir bilgi, ancak bir bütünün ‘an’ı olduğu zaman doğrulanır. Bunun
dışında sadece bir varsayım ya da öznel bir kanıdır. Yalnızca bilginin tek tek
parçalarını kucaklayan felsefi yazılar ancak bir takım bireysel kanıları ve
inançları dile getirir.’’[12]

Hegel
şunu sorar. Mutlak bağımsızlığın koşullarını tam olarak karşılayan nedir? Ve
filozof şöyle yanıtlar. Sadece denk ve bağımsız kişiler arasında ki karşılıklı
tanınma. Karşılıklı tanınma özdeş-olmayış koşulunu karşılar, zira her iki
kişide birbirine denk ve birbirinden bağımsızdır. Doğası gereği, böyle bir
tanınma ‘ben’i ve ötekinin kendilerinin denk ve bağımsız statüsünü kabul
etmesini gerektirir. Karşılıklı tanınma özdeşlik ilkesini de yerine getirir.
Çünkü ‘ben’, sadece öteki aracılığıyla öz-bilinçli hale gelir. Tıpkı başkasının
‘ben’de kendini gördüğü gibi, ‘ben’de kendini başkasında görür. Bu karşılıklı
tanınma, tin olarak öz-bilinçten başka bir şey değildir. Zira tin, denk ve
bağımsız kişiler arasındaki karşılıklı tanınmadan ortaya çıkar. İşte bu, iki
ben arasındaki öz-bilincin tek bir eylemidir ki bu eylemde her ‘ben’, tıpkı
ötekinin kendini onda tanıdığı gibi, kendini ötekinde tanır. Hegel’e göre biz
bendir, ben bizdir. Bu nedenle Hegel, ‘ben’in mutlak bağımsızlığını sadece tin
olarak öz-bilinç aracılığıyla gerçekleştirdiği sonucunu çıkarır.

İnsan
ya da bilinç, kendini evrensel bir varlık olarak tanıma, tanıtma istemiyle
devinir. Bilincin, kendinin evrensel bir gerçeklik olduğunu kendi başına, kendi
köşesinde, yalnızca kendi kendisinin bildiği, daha doğrusu hissettiği bir
gerçeklik biçiminde deneyimlemesi bilinci doyurmaz.  Bilinç, ‘kendinin bilinci’ konumuna
yükselmeyi amaçlar. Başka bir deyimle, kendi evrenselliği ya da özgürlüğüyle
ilgili öznel bilgisini hakikate dönüştürme çabasındadır. Bu amacına da ancak
başka bir bilincin kendisini tanımasıyla ulaşabilecektir. İşte bu amaç yönünde
çabalayan iki bilinç karşılaştığında, aralarında bir ölüm kalım doğar. Bu
savaşta bilinçlerin her biri, ötekinin gözünde, kendinin evrenselliğini, mutlak
özgürlüğünü kanıtlayabilmek için her şeyi göze almaya, kendi kendini yok etmeyi
bile göze almaya hazırdır.

Ben’in
kendi özgürlüğünü kurma girişimi, diyalektiğin çıkış noktasıdır. Ben, gerçek özgürlüğünün
neye dayandığını keşfetmeden önce çeşitli deneyim aşamalarından -tanınma
ihtiyacı, yaşam/ölüm mücadelesi, efendi/köle çatışması- geçmek zorundadır. Bu
diyalektik aracılığıyla ben, er ya da geç solipsist (tekbencilik) kabuğunu
kıracaktır. Sonunda ben, özgürlüğünün başkasına denk ve bağımsız bir statü
vermesi gerektiğinin ve kendi özgürlüğünün bir başkası aracılığıyla elde edilen
denk ve bağımsız varlıkların öz-farkındalığına dayandığının farkına varacaktır.

‘’Düşünmek, bir şeyi tümellik biçimine koymak demektir. Kendini
düşünmek demek, kendini tümel diye bilmek, kendine tümelin belirlenimini
vermek, kendine ilişkin olmak demektir. Pratik özgürlüğün öğesi bunun
kapsamında vardır. Tin, doğal isteklerinden, maddeye batmışlığından sıyrılmak
zorundadır.’’
[13]

Hegel’in
felsefesinin hem bir ‘Varlıkbilim’ (Ontoloji) hem bir ‘İnsanbilim’ (Antropoloji)
olduğu görülebilir. Bu düşüncenin engin derinliğini, tükenmez zenginliğini
yapan da söz konusu iki boyutu, birbirlerini tam tamına tamamlayan boyutlar
biçiminde içermesinde yatar. Varlık-bilimsel açıdan ‘kendi için’ aşaması ortaya
belirli bir sorun çıkarır.  Neden bir
belirlenimin yadsınması, değillenmesiyle ‘hiçlik’e değil de yeni bir
belirlenime açılınır? Özne kendini, bir hali, bir görünümü, bir belirlenimiyle
ortadan kaldırdığında neden hiçliğe yuvarlanmaz da yeni bir belirlenimle ortaya
çıkar? Hegel’in felsefesinde ‘her belirlenim bir yadsımadır’ ancak aynı
zamanda, ‘her yadsıma bir belirlenimdir’. Bu demektir ki, A ortadan
kaldırıldığında B, B ortadan kaldırıldığında C, C ortadan kaldırıldığında D … ortaya
çıkıyorsa, A, B, C, D belirlenimlerinin ya da betilerinin başlangıçta var
olduğu varsayımı kabul edilmiştir. Başka bir deyimle tin (mutlak, hakikat) ‘tümüyle’,
‘bütünüyle’ başlangıçta verilmiştir. Ancak, tıpkı ağacın tohumu gibi,
potansiyel, sarılı ve örtük biçimde verilmiştir. Tin başlangıçta ‘kendinde’dir.
Kendini tanıma, kendini tanıtma istemiyle ‘kendi için’ aşamasına geçtiğinde,
kendini örtük durumdan açık duruma, daha baştan içinde barındırdığı tüm
olanakları, birbiri ardından gerçekleştirmeye, edimselleştirmeye başlar. Hiçbir
belirlenimde yerleşip duramaz. Çünkü kendisini bulabilmesi için, içindeki tüm
belirlenimleri, olanakları ortaya çıkarması gerekir.

“Ancak bizim diyalektik adını verdiğimiz, aklın yönettiği yüce
devinimdir. Birbirlerinden katı bir biçimde kopmuş ve bu kopuk halleriyle
ortada görünenler (‘tecelli’ edenler, ‘zuhur’ edenler) kendiliklerinde
kendileri ne ise o olarak, söz konusu yüce devinime girerken birbirlerinin içine
girerler. Böylelikle, kopukluklarının varsayımı ortadan kalkar.”[14]

Özne
kendinin sonuna değin ilerlemedikçe, kendini mutlak biçimde tüketmedikçe
doygunluğa yani kendisine erişemez, ‘kendi yanına’ yerleşemez. ‘Kendi yanına’
yerleşmekse, kendinin, belirlenimlerinin tümü olduğu bilincine ermek, içindeki
olanaklarının tümünün mutlak biçimde gerçekleştiğinden emin olmaktır. Bu yüzden
özne kendini tamamlamadıkça yani ölmedikçe, kendi yanına yerleşemez. Eğer
kendinde daha edimselleşmemiş gücül belirlenimler kalmışsa, özne henüz kendini
tümüyle gerçekleştirememiştir. Bu gözlemlerden, ‘özne ancak öldüğünde gerçeğine
ulaşır’ sonucu çıkarılmamalıdır. Ancak özne, ölümlü olduğu için, Heidegger’in
yetkinlikle dile getirdiği gibi, ‘ölüme yönelmiş’ varlık olduğu için, kendinin
şu ya da bu çehresinde gerçeğini bulan bir gerçeklik değil, bir çehreden bir
çehreye durmaksızın geçen varlık yani saf geçiş, saf devinim olduğu bilincine
varır. İşte bu yüzden Hegel’in gözünde ‘hakiki olan, olanın tümüdür’.

’’Tinin yaşamı, ölüm karşısında korkuya kapılan ve kendini yıkımdan
arı tutan yaşam değil, ona katlanan ve onda kendini sürdüren yaşamdır. Tin,
hakikatini ancak kendini mutlak yırtılış içinde bularak kazanır. Tin, tıpkı bir
şey için önemsiz ya da yanlış dediğimiz ve o şeyle ilişiğimizi kesip başka
şeyle uğraştığımız zamanki gibi, olumsuzdan yüz çeviren ‘olumlu’ halindeyken
böyle bir güç olmaktan uzaktır. Tin, ancak olumsuzla yüz yüze durduğu ve onda
oturduğu zaman böyle bir güçtür. Bu oturma, onu varlık haline büründüren
büyüdür.’’ [15]

Hegel
diyalektiği, mantıksal bir zorunlulukla, ‘bitimlilik’i içerir. Tin, aynı
zamanda özne olduğu için, insan bireyi gibi, bir gün, tamamlanacak, bitecek,
ölecektir. Burada Hegel diyalektiğinin en önemli varsayımlarından birini,
‘tarihin bitimliliği’ izleğini buluyoruz. Hakiki olan, başlangıçta örtük olarak
verilmiş tüm olanaklarının açılması, gerçekleşmesiyle tamamlanır. Hakiki olan
tamamlanmalıdır. Son gözlem, Hegel’in felsefesinin neden, zorunlu olarak, dizge
biçiminde oluştuğunu anlamamızı sağlıyor. Dizge, ruhun devinimi ya da yaşamı
boyunca kat ettiği tüm uğrakları, eklemli biçimde içinde soğuran ‘bütün’ yani
Hegel’in felsefesinin ‘tümü’dür.

Kaynakça:

  1. Hegel Seçme Parçalar (Kitap), Çev. Hüseyin Demirhan
  2. Diyalektik (Makale), Ragıp Ege (Not: Prof. Dr. Ahmet Cevizci’nin
    editörlüğünü yaptığı Felsefe Ansiklopedisi’nin 4. cildi için hazırlanmıştır. Ekim
    2005)
  3. Hegel (Kitap),Frederick Beiser
  4. Felsefe Tarihi (Kitap), Prof. Macit Gökberk


Dipnotlar:

[1] Hegel, Küçük Mantık, Felsefe Bilimleri Ansiklopedisi, Hegel –
Seçme Parçalar

[2] Tinin
Fenomenolojisi
s.15-16, Hegel – Seçme Parçalar

[3] Hegel, Küçük Mantığa Giriş, Felsefe Bilimleri Ansiklopedisi s.11, Hegel – Seçme Parçalar

[4] Hegel,
Küçük Mantığa Giriş
, Felsefe Bilimleri Ansiklopedisi s.11-12, Hegel – Seçme
Parçalar

[5] Hegel,
Küçük Mantığa Giriş, Felsefe Bilimleri Ansiklopedisi s.11, Hegel – Seçme
Parçalar

[6] Hegel,Mantık
Bilimi
s.13-14, Hegel – Seçme Parçalar

[7] Hegel, 22
Ekim 1818 Söylevi
, Hegel – Seçme Parçalar

[8] Hegel,
Küçük Mantığa Giriş
, Felsefe Bilimleri Ansiklopedisi 2. Baskı, Hegel –
Seçme Parçalar

[9] Hegel,
Küçük Mantığa Giriş
, Felsefe Bilimleri Ansiklopedisi s.11-12, Hegel – Seçme
Parçalar

[10] Hegel
– Estetik Dersleri I. s.70-73
, Hegel – Seçme Parçalar

[11] Hegel
– Mantık Bilimi, Birinci Bölüm
s.77-79, Hegel – Seçme Parçalar

[12] Hegel,
Küçük Mantığa Giriş
s.14-15,
Felsefe Bilimleri Ansiklopedisi, Hegel – Seçme Parçalar

[13] Hegel,
Felsefe Tarihi Dersleri, s.113, HEGEL – Seçme Parçalar

[14] Hegel,
Mantık Bilimi I, ‘Diyalektik’, Ragıp Ege

[15] Hegel, Tinin Fenomenolojisi, s.29-30, HEGEL – Seçme
Parçalar