Geleceği Anımsamak

Sayı 8 - Tarih Bilinci ve Kimlik Sorunu

“Basit yaşa ki başkaları da varolabilsinler.”
Gandi.

Ortalık yeni bir dünya savaşı görünümünde, toz duman., savaş baltaları çıkarılıyor, tamtamlar çalıyor yine, bu satırları yazdığım sırada Dünya yeniden savaş mı barış mı ikilemi ile yüzyüze, ama öyle görülüyor ki savaşın eli kulağında. Us’un bu sayısı ise Tarih bilinci ve kimlik konusuna ayrılmış durumda. Kanımca bu başlık günümüzün yakıcı sorunu ile yani savaş mı barış mı somsuyla derinden ilgili. İşaretler öyle ki Bush yönetimi “Medeniyetler Arası Savaş” stratejisini artık uygulamaya koymakta.

Tarih bilinci, eğer tarihten öğrenmek olarak algılanırsa doğrusu olgular çok kuşku vericidir. Eğer tarihin kendisi öğretici olsaydı bu gün yeniden bu aptal savaş tamtamlarını duymazdık diye düşünüyorum. Hele tarih öğretici olsaydı dün aynı tarihsel kaderi paylaşmış iki halk yani İsrail ve Filistin halkları bir birini yoketmeye uğraşmazlardı. Kuşkusuz insanlık tarihten hiç ders çıkarmıyor demek istemiyorum; işte, büyüyen, milyonları saran barış isteği. Bu çok önemli, çok çok önemli ama yetersiz. Tamam… sivrisineklerden kurtulmaya çalışalım bir taraftan ama öbür taraftan esas olarak bataklığı kurutmaya çalışmak gerek. Bataklık savaş da içinde her tür şiddetin kaynağı olan belirli bir kültür, dünyaya bakış tarzı ve yaşam tarzıdır ki özünde insanın kendi kendisini fark etmediği, yabancılaştığı bir kavrayış tarzıdır bu.

Teknolojinin ve tüketim kültürünün baskın bir dünya görüşü ve yaşam tarzı olduğu bir dünyada bu bataklık durmaksızın şiddet üretecektir. Bu gün barış diye ayağa kalkanlara alışageldikleri yaşam biçimini ellerinden almaya kalkın bakalım neyle karşılaşırız. Bir protesto biçimi gördüm TV’de, Avrupa’da bir grup insan bir benzin istasyonunda buradan benzin almayın sloganı ile savaşı protesto ediyorlardı. İyi ama oraya onlar da arabalarıyla gelmişlerdi. Petrol tekellerinin olduğu bir dünyada masum bir petrol istasyonu, kana bulanmamış, temiz benzin satan bir dükkân(!) bulabilir miyiz acaba? Bu protesto biçimini yanlış gördüğümü söylemek istemiyorum, başarılı da üstelik taa benim oturma odama kadar girebildi ama bilinç denen şeyi sorguluyorum ben burada.

Bakılırsa görülebilir ki yeni felsefi bakışlar genellikle insanlığın boğazının sıkıldığını hissettiği darboğazlarda çıkıyor, taze hava solumak ihtiyacı ile.

İkinci dünya savaşının sonunda çıkmıştı “saçma”nın felsefesi, etrafımızda saçmanın iklimi var diyorlardı çok haklı olarak. Barışçı bir Avrupa Birliği hayalini kuran barışseverler tam tersine tüm dünyayı saran ve etkileri onlarca yıl süren vahşetin içine düştüler. Kimileri intihar etti karı koca Zwaig’lar gibi. Bunaldılar, sıkıldılar, acı duydular, sordular ve düşündüler Kafkalar, Camus’ler… resim sanatında sürrealizm akımı doğdu real dünyanın saçmalığına bir tepki olarak ve onu aşabilmek için. Yeni bir felsefi akım boyverdi… Varoluşçuluk.

Yaşam felsefesi yani yaşamın gündelik nabız atışlarından kopmamış, vitalist bir felsefe yaşamı etkilemesin olamaz. Ama felsefenin yaşamı etkilemesi doğrudan değildir, dolayımlarla derinden derine olur… ama olur. Paris 68’in başkaldırısını yaratan bu yeni felsefe idi. Ondan önce de Marksist felsefe yaratmıştı yeni hareketleri ve yeni başkaldırıyı. Varoluşçu felsefe Marksist felsefe geleneğinden doğdu ama ne yazık, ne kadar yazık ki tüm devrimlerin sonrasında görülen oldu ve Marksist siyaset kendi evladını yani 68’i yedi, oysa 68 ile kan tazelemesi yapabilseydi bu günün dünyası çok daha tahammül edilebilir bir dünya olabilirdi. Her ne ise asıl konum bu değil. Konum doğudan yükselmesini umduğum ışıkla ilgilidir. Doğunun Ladin’lere değil filozoflara gereksinimi vardır.

Us dergisinde yazdığım yazıların hemen hemen tümünde ana temam doğu batı felsefesi olmuştur. Bu yazım da yine aynı tema üzerine olacaktır. Bu kez bu temayı değerli bir filozofumuza işaret ederek, böyle biri var orada diyerek yapacağım. Filozofu”muz” diyebilmek ne denli güzel, üstelik hala bizde felsefe yoktur türünden uyduruk savları duymaya devam ettiğimiz bir durumda.

Bu filozof Prof. Takiyettin Mengüşoğlu’dur.

Mengüşoğlu’nun adını Üniversite yıllarımdan bilirim ama ne ayıptır ki bana, önemini yeni fark edebildim. Esasen felsefecilerimiz de genellikle bu filozofumuz üzerinde pek durmamışlardır, etraflı incelememişler, genç kuşaklara tanıtmak için çaba harcamamışlardır. Oysa Mengüşoğlu’nun sistem kuran bir filozof olarak ülke dışında felsefe çevrelerinde tanınan bir filozof olduğunu öğreniyorum..

Mengüşoğlu’nun dikkatimi çekmesi batı düşüncesinin eleştirisine kafa yormam nedeniyle oldu. Gördüm ki o da aynı problemle ilgilenmiş, kuşkusuz kendimle kıyaslayamayacağım derinlikte. Nietzsche’nin, Heidegger’in fikirleri etrafında gezinirken “Felsefi Antropoloji” ile karşılaşmıştım, ama gördüm ki Mengüşoğlu sistemini zaten bu felsefe temelinde kurmuş.

Mengüşoğlu’ndan uzun uzun alıntılar yapmayacağım, onun yerine onun öğrencilerinin Mengüşoğlu’nun görüşleri üzerine yazdıklarından da esinlenerek(i) kendime yakın bulduğum düşünceleri tırnak içine almadan kendi düşüncelerimle harmanlayarak vereceğim. Zira yinelemeliyim ki amacım Mengüşoğlu’un felsefi sistemini tanıtmak değildir, bu beni aşar, ona işaretle esinlendiğim düşünceleri vereceğim yalnızca. Ayrıca bunu yaparken kendimi “Tarih bilinci ve kimlik” konusu ile sınırlayacağım.

Batı doğu paradigmasını sorgularken şöyle bir teze varmıştım: Batılı mantık özdeşlik mantığıdır, bu mantık indirgemecidir. Her şeyi bir şey ile özdeşleştirerek ve sıkı bir determinist mantıkla açıklar. Bu nedene de dualizmden yakasını kurtaramaz. Hep kötü bir şey imiş gibi gördüğümüz ve adına eklektizm dediğimiz bir tarzda düşünmek neden yanlış olsun? Yani çelişkileri çözerek değil de çelişkileri çelişik biçimde neden koymayalım? Yazımın başlığı olan “gelecek” ile “anımsama” özdeşlik mantığı açısından bir çelişkidir, eklektiktir, olsun, benzin istasyonu protestosu da öyle değil mi? Bir düşünelim diyorum….

İlkin şuradan başlamak istiyorum: Dipnot olarak verdiğim Takiyettin Mengüşoğlu’nun anısına yazılan kitapta Tomris Mengüşoğlu’nun “Özdeşlik Mantığı ve Paradoks Mantığının Antropolojik Sonuçları” başlıklı yazısıyla karşılaştım. Aynı problemi tartışıyor ve benim eklektik mantık dediğim şeye o paradoks mantığı diyordu. Hoşuma gitti, belki bu tanım daha yerinde diye düşündüm. En azından önyargıları dürtüklemez. Ona göre Batıda egemen olan özdeşlik mantığıdır Doğu da ise paradoks mantığı.

İkincisi, yine düşüp kalkarak sürdürdüğüm kendi düşünsel çabalarım içinde ikinci bir teze varmıştım: “Birey batıda ortaya çıkmıştır, doğuda birey yoktur” biçiminde özetlenebilecek batılı ve oryantalist görüş yanlıştır, durum tam tersinedir. Bu görüş doğulu kültürün, felsefenin ve yaşam tarzının özlü kavranamayışının ürünüdür. Bu konuda da hem Takiyettin Mengüşoğlu’nda hem de Tomris Mengüşoğlu’nda çok paylaştığım geniş açılımlı değerlendirmeler buldum.

Görebildiğim kadarıyla Mengüşoğ’lu Batı’nın klasik ya da özdeşlik mantığını ve insan anlayışını eleştiren yine Batılı olan çizgiyi izliyor, yani Schopenhauer, Fuerbach, Nietszche, Marx, Husserel, Hartmann, Heidegger, Camus…. Ne var ki o bir Anadolu insanıdır bu nedenle bu çizginin gelip durduğu noktayı bir adım daha doğuya yaklaştırıyor.

Tomris Mengüşoğlu da diyor ki genel olarak batı kültürü gerçekçi, eyleme dönük, maddeci bir kültür olarak görünür. Doğu kültürleri ise mistik kültürlerdir, doğulu insan eylemden kaçan, edilgen gerçekçi olmayan varlıklardır tarzındaki görüşlerin tam tersi olduğunu göstermeye çalışacağım.” Batı teoriye dayanır, idealist ve formalisttir; Doğu eyleme yönelik gerçekçi ve pragmatisttir Batılı insan dünyaya “hayır” diyen (Max Scheler); doğulu insan “evet” diyen (Matsubara buna “bambu bilgeliği” diyor) bir varlıktır”

Gandi Hindistan’da, Ho Şi Min Vietnam’da askeri olarak kendilerinden kat be kat üstün olan düşmanlarını bambu bilgeliği ile yendiler. Mustafa Kemal de öyledir. Silaha karşı, silahla değil, ama tarihsel haklılıkla dikilmek. Rüzgâr güçlü ise eğilirsin ama köklerden güç alıyorsan sökülüp atılmaz ve yeniden başını kaldırırsın. Saddam her durumda yenilecek zira bir diktatör olarak tarihsel haklılığa sahip değildir, ama onu ABD yenerse bu ABD’nin bir zaferi olmayacaktır zira o da tarihsel haklılığa sahip değildir.

Takiyettin Mengüşoğlu toplumda ve tarihteki çatışmaların kaynağını yine toplumsal, sosyal kültürel bir varlık olarak insanın aynı zamanda biyopsişik bir varlık olarak sahip olduğu disharmonik yapısının doğurduğu antagonizmalarda görür.

Felsefi Antropolojinin temelinde yatan insan anlayışı yani ontolojik insan kavrayışı insanı tek bir özelliğe ya da niteliğe indirgemeyerek onun biricikliği, bütünlüğü içinde görmeye dayanır.. Bütün ise üniforma gibi tek biçimli, yekpare değil tersine paradoksal ya da çelişkili/eklemli bütündür.

Disarmonik ya da çelişkilerin toplamı olan bir varlık olarak insan eğer paradoksal bir bakış ile kendine, insana bakmaz ise insan gerçeğini nasıl kavrayabilir? İnsan hem hak idesini yaratan hem de haksızlıklar yapan ve yapma eğilimde olan varlık değil midir? Yalnız hak idesinden bakarsanız haksızlık yapan insanı anlayamazsınız. O zaman karşınıza bir siyah beyaz çıkar… haklı haksız, suçlu suçsuz, doğru yanlış, güzel çirkin… gibi. Takiyettin Mengüşoğlu Nietzsche’den aldığı bir kavramı sisteminin temeline oturtur, bu kavram “varlık koşulları”dır. Varlık koşulları ile anlaşılması gereken insanın onsuz olamayacağı koşullardır ya da insanın somut bir varlık olarak tüm yapıp etmeleridir bunlar.

Yani Mengüşoğlu, insanı ideal bir varlık sferi olarak almaz, ama idealleri de yaratıcı bir varlıktır. İnsan başka yaratılarının yanı sıra, örneğin, düşünen bir varlıktır gibi; çünkü insan ile ilgili her soyutlama onun bir başka özelliğini kaçınılmaz olarak dışta bırakır. Düşünen bir varlık oluşunu temel alırsanız örneğin duyan bir varlık oluşunu, bu niteliği dışlarsınız ya da en azından bunu ikincil görürsünüz.. Batılı mantık bunu yapıyor. Mengüşoğlu 18 maddede varlık koşullarını sayar, bunlar insanın başardıklarıdır, yani ürünleri. Üstelik bunların her birini felsefe tarihi içinde başka filozofların düşünce çerçevesi içinde irdeler, eleştirir.

Örneğin en başta “bilen bir varlık olarak insan”ı ele alır. Tüm felsefi disiplinlerin “bilgi nedir?” sorusuna verdikleri yanıtları inceler ve sonuçta epistemolojizmin eleştirisini yapar. Kuşkusuz bu tutumu epistemolojinin reddi değildir; ama felsefi disiplinin temeline epistemolojiyi koyan ya da çıkış noktasını bu olarak alan, böylece epistemoloji-içi kalan disiplinlerin eleştirisidir. Mengüşoğlu’nun Hartmann’ın öğrencisi olduğu düşünülürse epitemolojizmin eleştirisinin dayandığı düşünceler daha kolay anlaşılabilir. Zira etraflı olarak bu eleştiriyi yapan ve temel disiplini epistemolojiden ontolojiye kaydıran Hartman’dır. Sonra da onun öğrencisi Heidegger aynı yolu izlemiştir. Bu nedenledir ki Mengüşoğlu’nun görüşlerini açıklamaya çalışan düşünürler bunu Hartman ve Heidegger’in düşüncelerini açıklayarak yapmışlardır.

Sonuç olarak Mengüşoğlu’na göre bilgi “bilen bir varlık” olarak insanın bir ürünü, varlık koşuludur ama tek varlık koşulu değil. Bilimcilik gibi rasyonalizm, pozitivizm gibi bilginin kaynağını ve de doğruluğunu insanın somut varlığına değil de “izm”lere bağlayan disiplinleri eleştirir. Böylece batıcı rasyonalist/pozitivist görüşlerin indirgemeci yönteminin de dışına çıkmış olur.

Mengüşoğlu insanın varlık koşullarından biri olarak onun “tarihsel bir varlık “ oluşunu ele alır ve bu niteliğinin öneminin altını çizer. Fiziksel zaman ve antropolojik zaman ayrımı yapar. Fiziksel zaman düz çizgili ölçülebilir bir zaman anlayışıdır gün, ay, yıl, saat, saniye v.s gibi.

Antropolojik zaman anlayışı ise insanın varlık koşullarını gerçekleştirdiği fiziksel zaman içinde aynı zamanda tinsel bir varlık olan insanın kendisine ait özgün zamandır ki bu zaman fiziksel zaman gibi düz çizgili değil üç boyutlu (dün, bu gün ve yarın, geçmiş, şimdi, gelecek) zamandır. Bu zaman insanın eylemleri, yapıp ettikleri ile ya da onun deyişiyle başarıları ile belirlenmektedir, bu nedenle antropolojik zaman otonom bir varlık olan insanın dışında değildir. Şairin “Ne içindeyim zamanın ne de büsbütün dışında” dediği gibi.

Şöyle der Mengüşoğlu:

“Her çağ belli düşünce akımlarının, belli görüşlerin taşıyıcısıdır. Bu düşünce akımları, bu görüşler bir örgü oluştururlar. Bu örgü hem içinde yaşadığımız çağın, hem de geçmişin belli görüş tarzları ile, belli değerleri ile, olumlu, olumsuz değerlendirmelerle, önyargılarla bezenmiştir. Zamanın “şimdi”sinde yaşayan insan kendi çağının, kaynağını bilmediği düşünce akımlarının ağları içindedir” …”Fakat insanın kendi başarılarının temeline inebilmesi, kaynağını görebilmesi için, onun kendisini çağının düşünce akımlarının, görüşlerinin etkisinden, engellerinden kendini kurtarması gerekir… insan içinde yaşadığı çağın etkisinden kurtulup ona mesafe alamazsa o zaman insanın kendi çağı onun için otokton bir nitelik kazanır, şimdiyi geçmişe bağlayamaz.” (s. 146)

Bu işaret edişin önümüze koyduğu probleme konumuz olan tarih bilinci açısından bakalım. Demek oluyor ki klasik tarih anlayışı şimdiden kalkarak dünü yorumlamadır. İnsan şimdinin, çağının baskın düşüncelerinin ağı içinde ise; bu durumda şimdiye ve düne nasıl yansız bakabilir ve böylece dünden bir bilinç kazandığını söyleyebilir, çağının baskın görüşlerinden nasıl yakasını kurtarabilir? Burada sorgulanması gereken tarih kavramı olduğu kadar bilinç kavramıdır da. İnsan Mengüşoğlu’nun dediği gibi biyopsişik ve sosyokültürel (ve kapsamı içinde tarihsel) bütünsel bir varlık ise bu durumda bilinç kavramının çağrıştırdığı bir nesnellikten söz edemeyiz ya da tarih bilinci aynı zamanda şimdiyi geçmişe, geçmişi de şimdiye bağlayabilmek ise bu başarılamaz. Daha doğrusu “kendimizce” sözde bağlamış oluruz..

Bu noktada Us’da yazdığım önceki yazımda “Tarihin dayanılmaz ağırlığından kurtulmak gerek” demiştim. Bununla şunu kastetmekteydim: Bu gün savaşlara, çatışmalara baktığımızda tüm bunların dayandırılan güncel nedenleri farklı farklı da olsa geri planda tarihsel miras kavgasının yattığını görmek zor değildir. Bütün sınır kavgaları, toprak kavgaları böyledir. Ne var ki sınırlar ya da toprak parçası kavgaları kimlik ve değerler sorunu ile gündeme gelir. Bu toprak “bize” aittir. Biz ise belirli bir devlet, belirli bir ırk, millet, belirli bir aile, aşiret, belirli bir din adına birlikte olduklarımızdır. Bu aidiyetlere dayandırırız kimlik gereksinimimizi. Apaçıktır ki tüm bu aidiyetler düne dayandırılmaktadır, yani tarihseldir. Ülkemizde kimileri kimliğini Osmanlı’ya ya da dine dayandırmakta kimileri ise Cumhuriyete, laikliğe… Kıbrıs halkı kimilerine göre Türk halkının bir parçasıdır, kimilerine göre ki içlerinde çoğu Kıbrıslıdır, bu halk bağımsız Kıbrıs Türküdür. AB tartışmalarının gerisinde de bu motif vardır. Türkiye kimilerine göre batı normlarına sahiptir, batılıdır kimilerine göre ise değildir. İşte tarihin sırtımıza yüklediği ağır yük böylesi bir yüktür. Bu ağır yükten, tarihin ayağımıza bağladığı prangadan kurtulmadıkça bana göre tarih bilincinden söz edilemez.

Ben Osmanlıyım diyen bilinçsiz, ben Cumhuriyetçiyim diyen bilinçli midir? Ya da tersi. Değerli bir tarihçimiz kendi tarihimizin temel problemini “kopuşlar” olarak tanımlıyor. (Taner Timur) En temel kopuş ise Osmanlı- Cumhuriyet kopuşudur diyor. Bu kopuş başta kültür alanı olmak üzere siyasete dek günümüze kadar gelen pek çok soruna kaynaklık yapıyor kanımca. Çok önem vererek söyleyeyim ki felsefe dünyamız da bundan nasibini alıyor.

Eğer bir tarih bilincinden söz edeceksek en fazla şunu söyleyebiliriz, …problemin farkında olmak onu hissetmek. İşte bu nedenle ben tarih bilinci yerine tarih hissi diyorum yani tarih denilen şeyin kokusunu almak. Onu nerede yakalayacağımıza bizi yönelten tarih kokusunu alma duyumuz. Bu duyu insana özgüdür ama bu duyu “organını” pek az kullanmaktadır insan..

Yukarda değindiğim kimlik ve de eş anlamda değerler sorununa şöyle bir yanıt verebilirdim: Ben kendimi ırklar, devletler, milletler, dinler üstü duyuyorum ve kendimi bir dünya vatandaşı olarak görüyorum. Gerçekte öyle de görüyorum. Ama bu bir çözüm değil, birincisi aşırı bireysel bir bakış yani ben öyle görüyorum, öyle gören benim. Böyle bir bakış bana sıcak gelse de bu bakış “cogito” noktasından bakıştır ki hiç öyle bakmak istemiyorum.

Bir çilingir sofrası kuruyoruz, dostlarımla aynı mezeleri yiyoruz, aynı müziği dinliyoruz sohbetten muhabbete yükseliyoruz. Mezelerim de, müzik de muhabbetimiz de tarih dışı değildir. Yani tarihsel bir varlığım ben, benim yapıp etmelerim sosyo kültürel bir varlık olarak yapıp etmelerim, yine tarihsellikten koparılamaz olan biyopsişik varlığımdan da ayrı değildir. Damağımdaki tat, kulağımdaki müzik ritmi beni ben yapıyor, ama ben öteki ile ben olabilirim ancak, masadaki şarabın çıktığı üzüm gibi, bu masa etrafında toplanan dostlarımla birlikteliğim gibi… çünkü ben bu toprakların yetiştirdiği bir ürünüm.

Çözüme değil ama bir problematike işaret etmeye uğraşıyorum, ne denli becerebiliyorum bilemem? Ama felsefe alanında isek zaten çözümlerden değil problematikten konuşmak gerekiyor. Felsefe bilme alanı değil bilemediklerinin farkında olma alanıdır bence. Bilme alanı ise adı üstünde bilime aittir. Ne var ki felsefe ile bilim arasına epistemelojik bakış açısı duvar örer ya da ikisini özdeş görerek, pozitivizmde olduğu gibi bilim adına felsefeyi yok eder. Ontolojik yaklaşım ile aradaki duvar kalkar; zira akıl ve bilim tek belirleyici olmaktan çıkar, Varlığın görünümleri ve ürünleri olur.

Tarihin ağır yükünden nasıl kurtulabiliriz ya da filozofumuzun dediği “şimdiye mesafe koymayı nasıl başarabiliriz? Geldiğim nokta, tarih-üstülük noktasıdır. Tarih dışı değil ama tarih-üstü. Mengüşoğlu’nun katılamadığım bir savı var, ona göre Doğu toplumları “tarihsiz”, Batı toplumları ise “tarihlidir.” (Görülebilir ki batının baskın düşünce tarzını ve felsefesini eleştiren bir filozof olarak Mengüşoğlu da yakasını kurtaramamaktadır. Bu durum düşündürücüdür, kanımca nedeni Doğu, özellikle Anadolu felsefesinin yeterince işlenmemiş, geliştirilmemiş oluşu ve bağlı olarak “Mukayeseli Felsefe Yönteminin” dikkat dışı kalmasıdır.)

Batı toplumu ilerlemeci (temporal) bir zaman anlayışına sahiptir. Buna göre tarih hep ileriye doğru yürümektedir. Bu anlayışın dayanağı, en temelde varlığı akıl ve beden olarak parçalamasıdır. Aklın yaratısı olan bilim ve teknoloji merkezli paradigma açısından tarihi sürekli ilerleme olarak görmek çok doğaldır. Bilim ve teknoloji gerçekten de sürekli ilerlemektedir. (Ama bu batıya has bir durum değil bilim ve teknolojinin bir özelliğidir, doğuda da daha farklı değildir. Doğunun geri kalmışlığını doğu düşünce ve felsefesinin temeli olan doğa ile uyum içinde olmaya bağlamak ve bunun bir hırs yaratmayıp tersine tevekkül yaratarak engelleyici olduğunu söylemek; bana ikna edici gözükmüyor, üzerinde fazlaca inceleme yapılmadan ileri sürülen bir savlar olduğunu düşünüyorum. En azından kuşku duymamızı haklı kılacak Japonya. Hindistan gibi örnekler vardır. Kanımca tevekkülü doğuran doğu felsefesinin egemen düşünce ve egemen dinsel anlayışla yapılan yorumlarıdır. Örneğin Anadolu felsefesinin ana damarlarından biri olan tasavvuf tevekkül aşılamaz, tam tersi ama tersi hırs değildir) İlerlemeci anlayış sürekli neden- sonuç ilişkisi kurarak, geçmişi sorgulama içinde olduğu için bu nedenle batı toplumlarının tarihli toplumlar olduğu söylenmektedir. Kuşkusuz bu doğrudur ama yanılsamaları da içeriyor, Doğunun tarihsiz olduğu gibi. Birincisi bilimler tarihi bu gün bilimin gelişmesinde sıkı determinizmin olmadığını söylüyor. İkinci ve en önemlisi ontolojik kavrayışta insan yalnızca bilen, düşünen varlık değil de aynı zamanda duyma, hissetme, sezme, eleştirme yetileri olan biyopsişik bir varlıktır. O halde insanın varoluşsal duruşunu bütün bu alanlardan bakarak ve oluş içinde görmek gerekir. Aynı zamanda sosyokültürel bir varlık olarak insan tek başına değildir diyerek Mengüşoğlu batının bireyci yaklaşımını, birey ve “ben” anlayışının bireyci yorumunu çok güzel eleştirir. Bu açıdan bakıldığında insan şimdiyle mesafelenebilmesi tarihin dayanılmaz ağırlığından kurtulabileceği tarih-üstü bir kavrayışa sahip olması ile olanaklıdır ki eğer tarih bilincinden söz etmek gerekirse budur. Bizi buraya taşıyacak olan şey sıcak felsefe dediğim insanı acı ve sevinçleri ile bütün gören günümüz somut ilişkilerinden hareket eden, sanatsal duyarlılıkların yaratıcı sezilerin eşindirdiği yeni felsefi bakışlardır. Topraktan göğe yükselen değil, Tanrı Zeus’u toprağa indiren, gökten yere inen bir felsefe bakışı.

Bereket diyarı Anadolu, Doğu ve Batının köprübaşı olarak periferik bir coğrafyada bulunmanın müthiş zenginliğini taşıyor miras olarak. “Biz kırka yakın farklı kültürü bünyesinde barındıran Anadolu insanıyız. Anadolu Doğu ve Batı kültürlerinin ve uygarlıklarının bir araya gelip etkileştiği çok yoğun bir ortam ve kavşaktır. Bu nedenle dünya uygarlıklarını anlamak ve yorumlamakta Anadolu insanı rakipsiz yetenektedir kanısındayım.”(2) Öyle sanıyorum ki bu yeteneklerin önemli bir tanesi tarih-üstü hissetme yeteneğidir.

Tarih-üstü bir noktadan “şimdiye” baktığınızda şimdi silinir, geçmiş ve gelecek “an” da ve “ben”de bir olur. İşte o zaman geleceği anımsayabilirim. İşte o zaman gelecek dünün koşullanmalarıyla tasarlanan bir zaman parçası olmaktan çıkar, şimdide yaşanılan olur, geçmiş ise yeni bir gözle okunur, yeniden tasarlanır, tarih yeniden yazılır. Tarih benimle var olur, özne nesne kalkar, böylece geçmiş şimdi olur. Dünyayı, yaşamı “hayır”lamak zorunda kalmaz “evet”leriz, ölümün ve yaşamın iki ayrı şey olmadığının ayırdına varır, ölümü de yaşam gibi evetleriz, selamlarız. Ölümümle yaşama yer açtığımı fark ederim gülümserim ona ve derim ki kendime, ölüm kış değil ilkbahardır. Bunu fark ettiğimde ve fark ettiğim oranda başkalarının da var olabilmesi için şimdiyi basit yaşamayı öğrenebilirim belki.

Tarih-üstü bakışa bir örnek vererek bitiriyorum; A. Camus şu cümleyi ancak sanatsal seziyle anda yakaladığı tarih-üstü hissi ile yazabilirdi kanımca. İşte geçmiş ve gelecek anda birleşivermiştir, müthiş bir özlülükle:

“Cellâtlar kurbanlarından yeni cellatlar yaratır.”

 

(1) Yüzyılımızda İnsan Felsefesi. /Takiyettin Mengüşoğlu’nun Anısına.
Türkiye Felsefe Kurumu Yayınları. Ankara 1997
Hazırlayan: İoanna Kuçuradi
(2) Metin Bobaroğlu. Batınî Gelenek. Ayna Yayınları. Eylül 2002 İstanbul.