Farsça ve Arapça Türkçe’ye Nasıl Hakim Oldu?

Sayı 3 - Dil Sorunu

Kendi gerçeğine gözü açık olan aydınların sık sık düşündükleri bir konudur bu. Orta Asya Türkçesi zengin bir dildir; ama Türklerin Anadolu’ya göçünden sonra aydınların gaflete düşmesi sonucu dilimiz Arapça ve Farsça’nın egemenliği altına girmiştir. Aydınların gafleti olmasaydı veya Türkçe o günün gereksinimlerine cevap verebilecek bir dil olsaydı, aydınlarımız onu bir kenara atmazdı… şeklinde iddialar ortaya atılır. Bu iddialara verilecek cevap şöyle olabilir:

Dil toplumun aynasıdır. Toplumun yaşayış biçimi, inanç ve gelenekleri, kültürel durumu, siyasi yapısı dile yansır. Hiçbir dil, o toplumun gelişme düzeyinden ileride ya da geride olamaz. Toplumun ve dilin gelişme düzeyleri arasında aşağı yukarı bir uygunluk vardır. Bu nedenle tarihteki birçok toplum, dilleri incelenerek aydınlığa çıkarılmaktadır.

Orta Asya’daki Türk toplumu, daha çok göçebe bir toplumdu. İslamiyet’in doğduğu yüzyıllarda, Türkler sınıflara ayrılmanın ve devlet kurma düzeyinin eşiğine gelmişlerdi. Türkçe’nin ilk yazılı ürünleri olan Orhun Yazıtları 7. yy’a aittir.

Türkler’in toplumsal gelişme düzeyi, kaçınılmaz olarak edebiyata, bilime, siyasete de yansır. Başka toplumlar (Mezopotamya, Anadolu, Mısır, Çin, Hindistan, İran) çok önceleri sınıflı topluma (uygarlığa) geçmiş ve devlet kurmuşlardı. Dolayısıyla Türkler, Araplar ve Farslarla temasa geçtiği zaman edebiyat ve bilim alanlarında o anda kendilerinden çok daha gelişmiş diller ile karşılaştılar.

Türkler, Uygurlarla ve Karahanlılar Devletiyle birlikte yerleşik bir toplum düzenine geçmeye başladılar. Bundan evvelki yüzyıllarda Türklerin komşularıyla ilişkileri, daha çok savaş ve yağmaya dayandığı için, Türk dili ile diğer diller arasında kayda değer bir alışveriş yoktu. Dolayısıyla, Türkçe bu dillerden fazla etkilenmemişti.

Orta Asya Türkçesi’nin sözcük hazinesi yazı dili aşamasına henüz ulaşıldığı için, fiillerin çekimleniş biçimi, sözcük örgüsü ve anlatım olanakları bakımından oldukça sınırlıydı. Bu durumu bu günün Türkçesi bakımından değil, o günün Arap ve Fars dillerinin bulunduğu duruma göre değerlendiriyoruz. O sıralarda binyılları bulan yazı ve edebiyat geçmişleriyle bu diller elbette daha zengin olacaklardı.

Orta Asya Türkçesi’ndeki yabancı etkilerin az olmasının nedeni olarak kağanların ve beylerin bilinçli tutumu gösterilir. (Zeynep Korkmaz, Cumhuriyet Döneminde Türk Dili) Abdülkadir İnan Eski Türk Dini Tarihi isimli eserinde; “Çin kaynaklarının verdiği malumata göre… Bilge Han tebasını şehir hayatına ulaştırmak, Buda dininin ayinleriyle ülfet ettirmek için şehir ve mabed inşa ettirmek gibi bir fikre düşmüştü. Fakat bu fikri Tonyukuk’un şiddetli muhalefetine uğradı,” der.

Burada iki ayrı tutum görüyoruz. Bilge Han, yerleşik bir toplumsal düzene geçişi savunmaktadır. Dolayısıyla bir yerleşik toplum ideolojisi olan Buda dinine karşı tutumu da değişiktir. Yerleşik düzene geçiş, kaçınılmaz olarak eski düzeni sarsacak ve yeni ilişkilerin kurulmasını beraberinde getirecektir.

Tonyukuk, Türk toplumunun geçmişini temsil etmekte ve mevcut ilişkileri korumaya çalışmaktadır. Yavaş yavaş göçebelikten yerleşik düzene, yani uygarlığa doğru, bir gelişme içinde olan o günün Türk toplumunda, ileriyi ve geriyi temsil eden iki tutum çatışma halindedir. Her türlü yabancı etkiye karşı olan Tonyukuk “kendi dili konusundaki bilinçli tutumunun” sonucu olarak değil, göçebeliğe dayanan toplumsal düzeni korumak için bu tavırları takınmaktadır.

Yabancı etkilere açık olan ve yerleşik bir toplumsal düzeni savunan Bilge Han ise kendi dili konusunda “bilinçsiz bir tutumu” değil, bir bütün olarak toplumsal ilerlemeyi ve geleceği temsil etmektedir. Nitekim daha sonra, ticaret, sınıflaşma, şehirleşme ve devlet kurma olaylarıyla birlikte, Türkçe üzerinde yabancı etkiler de kaçınılmaz oldu. Uygurlar böyle bir gelişmenin doğal sonucu olarak yabancı dillerden etkilendiler. Yeni konumlarına uygun yabancı kökenli dinler benimsediler. 11. yy’da Karlukların Karahanlı devleti ve Siri Derya boylarında yaşayan Oğuzlar da böyle bir gelişme içindeydiler. İslamiyetin kabulü bu gelişmenin ideolojik plandaki ifadesidir. Daha sonra Oğuzların kitleler halinde Ön Asya’ya akması, toplumsal bir sıçramayla aynı zamana rastlamaktadır. Arapça ve Farsça’nın esas etkisi bu dönemde başladı.

Ekonomi, toplumsal hayat, din, siyaset ve sanat alanlarındaki atılım, yeni kavramları doğurdu ve binlerce yabancı sözcük bu atılıma bağlı kalarak Türkçe’ye girdi. Ön Asya’ya gelen Türkler, burada yerleşik feodal toplumlar ve yüzyıllar boyu süren gelişme sonucu iyice kurumlaşmış devletler görüldü. Göçebe dilinden uygarlığa geçme aşamasındaki Türkçe, edebiyat dili Farsça ve bilim dili Arapça ile karşı karşıya geldi.

Orta Asya’dayken devlet kurma noktasına gelen Türkler yerleşik düzene hızla ayak uydurdular, ama dillerinde bu hızlı gelişimi gösteremediler. Yeni durumun gereksinimlerine Türk dili cevap veremedi. Oysa feodal gelişmiş bir devlete gelişmiş bir siyaset dili gerekliydi. Bunu Farsça karşıladı. Büyük Selçuklu veziri Nizamülmülk, Siyasetnamesi’ni Farsça yazdı. Anadolu Selçuklularında da resmi dil olan Farsça, aynı zamanda edebiyat diliydi. Mevlana’nın eserleri de Farsça’dır. Aynı dönemlerde Arapça da bilim, dış yazışmalar ve şer’i işler dili olarak yerleşmeye başlamıştı. Bütün bu gelişmeler, Türkçe’yi de etkiliyor, birçok yabancı sözcüğün dile girmesine yol açıyordu.

Türkçe’nin, Arapça ve Farsça’nın etkileri dışında kalması mümkün değildi. Bu etkilenme bir zorunluluktu. Devlet örgütlenmesi, toprak sistemi, denizcilik, tek tanrılı dinlerin ideolojisi, kültür ve sanat alanlarındaki birçok kavram ile Türkler yeni karşılaşıyorlardı. Bu yeni kavramları hangi toplumdan alıyorlarsa, onları, o toplumun sözcükleriyle kabul etmek durumundaydılar. Örneğin, bir yanda soyut düşüncenin ileri aşamasının bir ürünü olan İslami düşünce; diğer yanda soyut düşünme yeteneğini yeni yeni edinmeye başlayan Türkler ve Türk dili vardı. Düşünce planında tek tanrılı dinlerin kavramlarına sahip olmayan Türkler, bu kavramların Türkçe sözcük karşılıklarını nereden bulacaklardı? “Ahiret”, “farz”, “sünnet”, “kıyamet”, “cennet”, “cehennem” gibi sözcüklerin Türkçesi yoktu, olamazdı da. “Tanrı” sözcüğü dururken “Allah” sözcüğünün neden tercih edildiği merak edilir. Orta Asya Türklerindeki “Tanrı” kavramıyla Müslümanlığın “Allah” kavramı aynı şey değildir. Kaşgarlı Mahmut, Orta Asya Türkleri’nin “Tanrı” kavramından ne anladıklarını şöyle açıklıyor: “…Kafirler göğe ‘tengri’ derler. Yine bu adamlar büyük dağ, büyük ağaç gibi sözlerine, ulu görünen her şeye ‘tengri’ derler. Bu yüzden bu gibi şeylere yüğünürler (secde ederler). Yine bunlar bilgin kimseye ‘tengriken’ derler.”

Görüldüğü gibi madde ve ruh henüz birbirinden tam ayrılmamıştır. Gök, yer, dağlar, ırmaklar, göller aynı zamanda birer ruhturlar. Maddi biçimlerinden arınmış soyut varlıklar, henüz tam olarak oluşmamıştır. Müslümanlığa göre ise, Allah birdir. Öncesi ve sonrası, zaman ve mekân ile ilgisi, ortağı ve benzeri yoktur. Yaratıkların hiçbirine benzememektedir. Kadir-i Mutlak’tır. Varlığı için başkasına muhtaç değildir.

Allah kavramının Türklerin “Tengri” kavramından tamamıyla farklı olduğu açıktır. Yani “Tengri” sözcüğü, Müslümanlığın “Allah” kavramının karşılığı değildi. Bu durumda İslamiyeti benimseyen Türklerin, maddi varlıklarla içiçe olan “Tengri”yi (gerçekte birden çok olan tengrileri) bırakıp, soyut içeriğiyle “Allah”ı benimsemelerinde anlaşılmayacak bir yan yoktur. Aynı şekilde “cennet”, “cehennem” sözcüklerinin karşılığı olarak “uçmak” ve “Tamu”yu daha önceden Tibetçe ve Suğutça’dan almışlardı. Müslüman olunca da Araplardan aldılar.

Aynı olgu, toprağa yerleşme ve tarımda, şehirleşmedeki gelişmelerde, ticaret ve zanaatlerde, denizcilikte, devlet, hukuk ve siyaset alanında da göstermiştir ve bu gaflet sonucu değildir.

Ancak yabancı dili kabul etmek başka, yabancı dillerden etkilenmek başkadır. Selçuklular, Arapça ve Farsça’yı benimsemişlerdir. Bu benimsemede, onların halktan kopuk feodal yapıları önemli bir rol oynamıştır. Bu tutum Türkçe’nin önünü kapatmakta, Türkçe’nin günün gereksinmelerine cevap verecek bir dil haline gelmesini önlemekteydi.

Bütün bunlara rağmen Türkçe, kendinden daha işler durumda olan dillerden de yararlanarak gelişmesine devam ediyordu. Bu gelişmenin sonucudur ki, Anadolu Selçuklularının yıkılışından sonraki Beylikler döneminde Türkçe resmi dil olabildi.

Moğol istilası, Selçuklu Sultanlığı’na darbe indirmiş ve kabile geleneğinin yeniden canlanmasına yol açmıştır. Anadolu Beylikleri, Selçuklular’a göre Orta Asya’nın kabile toplumlarına daha yakındılar. Bu olgu Türkçe’nin beyliklerde resmi dil olarak benimsenmesinde rol oynayan etkenler arasındadır.

Karamanoğlu Mehmet Bey’in her yerde Türkçe konuşulmasını zorunlu kılan fermanı, aynı zamanda halkçı bir gelişmeyi ifade ediyordu ve bu halkın tepkisinin sonucuydu.

Osmanlı Beyliği’nde de resmi dil Türkçe idi. Ama Osmanlılar Anadolu birliğini sağlayıp, büyük bir imparatorluk haline geldikleri zaman, Türkçe’ye karşı tutumlarını değiştirdiler. Halktan gittikçe kopan Osmanlı aristokrasisi, halkın konuştuğu dilden de uzaklaşmaya başladı. Türkçe bu sefer tamamıyla bir kenara atılmadı. Çünkü aradan geçen iki üç yüzyıl Türkçe’yi oldukça geliştirmişti. Arapça ve Farsça’ya karşın varlığını sürdürebiliyordu. Osmanlı feodalitesi ise özellikle edebiyat, bilim ve siyaset konularında Arapça ve Farsça’nın yoğun etkisini kabullenerek kendi konumuna uygun Osmanlıca’yı yarattı.

Türkçe bu dönemde Arapça ve Farsça’nın etkilerini önleyemiyordu.14. yy’da Aşık Paşa’nın, Hoca Mesut’un, 15. yy’da ünlü Çağatay şairi Ali Şir Nevai’nin de, gençlerin kolaydır diyerek eserlerini Farsça yazmalarından yakınması, aynı gerçeğin bir başka ifadesidir. Bütün bunlar Arapça ve Farsça karşısında Türkçe’nin durumunu yansıtmaktadır.

 

KAYNAK

Gültekin, M. Bedri, Türkçe’nin Dünü ve Yarını