Freud Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları’nda (1.2) Romain Rolland’ın bir mektubundan söz eder. Rolland Freud’un din üzerine yargılarının tümü ile anlaştığını, ama dinselliğin asıl kaynaklarına değer vermediği için üzüldüğünü yazar. Rolland’ın sözünü ettiği “dinsel duygu”nun bir başka adı Sevgidir – Mevlâna’nın, Platon’un, Stoacıların “Bir”i, varoluşu yüreğin gözleriyle de gören her insanın duyumsadığı sonsuz gerçeklik, Eros, ya da Okyanus Duygusu. Freud böyle bir duyguyu taşımadığını söyler. (8).
Freud’a göre dinsel duygu, hiç duyamadığı Okyanus Duygusu bir sinirce belirtisidir ve nedeni görgüldür, çocuk çaresizliğidir. Ya da daha genel bir kavramla, korkudur. Freud’un yanısıra, başkaları da korku kavramını uygarlık kurumlarını açıklamada kullanırlar. Örneğin düşünce yeteneğinin gelişiminde daha da gerilerde takılan, tinselin varoluşunu tasarlamayı bile başaramayan ve tinsel varlıkları da birer “cisim” olarak gören özdekçi İngiliz düşünürü Thomas Hobbes politik bir “cisim” olan bütün bir devleti benzer olarak korkudan türetir. Ama bir duygu olarak korku boyuneğmenin olduğu gibi başkaldırının, nefretin de mantıksal ön adımıdır. Korkulan varlık kendinde Düşmandır. Bu düzeye dek, “korku”dan Tanrı kavramına (ya da Devlet kavramına) çıkarsama mantıksal bir çıkarsama değil ama olsa olsa David Hume’un çağrışımcı “çıkarsama” yöntemi yoluyla olanaklı dışsal bir bağıntıdır. Bir alışkanlıktır. Din ve korku, Tanrı ve korku, ceza korkusu vb. gibi düşünceleri sürekli olarak birarada işiten bilinç bu dışsal ilişkiyi zorunlu ya da “mantıksal” bir ilişki olarak görmeye başlar. Özdekçi bilinç tüm bilgeliğini buradan türetir. Ama ne denli mantıksal çözümleme yaparsak yapalım, çocuk çaresizliğinden ya da korkudan Okyanus Duygusunu, Bengilik duygusunu, Tanrı kavramını, Bir kavramını çıkarsayamayız. Korku böyle bir içeriğe yetenekli değildir. Herder özel olarak Freud’un dinsel duygu üzerine çözümlemesini daha o doğmadan, daha onsekizinci yüzyıl gibi erken bir tarihte çürütmüştü: “Korku pekçok halkın tanrılarını yarattı demek hiçbirşey söylememektir. Çünkü korku, korku olarak düşünüldüğünde, hiçbirşey yaratmaz; yalnızca anlağı uyandırır.” (aktaran F. Copleston). (9).
Freud’un dinin doğası üzerine çözümlemesi ne önemli ne de kavramsal olarak geçerlidir çünkü içgüdüyü başlangıç noktası yapan bir bakış açısından ne din, ne sanat, ne de uygarlığın bir çözümlemesi olanaklıdır. Herkesin herkesten nefret etmesi (UH, V.8), tarihin bir ölüm içgüdüsü tarafından boşa çıkarılması, uygarlığın varlığını baskıya borçlu olması, eşeyselliğin giderek güzel sanatın da yaratıcı güdüsü olması gibi önesürümler inanan insanın bir ruh hastası olduğu görüşünden hiçbir biçimde ayrı değildirler. Tümü de usu, istenci, duyguyu değil ama tümünün yerine içgüdüyü temel alan ve insanı özgürlükten bağışlayıp zorunluğa belirleyen bir bakış açısının tutarlı sonuçlarıdırlar. Ve Freud içgüdünün us üzerindeki egemenliğinin tanrısal bir tasarda sonlanamayacağını ileri sürmede hiç kuşkusuz bütünüyle haklıdır. Bu düzeye dek eleştirdiği uygarlık biçimi yalnızca ve yalnızca kendi kurgusunda ürettiği bir öznellikten (ya da bir “dilek”ten) daha öte birşey değildir. Ve açıktır ki bu bakış açısının kendisi özgür değil ama patolojiktir, ya da baskıcıdır, ve Freud’un özçözümlemesi açıkça başarısız olmuştur. Ama kendisinin ruhçözümlemeyi geliştirebilmiş olması olgusu usun bu baskıya baskın çıkabileceğinin ironik tanıtıdır.
Ruhçözümleme her durumda içgüdülerin kendinde mekanik-moleküler süreçlerinin üzerine düşüncenin ve duygunun tinsel gücüyle etkide bulunmayı hedefler. Ruhun bedenin biçimi olduğu düzeye dek, ilkede ancak Eros ile başlayabileceği ve gerçekten de onunla başlattığı bu işi yine Eros’a dönerek tamamlar çünkü bireye yeniden kazandırdığı öz-belirlenim hakkı özgürlüğün kendisidir. Ama özgürlük gerçek kavramında sevgiden başka birşey değildir. Özgürlük kendini başkasında yitirmek ya da başkasında yalnızca kendini kazanmak, onunla sınırlanmamak, tersine onda sınırın kendisinin ortadan kalkışını yaşamaktır. Bu ise duygu olarak Sevgiden başka birşey değildir. Bu düzeye dek, özgürlük ve sevgi kavramlarında bir ve aynı sonsuzluk duygusunu, aynı tanrısal duyguyu, aynı Okyanus Duygusunu anlatırlar. Buna karşı, ruhçözümleme eşeysel içgüdüyü birincil varoluş belirlenimi yaptığı düzeye dek, bir “id” türevi olarak gördüğü “ego”dan elbette Okyanus Duygusunu çıkarsamayı başaramaz, ve kuramın mantığı içersinde konutlayamadığını tutarlı olarak yoksayar.
Hangi biçimde olursa olsun, moral eğitim insanları iyilik uğruna değiştirmeyi ve böylece ekinsel yaşamın niteliğini yükseltmeyi, uygarlığın kendisinin sağlıklı gelişimini amaçlar. Ama ruhun modernist sakatlanmasının şu ya da bu yeğinlikte toplumsal ölçeğe yayılmasına bağlı olarak, modern uygarlığı moral yapısında iyileştirmeyi amaçlayan her tasar bununla onu bütününde başka birşey yapmayı amaçlamış olur. Bu düzeye dek toplumsal törelliğin ruhbilimsel izlenceler tarafından değiştirilmesi istemi düşsel bir doyumdan daha iyisini sağlamayı başaramaz. Topluma tüm bileşenleri şu ya da bu ölçüde uyum içinde işleyen bir örgütleniş kazandıran moral duygu toplumsal yapının geri kalan belirlenimlerinden soyutlanabilecek eytişimsiz bir öğe değildir. Kendisi tikel ekinin bütününe katılan, onu belirleyen ve kendisi onun tarafından belirlenmeye açık plastik, pozitif bir kıpıdır. Buna göre, duyunç yaşamının bütünü üzerine ne olursa olsun herhangi bir ruhbilimsel izlence getirmeyi istemek o yaşam biçiminin doğrulanan iç işleyiş ve tutarlığına karşı bir gözdağı olarak görünür. Moral özde yalın bir ilkenin değişimi bile dolaysızca toplumsal yapının kendisinde bir sarsıntıyı ve şeylerin ve insanların ilişkilerinin bir yeniden düzenlenişini imler. Bu çok dramatik bir görünüş kazanabilir. Duyunca kendi eytişimsel gelişiminin dışında yeni bir belirli biçim verme, ona kendi doğasına aykırı yeni değerleri doğrulatma girişimi ancak politik terör (Nazi, Bolşevik) ya da klinik koşullandırma (Skinner) yoluyla davranışlar üzerinde ayarlama yapılarak başarılabilir. Böylece tüm “bilimsel” toplumsal izlencelerin istenci ve duyuncu sindirici yöntemlere başvurmak zorunda olmalarının nedeni özgürlük ruhun asıl kavramı iken buna karşı böyle “bilimsel”-denetimci izlencelerin insanı bir makine olarak görmeleri,özdeksel nedenselliği, doğal zorunluğu yaşamın ilkesi yapmalarıdır.
Ruhçözümleme bilinçaltını çözme yoluyla insanı bilinmeyen bir etmenin tiranlığından kurtarır, onu yeniden usunun özbelinçli sorumluluğuna teslim eder. Sürecin bu doğası ruhçözümlemeye yapılan “tüm-eşeyselcilik” karalamasına, herşeyi “eşeysellik yoluyla açıklama” suçlamasına Freud’un yanıtını kendi mantığıyla doğrular: Us bilinçsizin de üzerindeki güçtür. Ama kuramın bu mantığı “özerk” Ölüm İçgüdüsü gibi korkutucu bir adla da anılan içgüdünün gerçekte özerk filân olamayacağını, sözde yokediciliğinin kendisinin yokolmaya direnemediğini de tanıtlar. Ruhçözümleme büyük tasarlardan vazgeçerek kendini mini mini çözümler önermeye indirgeyen davranışçılık ve türevleri ile karşıtlık içinde, yalnızca küçük şeylerle değil ama ayrıca büyük şeylerle de ilgilenir. Çünkü küçük insan, ruhçözümlemenin bakış açısından, gerçekte çok büyüktür, sonsuz ölçüde değerli ve anlamlıdır. Özgürdür. Sevme yeteneğindedir.
İster patolojik isterse normal bilinçaltının çözümlemesi olsun, ruhçözümsel sağaltımın hedefi hiçbir durumda bilinç denetimi gibi birşey değil ama bütünüyle açık ve seçik olarak özgürlüktür: Ruhsal yetilerin kendilerini tam olarak doğalarına göre açındırmaları için, sevme yeteneğinin bilinçaltının karanlık derinliklerinden yeniden yüzeye çıkışı için gerekli baskı çözülüşünün sağlanışı. Bilinçsiz öğenin bütün bir ruh üzerindeki bu tiranlığından kurtuluş bir denetim olmaktan sonsuz ölçüde uzakta duran öz-belirlenim olanağı anlamına gelir. Davranışın dışsal olarak ayarlanmış yönetimi değil, ama varoluşu us ve duygu yoluyla belirleme şansını yeniden kazanma anlamına gelir. Bu yüzden ruhçözümleme davranışçılık ile olanaklı en büyük karşıtlık içinde, özgürlüğün kölelik ile karşıtlığı denli açıkta yatan bir karşıtlık içinde durur, çünkü davranışı güdüsünden soyutlayan o denetimci yöntem bir bilinçsiz güdü kaynağına bir başka bilinçsiz güdü kaynağının eklenmesiyle ruhun kendi öz kaynaklarından biraz daha uzaklaştırılmasında sonlanırken, ruhçözümleme ruhu tam olarak böyle yabancı içerikten kurtarmayı, ona kendi doğasının belirlenimini, öz-belirlenimi yeniden kazandırmak için gereken koşulu yaratmayı hedefler. Biricik katkısı ruha yabancı dışsal katkının giderilmesidir. Bu düzeye dek, ruhçözümlemenin ruhu özgürlüğü olanaksızlaştıran bilinçsiz öğeden kurtarması bütün insan doğasının ne olduğunu tam olarak ortaya koyabilmesi için vazgeçilmezdir. Bununla ruhçözümleme insanı usun ve duygunun birliğine doğru gerçek büyüme sürecinde güçlendirir, onu bütün bir ansal ve ruhsal yapısının tam açınımının heyecanına, özgürlük ve sevgi ile bir olan idealizme hazırlar.
Görgül yöntem ya da olgulardan, gözlemlerden vb. genelleme görgücülüğün kendisinin de gördüğü gibi elbette geçersizdir. Görgül yöntem ya da olgulardan, gözlemlerden vb. genelleme görgücülüğün kendisinin de gördüğü gibi elbette geçersizdir. Modern dönem bir politik şiddet, terör, iç savaşlar, ulusal savaşlar, dünya savaşları, sömürge savaşları, soğuk ve sıcak sayısız savaş vb. dizisi ile dışa dönük saldırganlık denebilecek olan şeyin tarihin tanık olduğu en ağır edimselleşmelerini sergiler. Ama böyle bir tekil örnekler dizisinden yapılacak genelleme bu Açık Toplum biçimini yargılamanın zemini olarak geçerli ve yeterli değildir. Tüm bu sonu gelmez eylemleri uygarlık için sürekli bir gözdağına çeviren ve böylelikle dünya tarihini saçmalaştıran şey güçlü bir bilinçsiz nefret öğesi tarafından güdülmeleri olgusudur, ve buna göre sorgulanacak nokta bu öğenin kökenidir. Bütün bir Batı ekinini tanımlayan bu evrensel öğe modern tarihteki sürekli şiddet zincirini olanaklı ve anlaşılır kılan yandır ve ruhçözümleme kuramının kendi kavramsal kaynaklarından, kendi mantığından türeyen bir çıkarsamadır. Yokedici eğilimlerin bir türevi olarak görülen uygulayımbilimsel ilerlemenin yararlı olmak yerine insanlık ölçeğinde tehlikeli ve zararlı olabileceğini ileri süren ve bununla yararcılık ve ekonomik determinizm gibi ilkel törellik öğretilerini geçersiz kılan ruhçözümleme insan sorununun iyileşmesinin bir pozitif bilgi sorunu olmadığını ama ilkin yürekten başlaması gerektiğini de doğrular. Gönenç ne denli büyürse büyüsün, yürek küçük kaldıkça türesizliğin artışından başka birşeyde sonuçlanamaz. Modern “uygarlığın” sorununu özsel olarak ruhsal bir sorun olarak, teist-nihilist kökenleri olan ciddî bir ruhsal rahatsızlık olarak tanımlayan ruhçözümleme son onyıllarda bu “”Açık Toplum”un savunusu adına ona karşı bir tür kitle saldırısı başlatan modernizmin kavramsız, duygusal ve sinirceli tonu tarafından yalnızca bir kez daha doğrulanır.
Değersiz ve anlamsız ve tılsımsız kalan ve her gününü yeni değerler aramakta ve bulduğunu ertesi gün yeniden yitirmekle geçiren bir modernist tinin ussal idealizme olduğu gibi ruhçözümlemeye de, gerçekte tüm değerlere ve uygarlığın bütününe gösterdiği nihilist (bilinçsiz) tepki bu tinde Eros’u yitirişin hiçbir durumda tersinir olmadığının görgül doğrulanışıdır. Başka bir deyişle, Eros’un yeniden-doğuşu bildiğimiz biçimiyle modern toplum yapısının sonunu imler. Ama sürekli değersizlik, anlamsızlık, saçmalıkta anlatım bulan aynı iyileşme güçlüğü pekâlâ eski uygarlıktan çok uzaklarda şekillenen modern toplumlarda değerlerin hiçbir zaman kazanılamadığını da gösteriyor olabilir. Heine Kuzeyli Hıristiyan ulusların yarı vaftiz edildiklerini söyler. Bir insan özü kavramının ışığında, bunun anlamı tarihsel köklerini ortaçağın boşinanç Avrupasında geliştiren modern uygarlığın asıl tarihsel sürekliye, insanın asıl büyüme, gelişme, özgürleşme sürecine ait olmadığıdır; özgürlük bilincinde bir ilerleme olan tarihin kendisindeki bir sapmadan daha öte bir anlamının olmadığıdır.
İşlerin bu durumunun bir öz-bilince dönüşmesinin olanaklı olduğu düzeye dek, nihilist vargı, ya da varoluşçu vargı, ya da materyalist vargı modern topluma dışardan getirilen bir çözümleme değil ama yapının kendi entellektüel kaynaklarından türetilen bir yargıdır. Modern toplumda felsefenin yerini kuşkucu irrasyonalizme bırakması zeminsiz değildir. Batı ekini Descartes ve Hegel, Bougereau ve Mozart, Kepler ve Maxwell, Schiller ve Goethe gibi idealistlerin, romantiklerin, klasiklerin, ussalcıların tinleri tarafından tanımlanmaz. Onlar ne Batının kendi kaynaklarından doğmuş, ne de gökten inmişlerdir: Etkinliklerinde, yaratılarında, değerlerinde uygarlık süreklisine aittirler. Batı ekini Voltaire’den Nietzsche’ye, Locke’dan Picasso’ya, Matisse’ye, Einstein ve Heisenberg’e başlıca fobileri gerçeklik, iyilik ve güzellik olan kişilikler tarafından tanımlanır. Bu düzeye dek, nihilist-pozitivist vargı modern Batı toplumları için bütünüyle doğrudur, modernizmin kendi mantığından türetilir ve doğrulanır, ve onun öz-bilincinin en duru anlatımını sunar.
Bugün bütün bir yeryüzünü sarsabilecek, tarihi gerçekten de bir sona getirebilecek olan nükleer güçlerde cisimselleşmiş şiddet Eros’u yadsıyan modern varoluşun normal bir bileşenidir. Başka bir deyişle, bu gizil şiddet öğesi birkaç fizikçinin, ya da egemen sınıfların, ya da despotik devletlerin insanlığa karşı bir komploları değildir. Modern toplumda ona “Açık Toplum” denmesini geçersiz kılacak hiçbir yüklem eksik değildir: Modern şiddet demokratik olarak doğrulanan ve üstlenilen bir olgudur. Modern “evrensel istencin” onayını alır. Ruhçözümleme kendi yolunda ussal istencin bu işle bir ilgisinin olmadığını, modern kitle toplumunda tutkunun sağduyunun sesini kolayca bastırdığını, ve bunun için popüler dürtüleri, halksal eğilimleri izlemekten ve güçlendirmekten daha elverişli bir yol olmadığını gösterir. Bu patolojinin modern kitle toplumundaki ruhsal kökenlerini çıkarsar ve birer savunma önlemi olarak görünen şeylerin gerçekte saldırganlık eğiliminin belirtileri olduğunu saptar.
Boşinancın çıldırılarından sıyrılan varoluşun kitlesel tüketim çıldırısı tarafından belirlenir olduğu düzeye dek, modern toplum duyuncun kendisine karşı bağışıklığını pekiştirir, duyunçlu/moral bireyin içe yönelik saldırganlığı duyunçsuz bireyin dışa yönelik saldırganlığında kitlesel boyuta yükselir. Karşılıklı yarar ve çıkar bağları ile biraraya tutturulan toplumsal yapı açıkça saldırganlık içgüdüsü terimi ile tanımlanmayı hakeden bir bencillik ve paranoya ekinine pıhtılaşır. Kuramın çıkarsamasını doğrulamak için insan duygusunun bastırılışını ve baskılanışını anlatan ve pekiştiren nihilizmi, pozitivizmi, materyalizmi, genel olarak ideolojileri tanık olarak çağırmak gereksiz, daha doğrusu geçersizdir. Çağın tinsel rahatsızlığını tanımlayan bu ekinsel bileşenlerin kendileri ortaya çıkışlarını aynı modernist bozunmaya borçludurlar. Tümü de pozitifin negatife bağımlı olması gibi yadsıdıkları şeye bağımlı, onunla koşulludurlar. Modern bilince özgü tüm bu karşıtlar türlülüğü sonunda kökeni olarak aynı baskı düzeneğine, aynı bilinçsiz nefret yoğunlaşmasına doğru odaklaşır. Ruhsal olarak modernizmin en son ilkesi olan temel sevgisizlik öğesi bir kez bilinçaltına yerleşir yerleşmez, bir kez insan ruhunda nefretin dinamiği engelsizce işlemeye başlar başlamaz, militarizmden nihilizme, kapitalizmden kübizme tüm kitlesel semptomlar onları başat varoluş olguları yapacak ruhsal zeminlerine kavuşurlar. (10).
Tarihsel ilerleme göreli dinsel inançlar çevresine örülü tutucu geleneği yıkarak yolunu açar. Bir süre için toplumları enerjikleştiren, giderek onları tarihsel uygarlıklar ve güçler düzeyine yükselten yeni ilkeler ve inançlar insan özüne tam özgürlüğü içinde anlatım vermedikleri düzeye dek o özü engelleyici, daha öte gelişimi durdurucu, tutucu olmaya başlarlar. Baskıcılaşırlar. İnançtan gelen bu baskıyı kırmak kendinde gelişmenin, insanın büyümesinin yolunu açar, sözcüğün ilkin kafamızda uyandırdığı iyi, ussal, gerçek anlamda Aydınlanma için önkoşul olur. Yine, yenileşmek ya da modernleşmek kendisi değersizleşmiş bir gelenekçilik karşısında tutulması gereken biricik doğru yol olarak, iyi ve gerçek olarak, ussallık ve özgürlük olarak görünür. Ama modern Avrupa’da yer alan dönüşüm sorunun biraz daha karmaşık olduğunu gösterir. Yeni olanın içeriğinin ne olduğunun hiç olmazsa yenileşmenin kendisi denli belirleyici olduğunu, yenilik uğruna yenilikçiliğin, modernizmin toplumları öngörülmeyen yerlere, giderek bütününde amaca aykırı yönlere sürüklediğini gösterir. İçeriğin bir bilmeme durumundan çok bir bilinçsizlik etmeni tarafından belirlendiğini gösterir. Bu içeriğin belirlenimini doğal eşeysel güdüye dek izlemek inandırıcı olmasa da, duygusal etmenler tarafından belirlenmesi olanağı bütünüyle açık kalır: Tutku gündelik kullanımda bile usu, sağduyuyu yenebilen neredeyse denetimi olanaksız, neredeyse bilinçsiz bir gücü temsil eder. Ve eğer içeriğin özbilinçli usun kendisi tarafından belirlenmediğni doğrularsak, bilinçsiz eğilimler tarafından, bilinçaltında yatan güçler tarafından belirlendiğini, bilinçsizin insanın özgür istencini, kendi yaşamına egemenliğini, özerkliğini ondan çaldığını kabul etmeye zorlanırız. Modern tarihin dönüşümleri kararlı bir uygarlığın büyümesinden çok bilinmeyen bir gücün denetiminde ileri geri atılan kitlelerin bütün bir dünyayı ve tarihini altüst eden belirlenimsiz, ereksiz, kaotik, usdışı devimleri olarak görünür. Modern dönemde bilinçaltının gücü tarih sezgisinin kendisini bastırır. Kaos, belirlenimsizlik, görelilik, ereksizlik tıpkı anlamsızlık ve değersizlik gibi bu dönemi tanımlayan terimlerdir.
Modern özgürlük evrensel insan değerlerinin değil ama yalnızca yararcı, pragmatik, özdekçi bireysellik ilkesinin edimselleşmesi olarak, “Ben”in despotizmi olarak belirlenir. Dinsel duyguyu yokeden Aydınlanmacı özbilinç bunu eytişimsel olarak, yadsıdığını saklayarak yapmaz: Derme çatma da olsa, varolan Topluluk tini tecimsel-tüzel Toplum biçimine bozulurken, Okyanus Duygusu bireysel ruhun sınırları içersine hapsolur: Dirimli varlığın her bir gözeciğinde işleyen, bireyleri ailelere, toplulukları evrensel insanlığa büyütmeyi isteyen Eros modern yaşamdan tüm tinsel donatımı ile birlikte ayrılır. Sevgiyi silip atan aynı nihilistik dürtü Güzel ve Gerçek olanı saklayamaz çünkü sevgi güzele olduğu gibi gerçeğe de yaşam veren tılsımdır: Güzel Sanat ve Felsefe modern Batı duyarlığından ve düşüncesinden sürülürler, yerleri karşıtları tarafından doldurulur. Bireyi evrensel sevgi yoluyla iyileştirmenin almaşığı kemoterapi ve davranışçılık kipinde ortaya çıkarken, gerçeklik fobisine yenik düşen bir kuşkuculuk Batıyı ortaçağların görgücü “felsefecilik” yollarına geri döndürür, güzelin kendisinden nefret eden modern sanat çağın grotesk beğenisine yanıt veren “estetik” biçim olduğunu tanıtlar. Herşey kitleselleşir, halksallaşır, ve kitle ve halk gibi kavramları yüceltmenin anlamı gözler önüne serilir. Böyle “uygarlık” gene de gelenekten özgürleşmiştir, ve tüm “libido”sunu, tüm ruhsal enerjisini engelsizce bilinçsiz, baskılanmış güdülerinin buyruğuna bırakır, bir sömürü ve sömürge, militarizm ve kapitalizm “uygarlığı” olarak biçimlenir. Yapmayı en iyi bildiği şeyin, uğruna kaynaklarının en büyük dilimini, uygulayımbilimsel becerisinin en iyisini ayırdığı şeyin nükleer bombaların üretimi olması ruhçözümleme kuramının a priori vargısının görgül doğrulanışıdır. Böyle toplumlarda çocukların moral yaşamlarının aile sevgisinden eğitsel davranışçı ruhbiliminin duygusuz, denetimci, pragmatik yöntemlerine terkedilmesi, yetişkin kişiliklerin insan ruhunu moleküler bir düzenek olarak alan ilaç sağaltımına sığınmaları da tutarsız değildir. Bunlar olduğunda, Eros’un güçlerinin neyi diriltmeleri gerektiği bütünüyle açığa çıkar. Şiddetin şiddetle, nefretin nefretle yenilemeyeceğini ruhçözümlemenin bilinçaltı kavramı dolaysızca gösterir: Eros’un bildiği biricik yöntem sevgi, bilgi ve güzelliğin yöntemidir.
Ruhçözümleme kuramının modern toplumlara özünlü ruhsal bozukluğa bir tepki olarak doğmuş olması modern (ve yarı-modern) tüm toplumlarda sağaltıcı etkisinin kendinde olumsuz ve yıkıcı olacağını imler. Tüm modern kurumsallık baskıcı bilinçsiz öğeleri bütününe ait bileşenler olarak taşır: Modern tüketim toplumunun temel ilişki biçimi neredeyse erotik bir heyecanla yerine getirilen alış-veriş ilişkisidir ve bütün bir modern toplumun iç-bağı olma düzeyine yükselen bu “ilişki” gelenek bağlarından özgürleşmiş ve insanı yalnızca yararcı ve çıkarcı bakış açısından algılayabilen güvensiz, kuşkucu, göreci bir ruhsal yapı üzerinde işleyebilir. Başlıca çatışma, çekişme, yarışma gibi “ilişkilere” yetenekli kişilik biçimi üzerine dayalı toplumda bir olgu olarak paranoyanın kendisi tecimsel başarının gizi olarak kutlanır. Böyle bir tinsellikte anamal kavramının uğrayacağı değişimin mantığı açıktır: Anamal yarışmacı toplumda başlıca geçerli, anlamlı, ve istenebilir değer düzeyine yükselir. Modern evreye dek, anamal tüm tarih boyunca her toplumsal yapıda altgüdümlü bir yeri olan bir bileşendir, ve belirleyici değil, ilke değil, ama bir bütünün daha yüksek değerleri karşısında küçümsenen bir parçasıdır. Ancak Reformasyon ve Aydınlanmanın eğitiminden geçen insan kişiliği anamalı bir varoluş ilkesi yapacak bir bencillik yeğinliğine yükselebilir. Bu ayartıcı ekonomik öğeyi ilke yapmak, bir araç olarak anamaldan bir amaç olarak anamal belirlenimine geçmek iyinin ve kötünün üzerine yükselebilen bir karakterin kitleselleşmesine bağlıdır. Bütününde insan haklarını yeni ilke karşısında bir yana itmeye yetenekli bir duyarsızlığın gelişmesine bağlıdır. Modern döneme dek tarih böyle bir karakterden yoksundur. Bunun için gerekli olan duyunç aşınımı deist Aydınlanmanın ve tam olarak duyuncu içselleştirmesinde daha şimdiden zayıf olan topluluk tinini bir kez daha yokeden Protestanlığın işidir. Modern toplumun yabancılaşma, nihilizm, pozitivizm, pragmatizm, yararcılık, kapitalizm, militarizm, sadizm, dadaizm, kübizm, paranoya, liberalizm, varoluşçuluk, postmodernizm vb. gibi terimlerde tanımlanması, bu değersiz kategoriler türlülüğü gerçekte bir ve aynı yalnız karakteri yalnızca değişik yanlarından belirleyen bakış açılarının türlülüğünü yansıtır. Tümüne ortak olan yan bilinçsiz nefret öğesidir. Modern bankacılık ve para kurumları bireyler arasında bir sevgi, öz-veri, ya da şevkat ilişkisinin işlemekte olduğuna tanıklık etmezler. Temsil ettikleri sömürü biçiminin kabalaşması ve çirkinleşmesi yalnızca birey-birey ilişkisinde nefret öğesinin bilinçsiz işleyişinin dozunu gösterebilir. Toplumsal gereksinim uğruna değil ama kâr uğruna ve pazar mantığı tarafından örgütlenen işleyim süreci benzer olarak özneler-arası denilen ilişkilerde insan etmeninin bütünüyle gözardı edilmesine olanak veren bir moral ekini, duyunçsuzlaştırılmış bir bürokrasi tarafından yönetilen bir yasa düzenini öngerektirir. Bu özsel olarak türesiz yapıya ayarlanmış üniversitenin modernist ussallığı insan hak ve değerlerini hafife alan bir pragmatizmin kuralları içinde kalır. Bu sözde bilimsel pozitivizme karşı postmodernist özgür çağrışım ya da yapısızlaştırma yalnızca akademik parodinin bir biçim değişimidir, ve Us düşmanlığında, Gerçeklik düşmanlığında, Bilgelik nefretinde entellektüel bilinçaltının öz-çözümlemesinin dışavurduğu duygular postmodern hafifliğin aslında cansıkıcı bir ağırlık olduğuna tanıklık eder.
(9) Herder: Dünyaya bütünüyle gerçek dışı bir tarih bilinci aşılama çabasını bıkıp usanmadan sürdüren modern Anglo-Saxon propaganda Herder’i de (1744-1803) bir “ulusalcı” olarak, ve böylece İngiliz uygarlığı ile karşıtlık içinde Alman barbarlığının bir başka temsilcisi olarak gösterir. Böyle ulusal çekişmelerden bütünüyle ayrı olarak, Herder’in bir Alman olmanın üstünde ve ötesinde gördüğü değerler vardı: 18’inci yüzyıl gibi erken bir tarihte Batı ya da Doğu gibi “uygarlık” tasarımlarının geçiciliğini ve geçersizliğini anlatan Herder, “İnsanlık insan doğasının ereğidir : Humanität ist der Zweck der Menschennatur” diyordu. Herder’in idealizmi ulusalcılığı henüz serpilmekte olduğu modern dönemin başlarında tanımış ve durdurmaya çalışmıştı: “Kişi herşeyden önce insanlığın dehası konusunda yansız olmalı, yeryüzündeki şu ya da bu kabileyi yeğlememeli, şu ya da bu halkı kayırmamalıdır. Böyle bir yeğleme kişiyi kolayca kayırılan halka çok fazla iyilik, başkalarına çok fazla kötülük yükleme yanılgısına düşürür. Ve kayırılan halk yalnızca ortak bir adı tanıtladığı zaman (Keltler, Samîler, vb.), ki bu belki de hiçbir zaman varolmamıştır ve köken ve sürekliliği tanıtlanamaz, o zaman kişi gerçekte düşüncelerini kuma yazmış olur.” Ve bu dileğinde de Herder çağdaşı olan Romantikler ve İdealistler gibi yalnızca nereye ait olamadığını tanıtladı.
(10) Freud şöyle bir genel gözlemde bulunur: İnsan için “komşusu yalnızca olanaklı bir yardımcı ve eşeysel nesne değil, ama tersine üzerinde saldırganlığını doyurmak için, hiçbir ödence olmaksızın işgücünü sömürmek için, işgücünü sömürmek için, onayı olmaksızın eşeysel olarak kullanmak için, iyeliklerini ele geçirmek için, onu küçük düşürmek için, ona acı çektirmek için ve onu öldürmek için bir kışkırtmadır “Homo homini lupus”. (Uyg. Ve Hoşnutsuzlukları, V.8). Bu nihilizm, insan doğasının sevmeye değil ama nefret etmeye belirlendiğini doğrulayan bu kötümser bakış açısı modern ruh durumunun en doğrudan anlatımıdır.