Uygarlığın içgüdülerin baskılanması ve böylelikle mutluluktan özveri pahasına gerçekleştiği savı ile karşıtlık içinde, ve uygarlık kavramının gerçek anlamı ile uyum içinde, Eros’un yaratıcı yetenekleri hiç kuşkusuz sözde uygarlık kurmaya yöneltilmiş Yokedici İçgüdünün tehlikeli yeteneklerinden sonsuz ölçüde daha güçlüdürler, yoketme değil ama yalnızca varetme uğruna etkindirler, ve acı ve baskı yoluyla değil ama sevinç ve özgürlük yoluyla sonsuzluk ölçeğinde yaratırlar. Bu ussal yol varolan usdışı yol karşısında hiç kuşkusuz henüz yalnızca bir olanaktır. Ama şimdi varolanın kalıcı, değerli, anlamlı birşey olmaması ölçüsünde, bu olanak mantıksal zorunluluğun gücünü taşır. Ve içgüdünün değil ama duygunun bir doyumu olarak mutluluğun gerçek olanağını hazırlar. Ama bu durum Batı “uygarlığı”nın Eros’u yokedici bir güç olarak, bir gözdağı olarak algılayacak olması olgusunu değiştirmez.
Modern Batı “uygarlığının” yalnızca değersiz değil ama tehlikeli de olduğunu tanıtladığına inanan Freud modern toplumda daha başından bu yana demodedir. Yaşamının sonlarına doğru en yakın dostlarını da incitme pahasına açıkça vurguladığı kişisel nihilizmi bile onu modernist söylemin parçası yapmaya yetmez, ve ait olduğu ekinin dokusundan dışlanır – neredeyse bir şair gibi, romantik bir sevgili gibi, bir dost gibi. En ileri, en açık, en demokratik toplumlarda ruhçözümlemecilerin sayısı böcek uzmanlarının sayısından daha azdır (Fransa yaklaşık 20 bölüngü ile bir iç savaş durumundaki 5000 kadar etkin ruhçözümlemecisi ile en yüksek yüzdeyi temsil eder). Durumun böyle olmaması, tıkır tıkır işleyen modern toplumsal yapının bir işlevi olan akademik ruhbilimde ve ruhsağaltımı işleyiminde Freudculuğun onur yerini doldurması çok, ama çok ilginç olurdu. Aslında, açıkça tutarsız olurdu. Kuşkucu, göreci, pozitivist Einstein’ın “bilim”ini model alan bir akademizmin ruhbilimde de o aynı kuşkucu tinden doğan davranışçılıktan daha iyisini istemesi postmodernist genişliğe bile sığmayacak bir uygunsuzluk olurdu. Modern toplum özsel olarak hastalıklı bir toplumdur, ve modern kalabilmek için iyileşmek değil ama tam tersine sağlıksız durumunu sürdürmek zorundadır: Hiçbir gerçek değere dayanamayan yapısıyla, modern yaşam ereksiz bir değişim süreci, amaçsız bir yineleme, bir saplantı sinircesidir. Sağlıklı insanlar her gün yeniden başlayan ama her gün yalnızca dünkü hiçliğin üzerine bir yenisini eklemekten çoğunu yapamayan modernist tempoya uyarlanamazlar, böyle bir düzeneksel yapıda kendileri için belirlenen salt yinelemeli işlev ve kişilik biçimlerine katlanamazlar. Onu reddederler. Modern toplum gündelik akışında da içine iki kez girilemeyen ırmak gibidir; orada kalıcı, değerli, dayanıklı hiçbir ilişki, hiçbir duygu, hiçbir sevgi yoktur, yalnızca ortaya çıkar çıkmaz eskiyen yalancı yeniliklerin bitimsiz bir dizemi vardır. Düşünebilen ve duygularına özgürlük verebilen insanlar, ruhçözümlemenin ve çözümlediği öznenin kendisinin bütün bir yapısının dayanağı ve köşe-taşı olan baskı düzeneğinin nasıl işlediğini kavrayan insanlar yalnızca klinik sinirceden kurtulmakla kalmazlar. Aynı duygusuzluk temeli üzerinde sürebilen anamalcılık, bankacılık, sınıf, sömürü, savaş, türesizlik, eşitsizlik, bilgisizlik, çirkinlik, saldırganlık vb. gibi tüm modern donatımı da doğrudan doğruya başlarından atıverirler. Modern bütünlük özgür ruhta yalnızca kendi için bir gözdağı görür. Onun varoluşu uğruna, insanlık bilinçsizin denetiminden kurtulmamalıdır.
Modern kişilik – ya da, yurttaş toplumunun sözde özgür bireyselliği – kendini sözde evrenseline uyarlayabilmek için küçülmek zorundadır. Usunda ve Duygusunda. Ama kesinlikle İçgüdülerinde değil. Modern kitle toplumu bir hırs, yarışma ve saldırganlık, bir güç, özdeksel gönenç ve eşeysel itki arenasıdır. Sevgiyi ütopik, öte-dünyasal, aşkınsal, düşlemsel bir değer olarak olgusallıktan daşlayan bu içgüdüler krallığında bilinç küçülmeli, bilinçaltı büyümelidir. Bilinçte duyusal, duygusal ve ussal içerik bir enaza indirgenmeli, güzellik, sevgi ve bilginin karşıtları yeğlenmelidir yoksa bireyin yıkımı hazırlanır. O toplumda insan özünün dayanamayacağı, bilincin yadsımayı, unutmayı, o olmamayı yeğleyeceği modern ekinsel içerik bilince tıka basa doldurulur, ve haz ilkesi kan ter içinde çabalayarak hazsızlık verici anıların, tasarımların, tortuların bilinci boğmasına izin vermez. Onları normal çağrışım süreçlerinden dışlar, ama bunu ruhun özgürlük alanını, varoluşa anlam kazandıran duygu dünyasını küçülterek yapar. Bireyin ruhsal incinmeleriyle ve acılarıyla beslenip büyümüş çocuksu bilinçaltı olgusallığı bir paranoya perspektifinden algılamanın dinamiği olur: Bilinçsiz olgusallık çıkarcı, bencil, açgözlü kişilik biçimleri tarafından tanımlanan bir kitleye biçimlenir. Bireyin dünyasını ancak yetenekli olduğu kategoriler yoluyla algıladığı düzeye dek, toplumda yalnızca kendi bilinçaltının olumsuz, yasaklayıcı, engelleyici, kısıtlayıcı dinamiğinin yansımasını algılar, ve bireyin yoksul iç, öznel dünyası dışsal nesnelliğin eşit ölçüde yoksul doğası ile salt onun için değil ama kendi için de bağdaşır. Ruhsal yanında, modern toplum kendinde bilinçsiz öğelerin tanımladığı bir olgusallıktır. Bunun için Nietzsche’yi beklememiş, tam tersine kendisi bir Nietzscheler çokluğu yaratmıştır.
Nihilizmin içgüdüsel saldırganlığı yüceltmede – güç istenci, üst-insan, kan ilkesi vb. – sonlanması kavramsal bir zorunluktur: Nihilizmin yok saydığı değerlerin kendileri içgüdülere insan niteliği kazandıran etmenlerdir. Bunun dışında, nihilizm hiç de nihilizm değildir, bir tür pozitivizm gibidir, ve özel göreli değerler (ırk, kan, güç, şiddet) konutlamanın önüne geçemez. Buna ek olarak ve bununla tutarlı olarak, modern toplumsal yapıyı belirleyen genel “ussal” öğenin kendisi yine Freud’un “ben-içgüdüleri” dediği şeyden daha iyi, daha soylu, daha yüksek bir etmen değildir: Açlık içgüdüsü ya da “öz-sakınım içgüdüleri.” Gerçekliğin yararcılık ve pragmatizmin terimlerinde belirlenmesi, bilimin uygulayan-“bilim”e indirgenmesi çıplak Açlık İçgüdüsünün modern entellektüel yüksekliklerde uğradığı başkalaşımı anlatırlar. Böylece modern kitle bilinci (1) ona kapalı, bilinçsiz bir saldırganlık dürtüsü tarafından belirlenir (Üst-Ben ya da Üst-İnsan). Bu (2)eşit ölçüde bilinçsiz bir gönenç istenci tarafından tamamlanır (Ben ya da Aç-İnsan). Güç İstenci modern toplumun başlıca iki ilkesidir. Bu içgüdüsel belirlenimlere kaynaklık eden (3) duyusal haz itkisi Eros’a bütünüyle yabancı birşey olan duygusuz eşeysel dürtüdür. (O ya da Alt-İnsan). Freud’un ben, üst-ben ve “o” dediği etmenler arasındaki sınırların bütünüyle bulanık olduğunu ileri sürmesi, aslında hem benin, hem de üst-benin o’ndan türediğini ileri sürmesi, böyle şeyler bütünüyle yanlış olsalar da hiçbir biçimde zeminsiz değildirler. O üç “ruhbilimsel” etmen, uyumlu ve geçişli birliktelikleri ile, anahatlarda bir içgüdü ekini olan modernizmi eksiksiz olarak tanımlarlar. Ve ancak tanımladıkları şeyin kendisi denli yanlıştırlar.
Açıkça Güç İstenci ya da – daha da iyisi – Süper Güç-İstenci terimlerinde tanımlanan modern paranoya tablosunda cisimselleşen şey doğrudan doğruya bilinçsiz saldırganlık dürtüsü olmalıdır. Ve dahası, modern yaşamın sözde “uygar” belirlenimlerini içgüdü temsilcilerinin terimlerine çevirirsek, bu “içgüdü” demokratik bir içgüdü olmalıdır. Halksal ekin için, pop kültür için değerin ussal olanın değil ama usdışının terimlerinde tanımlandığını modern nihilistin kendisi öğretir: Alles Gute ist İnstikt. Usun tutkuların kölesi olduğunu ileri süren nihilist görüşteki görgül doğruluğu kesinlikle yadsıyamayız. Modern toplumun baskıcı ruhsal yapısı onun egemen sınıfların ya da güçlerin denetlediği totaliter bir yapı olmasını bütünüyle gereksizleştirir: Modern tutku sağduyuya baskın çıkar, ve bütün bir baskı düzeneği içgüdülerinde bütünüyle özgür olan modern kitlenin ruhunda öz-edimlidir. Dışsal katkı yalnızca herkesin istencine ya da kitlesel bilinçaltına kurallı, düzenli, pürüzsüz bir politik işleyişin cilâsını vermek için gereklidir. Barış, türe, güvenlik için kaygısızlığında ve beceriksizliğinde, bu politik uzmanlık alanı yalnızca popülerliğini tanıtlar. Modern kitle toplumunun politikası ancak modern kitle toplumunun kendisi denli erdemli olabilir. Modern kitle demokrasisi geriye doğru değil ama ileriye doğru bir önlem olduğunu gizlemez.
Herkesin İstencinin Güç-İstencine, ya da daha tam olarak Süper-Güç İstencine yükselişi modern dönemde saldırganlık dürtüsünün yeğinliğinde artışın demokratikleşme süreci ile doğru orantılı gittiğini gösterir. Bu ironik değil ama trajik anlamda böyle görünür: Ulusalcılık modern bireyin her zaman etkinleştirilmeye hazır narsizmini, megalomanyasını, paranoyasını soğuran “değeri”dir. Ama gene de sıradan gücü süper-güce çeviren şey sıradan egoyu süper-egoya çeviren süreçte hiç de önemsiz olmayan bir anlamda koşutunu bulur: Süper-egonun dışa yönelik saldırganlığı anonimdir, evrenseldir, kitleseldir, ve gücünü süper-güce çeviren etmen kitle yoketme silâhlarından başka birşey değildir. Modern demokrasi aynı zamanda nükleer demokrasidir.
Ölüm İçgüdüsünün egemenliği varsayımı altında Rousseau’nun “evrensel istenç” kuramının geçerli olduğunu ileri sürmek mantıksızdır. Evrensel İstenç kavramı yalnızca istencin özgür olduğu değil ama özgürlüğün istencin kendisi olduğu anlamına gelir: Özgür olmayan bir İstenç başka birşey, aşağı yukarı bir itki gibi birşeydir. Dinamik bir bilinçaltı kavramı, bilinçten gizlenen ve davranışı belirleyen özerk bir saldırganlık dürtüsü istenç kavramının kendisini geçersiz kılar. Demokratik bir ülkenin, örneğin bir A.B.D.’nin durumunda, yabancı bir ülkenin, örneğin bir Vietnam’ın baştan sona yakılıp yıkılmasına, nüfusunun yokedilmesine karar veren ve eylemi yerine getiren güç şu ya da bu egemen sınıf, şu ya da bu çokuluslu tekel, şu ya da bu despot değil ama “evrensel istenç” olmalıdır. Ama Freud’un tüm modernlik dönemini ve alanını kaplayan Ölüm İçgüdüsü varsayımı altında Büyük Ulusun “ussal” ve “evrensel” olması gereken istencinden söz etmek olanaksızlaşır. Büyüklük yerini Küçüklüğe bırakır. Irksal arılık uğruna kendi içinde zorla kitlesel kısırlaştırma politikası uygulayan bir İsveç, çıplak terörü görmezden gelen ve bir de Nobel Barış ödülüyle taçlandırmak isteyen Norveç parlamento çoğunluğu, bir kural olarak insan haklarının çiğnenmesi koşulu üzerine kurulu bir bankerler devleti görünümünde olan ve kadınlar için oy hakkını 1971’de tanıyan İsviçre vb., tümü de bu toplumlarda “evrensel istenç” kavramının değil ama evrensel dürtü kavramının ne düzeye dek ağır bastığını gösterirler. Böyle ülkelerde ya demokrasi erdemden soyutlanmış beş para etmeyen bir yalandır, ya da bu uluslar ruhsal yapılarının derinliklerinde demokrasinin erdemsiz olamayacağını algılayamayacak bir düzeyde hastalıklıdırlar. Freud’un kötümser görgül ilkesi hiçbir biçimde görgül temellerden yoksun değildir.
“Batı” sözcüğü modern kitle toplumunun örgütlenişinin dinsel kökenlerini, daha tam olarak Protestan inanç türü tarafından belirlenmişliğini gizleyen örtmeceli bir terimdir. Lâiklik görünüşü altında, tam olarak Protestan değerlerin yaşama geçirilişini anlatır. Ve bu “uygarlık” tarihte Kapitalizme ve Nazizme, Irkçılık ve Ayrımcılığa, ve en sonunda Nükleer Yokoluşa yetenekli biricik “uygarlık” biçimidir. Tüm bu üstyapısal donatımı ile “Batı” hiçbir biçimde insan hakları kavramının altyapısı üzerine dayanmadığını, gerçekte insan hak ve değerlerinin yadsınması olan bir nihilizmden daha başka bir temeli olmadığını tanıtlar. Bununla modern ekin Klasik, Romantik, İdealist herhangi bir uygarlık biçimine bağlı olmaktan çok Haçlı Seferleri ile, Pogromları ile, Soykırımları ile Orta Çağların karanlık Avrupasına bağlı olduğunu gösterir. Ruhçözümleme bu toplumsal yapılanışı saldırganlık içgüdüsünün terimlerinde çözümlerken böyle olgulara dayanmaz. Böyle olgular kendilerinde ne olduklarını gösterebilmeleri için ruhçözümlemeye gereksinirler.
Modern toplumun tözünü tanımlayan us-dışı, duygu-dışı algının normalleştirilmesi ancak bilinçsizleştirilmesi yoluyla olanaklıdır: Bilinç doğası gereği acı ve nefret, korku ve saldırganlık duyguları ile, bu gerçek-dışı, bu yalan, bu yanlış öğelerle yüklü kalmaya yetenekli değildir. Haz ilkesinin düzeneği yoluyla onları yüzeyinden uzaklaştırır. Ama bu bilinçsizleşmiş içerik negatif bir dinamiktir ve bireyi her biri birer acı kaynağı olarak işleyen anlam ve değer verme yetilerinden vazgeçerek modern toplumun aşağı yukarı mekanik bir işlevi olmaya ayarlar. Anlamsızı doğrulamak anlamsız bir dünyaya uyarlanmanın en kestirme yolunu sağlar. İnsan bir makine, ve duygusuzluk modern ilişkinin tözü olur. Uyarlanmanın mantığı böyle buyurur. Uygarlık değerleri ile iletişimi koparılmış birey değersiz olanı, kaba saba olanı, çirkin olanı sapık bir haz duyarak doğrulayabilir, ve pekâlâ gizemli olana, boş-inanca, grotesk olana, uyuşturucuya ve tablete, giderek çılgınlığın kendisine dönerek gizliliğini hiç olmazsa ruhun ve usun karanlık bölgelerinde gerçekleştirme çabasına girişebilir. Ve girişir. Öz-belirlenimsiz seçme özgürlüğü modernist bireyin erdemidir: Onun için bir peygamber olmak ya da bir tiran olmak arasında hiçbir ayrım yoktur. Böyle bireylerin toplumunun usdışı temellerinin pekiştirilmesinde varoluşçuluk ve pop ekin, postmodernizm ve medya bilinçsiz ama etkili işbirliği içindedirler. İnsanı yalnızca kullanan, yalnızca sömüren, onu yararlı bir insan posasına çeviren modern toplumsallık kendi mantığı gereği ona ve bireye ruhsal sağlamlık ve sağlık sunabilecek, onu büyütebilecek herşeyi reddetmelidir. Küresel özgür tecim için, herşeyin yazgısını ekonomik determinize bağlayan aydınlık bir “uygarlık” için, sözde “us çağı”nın kalıtı olan bir toplum için kendinde bir sonsuzluk özlemi olan ruh mini mini bir yurttaş kişiliğine sığdırılmalıdır. Bütün bir evrenle birlikteliği isteyen Okyanus Duygusu bir yağmur damlasına küçülmelidir. Orada bu kişiliğin yapısını kurcalayan, onu çözümlemeye, anlamaya çalışan Ruhçözümleme elbette reddedilmelidir çünkü modern toplumda politik özgürlük ve erotik baskı arasında bir bağlaşım olduğunu, uygarlığın gerçekte doğaya ve insan doğasına karşı işleyen bir barbarlığa bozulduğunu, yalancı gönencin artışının gerçek değerlerden vazgeçme ile elele gittiğini gösterir. Dahası, Ruhçözümleme kişiyi eylemlerinin güdüleri konusunda öz-bilinçli yapar. Ona onların bilinçsiz olduğunu, aslında modern kişiliğin ne yaptığını bilmeyen, onu niçin yaptığını bilmeyen, giderek niçin varolduğunu bile bilmeyen özgürlükten yoksun bir bilinçsizlik tortusu olduğunu açıklar. Bu yüzden dayanılacak gibi değildir.
Böyle toplumun mantığında ilerlemenin yönü tinsel olandan özdeksel olana, doğal olandan yapay olana, ussal ruhçözümlemeden ruh-dışı ve us-dışı kemoterapiye, usun özgürce gelişiminden denetimci bilinç biçimlerini üstlenmeye, kısaca sevgiden nefrete doğrudur. Kuşkuculuğun en etkili Darwinci uyarlanım koşulu olduğu böyle bir yabancılar toplumunda, özgürlük bireyi küçük düşüren, onu güvenilmez, yalancı, her tür kötülüğe eğilimli, giderek gizli bir suçlu sayan yasama düzenlerini hep birlikte demokratik olarak onaylamaktan oluşur. Modern çağda ekinsel ilerleme kitlesel güvensizliğin ve değersizliğin yeğinleşmesi ve yaygınlaşması anlamına gelir. Onurlu olma, güvenirlik, doğallık, insancıllık çağın buyrumu olan soğuk, yabancı yalancı, yapay kişiliğe ayak bağı olacak değerlerdir. Modern ruh varoluşu hafife almayı öğrenmeli, bir yarışmacılar toplumunda yabancılaşmanın biricik çıkar yol olduğunu kabul etmelidir. İnsanlar çok fazla düşünmemeli, çok fazla bilmemeli, mini mini işlerini, düzeneksel ve özelleşmiş işlevlerini ve rollerini yerine getirmelidirler. Çatışma acılıdır. Yalnızca acı verici kişisel yaşantılarını değil ama bütün bir duygu yetisinin kendisini baskılamayı öğrenmeli, bütününde insan özlerini baskının unutturucu gücüne teslim etmelidirler. Bu konuda nihilizmleri ve pozitivizmleri en etkili yardımcılarıdır. Ruhlarını ekinsel bilinçaltına uyarlarken, bilincin kendisini yararsız bilgiden, duygudan ve güzellikten özgürleştirmeli, onun eğitimini felsefeden, varoluşu anlama ve onu anlamlı kılma girişiminden bağışık tutmalıdırlar. Yaşam anlamsızdır çünkü değersizdir, pekalâ küçülerek de yaşanabilir. Ve o zaman Freud kitle ekinine düşman bir elitist olarak görülür çünkü tek-boyutlu, içgüdüsel-boyutlu atrofik bilinç ve kişilik için onun kendine esirgediği ruhsal ve ussal büyümenin öneminde diretir. Ve bir tüketim çıldırısına kapılmış duyarsız, duygusuz ve düşüncesiz kitle toplumunu çözümlemesi can sıkıcıdır çünkü ona demokratik baskısının dışındaki egemen güçlerden değil ama kendi içinden, bir bilinçaltı pıhtısı olan modern kişiliğinden kaynaklandığını anımsatır.
Batı bilincinin kendinde gerçeklikleri içinde, saltık anlamları içinde anlaşılmaları açıkça sarsıcı, incitici, yaralayıcı olacak bir tarihsel anılar dizisini baskılamayı sürdürmesi tarihsel olarak asıl uygarlık ölçütlerinin bilinçsiz kalmasını da güvenceye alır: Bu tinde uygarlık Güzellik, Sevgi ve Bilgi değerlerinde değil ama Güç, Özdeksel Gönenç ve Duyusal Haz terimlerinde tanımlanır. Batı tininin kendine özgü karakterini özetleyen bu nihilist “değerlerin” bakış açısından Bilgi güçtür, İyi herşey içgüdüdür ve Güzellik kübizmdir. Bu özgünlüğü ile, ve modern dönemdeki gelişimine eşlik eden pek onur verici olmayan olaylar ve olgular yoluyla, Batı uygarlığının kökenleri bir erdem dönemi olan Klasik uygarlığa değil, ama Kıtada bir zifiri karanlık dönemi olarak yaşanan Orta Çağlara bağlanır.
Bir uygarlığın dinsel-moral değerler üzerine kurulu olduğu düzeye dek, Batı “uygarlığı” İsa’nın, Tanrı-insanın öldürülmesini doğrulayan bir inancı duygusal yapısının temeline alır, ve tarihsel bir bilinç biçiminin tutarlı bir yapı olması ölçüsünde, bilincin böylesine önemli bir olgu ile çelişen öğeleri dışlanır, içeriğin arta kalanı baştan sona ona uyarlanır, ortaya az çok tutarlı ve baştan sona pozitif bir içerik çıkar. (Ateizmin saçma, us-dışı, giderek inanç-dışı bulduğu şey bu tasarımsal yapıdır, ve salt özdekçi-pozitif yöntemler bu içeriğin yüzeyinde dolaşmaktan ötesini yapamazlar) Hıristiyan inancın özsel bir bileşeni olarak kabul edilen eylem şu ya da bu birey tarafından değil, tersine insan tarafından, bütününde insanlık tarafından işlenen saltık suç olarak görülür. Bu inanan yüreğin öz-sevgisini olanaksızlaştırır, aslında ona bir öz-nefret biçimini verir. Buna göre, insan doğal olarak kötüdür, bu dünyada iyileşemeyecek denli umutsuzdur. İnanan bilincin böylesine acı verici bir anıya tutarlı içeriğinde yer vermesi ancak suça hakkını verecek bir cezanın da doğrulanması ile olanaklıdır. Ama ceza da suç denli ağır olmalıdır, ve böyle cezanın olanaksızlığı duyuncun sakatlanma düzeyinin bir ölçüsünü verir. Suç örtülmelidir. Saltık cezadan bağışlanmanın, kefaretin güvencesi baskı düzeneği, ve bedeli ise bilinçsiz suçluluk duygusudur. Bu duygunun bilincin örgütlenmesinde oynadığı rolün önemi Hıristiyanlığın dünya tarihindeki etkisinin önemi ile koşut olmalıdır.
Tam olarak böyle bilinçaltına sürülen süreçlerle ilgilenen ruhçözümleme klinik sağıltımın ötesine geçtiği düzeye dek, modern varoluşta yalnızca yitirilen Tanrının temelsiz bıraktığı moral değerin (üst-ben) ruhsal kökenlerini araştırmakla kalmaz, ama açıkça kendisi moral yükümlülükler üstlenmeye zorlanır.
Ruhçözümleme baskılanan suçluluk duygusunun bilinçsiz bir saldırganlık eğilimi belirtisinde anlatım bulacağını söyler. Hıristiyan duyunç, daha doğrusu bu dine başından bu yana eşlik eden suçluluk duygusu (hem dinsel hem de nihilist anlamlarda) mantıksal olarak ve ruhçözümsel olarak bir saldırganlık eğilimi ile eşdeğerli ya da eşkonumludur: İnanan yürek bu bağışlanması olanaksız suçu kaldıramaz, onu bilinçten uzaklaştırır, bilinçsiz bir cezalandırılma dileğine, ilkin içe yönelik bir saldırganlık duygusuna çevirir. Ruhçözümleme bu noktada pozitif Hıristiyan inağı en duyarlı sinir telinden yakalar. Ve ilgi olguların mantığının daha öte açınımında da eşit ölçüde görünürde yatar. Suç ve cezanın a priori birlikteliği cezalandırılma dileğinin keyfi değil ama zorunlu olması anlamına gelir, ve içe yönelik saldırganlık pekalâ dışa da çevrilebilir. Hıristiyan ulusların bütün bir tarih boyunca içsel olarak öylesine kan dökücü ve dışsal olarak küresel ölçekte uygarlaştırıcı değil ama yokedici olmaları olgusu ile ruhçözümlemenin bilinçaltı düzeneğinden türettiği saldırganlık eğilimi arasında bir bağıntının olduğunu düşünmek usun başarabileceği en güç işlerden biri değildir. Ama ruhsallık ve davranış arasındaki bu tür dolaysız bağıntıları çürütmek için, böyle şeylerin de olsa olsa birer dil sorunu olabileceklerini tanıtlamak için bütün bir “felsefe” okulu yaratılmış, ve analitik dil “felsefecileri” yapısızlaştırma işine yeni yetme postmodernistlerden onyıllar önce başlamışlardı. Ama saldırganlığın doğuştan değil, tersine kazanılmış bir eğilim olması ölçüsünde, Freud’un insanın düzeltilemez kötülüğü ya da ölüm içgüdüsü olarak gördüğü şey ruhçözümleme kuramının kendi mantığının bir vargısı değil ama ona dışardan yapılan tutarsız bir katkı olur. (7).
Freud bütünüyle tutarlı olarak eşeysellik ilkesi üzerine işleyen bir ruhçözümleme türüne yetkinliğini aşan bir alana girme iznini vermez. Freud’un bu kısıtlamaya kişisel bir ateizm görünüşü vermesi bu noktada ilgisizdir çünkü ruhçözümleme özsel olarak görgül bir bilimdir. Böylece ruhçözümlemenin kendine özgü kavramsal alanı aşan dinsel bilinçle ilgili olarak söyleyeceği herşeyin yalnızca pozitif yana kısıtlanması ruhçözümlemenin kendi sorumluluğuna düşer.
Eğer özel olarak Hıristiyanlığı din kavramının dar anlamında değerler üzerine, insan duygusu ve duyuncu (ya da sözde “üstben”) üzerine dayalı bir törellik, bir kurumsallık olarak alırsak, bunun Okyanus Duygusu ile bir ilgisini kurmanın güçlüğü ile karşı karşıya kalırız. Avrupalının, özel olarak Protestan Avrupalının ruhunda modernist dönüşümün nasıl ilerlediğini Reformasyondan bu yana tüm evrelerinde saptamak olanaklıdır: Çürüyen Katolik Kilisenin ve dinsel topluluğun dağılması, kabilecilik ya da ulusalcılığın güçlenmesi, bireycileşme, sevgisizleşme, duyunçsuzlaşma, ve sonunda moral kaygılarını büyük ölçüde yatıştırmış kitlesel bir pazar bilincinin yükselişi. Tüm bu etmenler modern tarihsel töze katılırlar ve insanlığın bilgi birikiminin ve dünyanın doğal ve insansal kaynaklarının talan edilmesi yoluyla daha önce benzeri görülmemiş bir özdeksel gönencin ve saldırganlık yeteneğinin gelişiminde cisimselleşirler. Aydınlanmadan bu yana popüler “ilerleme” tasarımının içeriği böyle oluşur. Tüm bu sürecin güdüsü elbette idealizm değil ama en yabanıl, en bayağı, en değersiz tutkulardan türetilen realizmdir. Uygarlığın çok uzaklarında, tarihin kendisinin dışında kalarak duyarlık, duyunç ve düşünme yeteneklerinde büyümemiş Avrupalı kabilelerin ödünç inançlar yoluyla bir çırpıda uygarlaşamamaları, ödünç pozitif bilgiyi öncelikle türesizliğin ve saldırganlığın hizmetine uyarlamaları, ve dünyayı yalnızca talan edilecek bir nesne olarak görmeleri Freud’u bütün bir tarihin anlamı ve ereği konusunda endişelendiren ve onu bir arı içgüdü ilkesini uygarlığın temeline yerleştirmeye götüren olgulardır. Ve gene de ruhçözümleme usun içgüdüler üzerindeki güç olduğunu varsayar.
Modernizmin bir kez daha Tanrının öldüğünü bildiren nihilizmde tamamlandığı, bir sona ulaştığı, giderek bu olgu ile tarihin kendisinin kapandığı ileri sürülür: Tarihsel hiçbir açık kapı bırakmıyor görünen bu nihilistik “erek”te bundan böyle bir yeniden-diriliş söz konusu değildir. Böyle tablolarda usun kendisinden gizlenen, aslında bilincin kendisinden dışlanan çok şeyin, pekçok şeyin olması gerektiği açıktır. İnsan sağduyusu apaçık çelişkilere dayanamaz. Çözemediğini bilinçsizleştirir. Saçma olduğunu düşünmekten kaçamadığını inanca çevirir, ve us ve duygu çatıştıklarında, pekalâ duygunun usun üzerinde bir güç olduğunu savunabilir, usu susturan bir baskı düzeneğini işletebilir. Pozitif inanç neredeyse göz kamaştırıcı bir Aydınlanmaya gereksinir.
Ruhçözümleme kuramı Eros’u bir arı eşeysellik dürtüsüne bozmayı kabul etmediği düzeye dek, tam olarak moral duygunun, iyi ve kötünün, doğru ve eğrinin duygusunun da ilgili olduğu aynı değerler alanı ile ilişkiye yükselir. Kuram bu özsel ilgiyi başlangıçta ego-ideali ile ve daha sonra üst-ben ile anlatmaya çalıştığı duyunç kavramını baskıcı bilinçaltı kavramının özeğine alarak geliştirir. Bütün bu baskı olgusu özsel olarak bir duyunç/duygu sorunu olarak belirlenir. Suçluluk duygusu, ceza gereksinimi, doğal saldırganlık eğilimi ya da en sonunda ölüm ya da yokedicilik içgüdüsü terimleriyle anlatılan bilinçsiz nefret duygusu bütün bir modern ruhsal karmaşanın üzerine kurulduğu temel olur. Ruhçözümleme bireyin algıladığı olgusallığı tanımlayan bu bilinçsiz katkıyı ve ürkütücü belirtilerini ortadan kaldırmayı, bunu bilinçaltını çözündürerek yapmayı üstlenir, ve böylelikle en azından ilkede modern “uygarlığı” her nasılsa bir “id/içgüdü ürünü” olarak çıkarsanan duyunç yapısının kendisinde iyileştirmeyi ve sağlamlaştırmayı amaçlar. Hedef açıkça moraldir, ve klinik düzlemde bile birey ruhçözümlemeden bir ahlâk dersi almasa da, bir yaşam öpücüğü alır, özgür çağrışım yöntemiyle, daha açık olarak, korkudan, endişeden, kınama ve kısıtlamadan özgür baskısız yalın bir konuşma eylemi yoluyla onu güdüleyen, duygusunun niteliğini belirleyen saldırgan bilinçaltı artığından arınır, içgüdü bağlandığı kötü tasarımı yitmeye bırakır, ruh normalleşir.