Eros, Modernlik, Ruhçözümleme – 01

Sayı 6 - Değerler Sorunu

“Doğam sevgiye katılmaktır, nefrete değil.”
ANTİGONE

“En sonunda sevmesi ya da kendini yoketmesi gerektiğini anladıktan sonra, insan her zaman yaptığı gibi bunun için bir bilim geliştirmeye geçer. Kendine özgü semantiği bir yana bırakıldığında, ruhçözümlemenin en son amacı insanı sinircelerinden kurtarmak ve ona sevme yeteneğini kazandırmaktır. İnsanın sevme sığası içeriye kendi üzerine dönen itkilerden özgürlüğünün derecesi ile ölçülür. Tıpkı bir mantarın suyun derinlerine batırılabilmesi gibi, sevgi de Ben tarafından hapsedilebilir: Beni uzaklaştırın, sevgi insanın varlığının yüzeyine yükselir. Sevgi ile herşey olanaklıdır”.
HARPER LEE

 

FREUD’UN ÇALIŞMASININ bu ülkede de ilgi görmeye başlaması olgusu Ruh çözümleme kuramının yalnızca uzay ve zaman koşullarına bağımlı ya da göreli bir paradigma olmadığını, tersine insan doğası konusunda Hıristiyan Batının dışında da anlamlı olan birşeyler söylediğini gösterir.

Ama bir sağaltım yöntemi olarak önem kazanması aynı zamanda sağaltılması gereken hastalığın kendisinin de ağırlaşmaya başladığı anlamına gelir. Söz konusu hastalık değerlerde bir atrofi olarak modernlik, ve ona yakalanan ise tüm yetileri ile insan ruhudur – kitlesel ölçekte. Eğer ruhsal hastalıklar bulaşıcı ise, bunun etmeni olsa olsa ekinsel viruslar olabilir: Ekonomik modernizmin küresel örgütlenişi için ekinsel taşıyıcılar felsefesiz akademizm, duyunçsuz nihilizm, ve güzelliksiz sanatçılıktır. Her biri kendi tarzında modern kitle toplumunu usun değerlerine, erotik değerlere, ve estetik değerlere duyarsız kılar, ruhu onda insan yaratısı olmayan, onda tanrısal olan, ona insan büyüklüğünü kazandıran herşeyden soyutlamaya başlar: Bilme sevgisinden, İnsanlık sevgisinden, Güzellik sevgisinden. Sonuçta, yaşama ancak yokluğu ile anlam ve değer kazandıran bilinçsiz öğe güçlenir, hemen hemen bir içgüdü temsilcisine pıhtılaşan “Ben” modern varoluşun onda saçma olan herşeyden sorumlu tiranı olur. Modernizm sağlıklı bir gelişme değil ama gelenekselin bozunma ürünüdür. Tarihin bir yanlışlığıdır. Yaşamı anlama bürüyen değerlerin bir büyümesi değil ama bir küçülmesi olduğu düzeye dek, uygarlıkta bir ilerleme değil ama bir gerileme, tarihsel sürekliden bir kopuştur. “Biz”in baskılanışı, evrenselini unutan “Ben”in yükselişidir.

Gene de, küreselleşen salgının ruhçözümlemeyi de yanısıra sürüklemesini kuramın tam evrenselliğinin kanıtı olarak, tüm tarihsel dönemler ve tüm yerler için eşit ölçüde geçerli olduğunun bir doğrulanışı olarak alamayız. Uygarlık başından sonuna her noktasında yanlış gitmiş, her yerde ve tüm zamanlarda bencillik, kıskançlık ve sevgisizliğe yenik düşmüş derme çatma bir tasar değildir. Tanrılara ilk meyvaları adak sunan bir Klasik Çağ yurttaşı ona herşeyden güçlü özerk bir “Ölüm İçgüdüsü”nden söz eden bir çözümlemeciye kutsal Göğün ilksiz-sonsuz törel yasalarını anlatır ve yaşamı ve sevinci yaratan Eros’un Zorunluluktan (Ananke) da güçlü olduğunu öğretirdi. Kelebeklerde ve çiçeklerde Tanrının kendisini bulan Hintli panteist ona “Doğuştan Saldırganlık İçgüdüsü”nün denetimi altında olduğunu söyleyen çözümlemeciye bir demet çiçek sunardı. “Ben”in despotluğuna karşı savaşımı yeryüzündeki türesizliğe karşı savaşımın da ilkesi sayan Sufi “bilinçsiz bir suçluluk ve nefret duygusu”nun pençesine düşmekten yakınan çözümlemeciye biliminin kendisinin Sevgiden doğmuş olması gerektiğini anımsatırdı. Buna karşı Naziler, Bolşevikler ve Kapitalistler ruhçözümlemeden doğrudan doğruya insanlık değerlerine bağışık kişiliklerinin bilinç-dışı, us-dışı, uygarlık-dışı etmenler tarafından belirlendiğini ve güdüldüğünü öğreneceklerdir (“Bolşevikler” ve “Kapitalistler” birarada, çünkü bu her iki karakter için de başka her değeri değersizleştiren ve bilinçsiz nefretlerine konu yapan “değer” kapital ilkesidir – özel ya da ortak). Ruhçözümleme kuramı baskının da kitleselleşmeye geçtiği bir küreselleşme çağında yalnızca romantik genç kızların ve erkeklerin histerilerini iyileştirmeye ayarlanmış bir girişim değildir. Temel kavramının, Eros’un güdümünde modern toplumun ruhsal bir çözümlemesi için yollar açar, ve bunu modern bilinçaltının korku-nefret dinamiğini tanımlayarak yapar. Eros’unu yitiren modern yaşamın yalnızca saçma değil ama tehlikeli de olduğunu, ve Avrupalıyı uygarlaştırmak üzere tasarlanan sözde Aydınlanma ve Reformasyon girişimlerinin niçin beklenenin tam tersi sonuçlara götürdüğünü açıklar. Ruhçözümleme kuramı modern dönemin asıl ruhbilimini sunmanın yanısıra, değer ve olguyu ayırdeden modernist tarihçiyi uyurgezer olarak gösterecek bir tarih çözümlemesi de üretir. (1).

Bilinçli Nefret; Bilinçsiz Nefret

Toplumsal ölçekte, ruhçözümleme kuramı bütün bir tarihi saçmalaştıracak bir patolojiyi değil, ama özel olarak modern koşulların kitlesel boyutlara yükselttiği ruhsal rahatsızlığı konu alır ve çözümler. Kuramın tarihsel eriminin böyle daraltılması ancak baskının (kendine ya da başkasına yönelik bilinçsiz nefretin) modern dönemde bu dönemi tarihin bütününden ayıracak bir yeğinliğe ve yaygınlığa yükselmesi ölçüsünde geçerli olabilir. Hiç kuşkusuz, doğası gereği insan varoluşu nefret ile lekelidir. Hiçbir uygarlık, hiçbir ulus, hiçbir birey bu yokedicilik duygusuna yabancı ya da bağışık değildir. Ama ruhçözümlemenin işi genel olarak nefret ile değil, özel olarak bilinçsiz nefret iledir. Ve tam olarak bu çok-şekilli bilinçsiz saldırganlık dürtüsünün evrensel bir kişilik bileşeni olması modern dönemin ayırdedici ruhsal özelliğidir.

Bugün de insan doğasına özünlü değil ama kazanılmış bir suçluluk-saldırganlık eğilimi olan bu duyguya yabıncı ekin alanları vardır. Bu ülkede insan ruhlarını didik didik etsek ve girilmemiş tek bir köşelerini bırakmasak bile, şurada ya da burada ulaşılamayan bir bilinçaltı bölgesine gizlenmiş bir suçluluk duygusu gibi bir şey bulamayız: Türkler ruhsal doğalarında böyle bilinçsiz bir saldırganlık eğilimine yeteneksizdirler – son onyıllarda aralarına sızmış materyalistnihilist ve pozitivist birkaç modern mutant dışında. Her zaman bilinçsiz bir nefretin sıçrama noktasında duran Batı “uygarlığı” ile karşıtlık içinde, başından bu yana Tanrılarla birarada büyüyen bu uygarlık alanında bugün de doğal olan, normal olan, ve yaşama anlam ve değer vermeyi sürdüren duygu kim olursa olsun, ne olursa olsun hiçbir insandan esirgenmeyeceğine söz verilen Sevgidir. Hiç kuşkusuz Türkler de nefrete yeteneklidir, ama bu nefret insanlara inançlarından, renklerinden, ya da değerlerinden ötürü duyulan türden değil, tersine haksızlık olarak, türesizlik olarak duyunçsuzluk olarak görülen şeylere karşı duyulan türdendir. Bilinçsiz değil ama tam tersine baştan sona bilinçlidir. (2).

Eros ve Erek

Ruhçözümleme kuramının kendi mantığının terimlerinde, Eros uygarlığın ereksel güvencesidir çünkü Sevgi ile herşey olanaklıdır. Erek özgürlüktür. Ama Özgürlük belirlenimsizlik ya da kaos değil, tersine olanaklı dünyaların en iyisi olan bu dünyada insan özünün tüm güzelliği, tüm duygusu ve tüm gerçekliği içinde yaşamın kendisine biçimlenmesidir. Eğer bilinçle ilgisini arıyorsak, Özgürlük saltık olarak bilinçli olmaktır, aslında İstenç kavramının kendisidir. Ancak bu uygarlık öğelerinin, insanın bu özünün eksiksiz açınımı koşulunda istenç tüm istençte yalnızca kendini bulur, ki Özgürlüktür, ve ancak bu eksiksiz açınımda Benin bireyseli Bizin evrenseli ile bir ve aynı olur, ki Sevgidir. Özgürlük ve Sevgi bir ve aynıdır.

Özgürlük hiç kuşkusuz ancak onun değer, anlam ve önemini bilen insanlık tarafından istenebilir ve kazanılabilir. Başka bir deyişle, uygarlık kör düzeneksel nedenselliğin bir etkisi değil ama ereğe yönelik ussal, törel, ve estetik eylemin bilinçli yaratısıdır. İçgüdülerin baskılanışının beklenmedik bir yan-ürünü değil, ama tam tersine insan içgüdülerinin kendilerini de bilinçli duyguya yükselten bir ereksellik, bir özgürlük, bir bilinçlilik ürünüdür. Eros insanı kaba gücün hak olduğu doğa durumunun barbarlığından kurtarır, tüm kişiliği tekil, bireysel bir noktaya indirgeyen kör tutkunun, zorunluğu ile karşıtlık içinde topluluk yaşamını olanaklı kılan duyunç özgürlüğünü  güçlendirir, insanlığı bilinçsiz değil ama bütünüyle özbilinçli ussal birleşmelere doğru yönlendirir: “İnsanlık insan doğasının ereğidir”. Eros tüm biçimlenişlerinde bilinçsiz olana en uzak, bilinçli olana en yakın olan duygudur. Nefretin bilincin en altına itilmesi gibi, Sevgi de her zaman bilincin yüzeyine eğilimlidir. Tam olarak sevginin bilinçle bu ayrılmazlığı nedeniyledir ki, tüm bilinçsize karşı biricik çare sevginin kendisinden başka birşey değildir. Eros’un olduğu yerde gerçeklik, güzellik ve özgürlük de vardır. Olmadığı yerde uygarlık da yoktur. Bu düzeye dek, hoşnutsuzluk ya da hastalık koşulunu Uygarlığın bir yüklemi yapmak açıkçası uygarlık kavramının henüz yeterince iyi anlaşılmadığını gösterir. (3).

Batıda Varoluş “İlkesi” Olarak İçgüdü

Freud Eros’tan ayrı olarak çıplak içgüdüyü bir “varoluş ilkesi” olmanın değer ve onuruna yükselttiği ve onu “üst-ben” dediği nefret öğesi ile taçlandırdığı zaman, gerçekte hiçbir biçimde bütünüyle haksız değildir. Tam tersine, toplumsal endişe ile esinlenen modern dönem için önemli, ama trajik olarak önemli bir anlamda bütünüyle haklıdır. Freud Batı “uygarlığı” dediği yapıda Eros’un değil ama karşıtının, yoketme içgüdüsünün ağır bastığını ileri sürdü. Orada egemen olan yabanıl güçler topluluğu düşman uluslara, toplumu çatışan sınıflara, aileyi yabancılaşmış bireylere dağıtmaya ayarlanmış içgüdüsel eğilimlerdir. Ruhçözümlemenin terimlerinde, bu “uygarlık” genel olarak bilinçsizdir. Eş deyişle, bu “uygarlık”taki saldırganlık öğesi yalnızca sözde modern toplumları yöneten mini mini ve beyinsiz egemen sınıflara değil, ya da toplumsal yapının dibine çöken talihsiz tortulara da değil, ama genel kişilik yapısına ait bir yüklemdir.

Kökenlerini biraz aşağıda çözümleyeceğimiz sürekli bir bilinçaltı öğesi tarafından güdülen ve buna göre kendi öz belirlenimi üzerine olduğu gibi insanlığın evrensel doğası üzerine de bilinçsiz kalmayı sürdüren bir ruhsal yapı “Batı” uygarlığının ayırdedici özelliğidir. Bu özellik onu kendi gerçek doğasından ayırdığı gibi insanlık bütününe de yabancılaştırır.  Onu barbarlaştırır. Bu bilinçsiz güdünün bir etkisi olarak, modern kişilik insan olmanın önemli bir bileşenine, insan ilişkilerinde duygu etmeninin bulunuşuna yabancı kalmayı sürdürür. Bu onu inanç ve değere olanaklı en büyük kuşkuyla yaşlaşmaya götüren, böylece tüm modernist sonuçlarıyla Reformasyon ve Aydınlanma deizmini olanaklı kılan tarihsel-ruhsal koşuldur. Ama böylece aynı zamanda zorunlu olarak onu sinirceye yazgılayan, ve sevgi ve özgürlük kavramlarını gerçek değerleri içinde tanımasını ve yaşamasını saltık olarak olanaksızlaştıran koşuldur. Böyle bir ruhsallıkta uygarlık kavramının kendisini çürüten nefret yaratıları, Nazizm ve Bolşevizm, pozitivizm ve kübizm, ve bankalar ve nükleer bombalar gibi canavarlıklar serpilmek için gereksindikleri biricik uygun zemini bulurlar.

Avrupa’nın Modernleşmesi

Avrupa’nın modern dönemine doğru tarihte daha önce hiç yaşanmamış yeğinlikte bir nefret dalgasının kabarmakta olduğunu, bunun insanlığın sözde “en ileri” bölümü için yöntemli, sürekli ve kitlesel bir varoluş koşuluna doğru evrimlendiğini gözden kaçırmak güçtür. Bunun mini mini çocukları bile bağışlamayan acımasız bir sömürü üzerine dayalı işleyim devrimi ve despotik Aydınlanma ile, duyunçsuz anamalcılık ve sömürgecilik ile, paranoid uluslaşma ve dünya savaşları ile eşzamanlı olduğunu gördüğümüzde, bu süreçleri sarmalayan “duyguların” nasıl bir ruhsal yapıdan  kaynaklanabileceklerini gözden kaçırmamız da eşit ölçüde güçtür. Ruhçözümleme bu olguları ruhsal tözlerinde yakalar ve kavramsallaştırır, onlarda insan doğasının kökensel bir bozukluğunu ya da yetersizliğini değil ama kazanılmış bir bozulmayı saptar. Eros’un bakış açısı modern “ilerleme”nin insan doğasında bir büyüme ve özgürleşme olmaktan çok, insanlığın göreli olarak küçük bir bölümünün ruhsal yapısında insan doğasının kendisine aykırı ve yabancı bir başkalaşım olduğunu gösterir. Saldırganlık ile açıkça sıkı sıkıya ilişkili olan güç dürtüsü bu insanlık bölümünün “ilerleme”  için asıl güdüsünü oluştururken, bilimler bu türesiz süreç için ussallıklarından vazgeçerek pozitivist indirgenişe boyun eğerler, din ve törellik kuramları dizginsiz bir bencilliğin gereklerine ve aklanmasına ayarlanırlar, seçim dizgelerinden yasama süreçlerine dek bütün devlet yapıları ve bürokrasiler modern türesizliğin dinamik işleyişine uyarlanırlar. Böyle “modern ussallaşma” süreçleri birkaç yüz milyonluk bir nüfusu küçüklüğü ile ters orantılı bir yolda bütün bir dünya için dikkate değer, biraz ürkütücü, aslında oldukça rahatsız edici bir güç yapar. İnsan usunun tarih boyunca bilimlerde elde ettiği kazanımların tümünün bayağı kapitalistik ve yabanıl militaristik hedeflere altgüdümlü kılınmaları yarışmacı yaratıcılığı yalnızca bir türesizlik ve paranoya düzeninde cisimleşmeye götürür. İnsanlığın ekinsel kazanımları insanlığın kendisine karşı birer gözdağına çevrildiği zaman, bunun yarattığı hoşnutsuzluklar hiç kuşkusuz uygarlıktan bir uzaklaşmanın, barbarlığa ciddî bir yaklaşmanın sonucu sayılmalıdırlar.

Baskıcı “Uygarlık” = Barbarlık

Bu böyleyse, açıktır ki uygarlık için bir baskı düzeneği yalnızca gereksiz olmakla kalmaz, ama tam tersine onu ilke alan toplumsal yapıyı kaçınılmaz olarak kendi içinde hastalıklı ve bütün bir dünya için tehlikeli kılar: Modern sinirce insanlık dışı bir bedensel ve ruhsal sömürü sürecinin ve en sonunda nükleer yokoluş gözdağının bilincini karartır. İnsanın elindeki değersiz, anlamsız ve mutsuz varıloşun nasıl olup da gerçek değer, anlam ve mutluluk ile değiş tokuş edilebildiğinin, bu sonsuz aptallığın nasıl yer alabildiğinin anlaşılmasını engeller. Böyle uygarlık varoluşu için en sağlam temelleri hiç kuşkusuz bu bilinçsizliğin kendisinde bulur. Hiçbir egemen sınıfın, hiçbir ideolojinin, hiçbir propagandanın gücü böylesine yaygın ve sürekli bir yanılsamayı yaratamaz. Bütün bir insanlığa 400 yıldır yaşattığı ardı arkası gelmez yıkımlarla, Batı “uygarlığı” tarihin beklenmedik bir yan-etkisi gibidir. Ve kendinde amaçlı olarak kurulu bir yapı değil ama ereksiz bir saçmalık ürününe benzediği düzeye dek, böyle “uygarlık” kurma işine yöneltilen yokedici içgüdünün elinden çıkmış olma izlenimini verir. Sigmund Freud’un Batı “uygarlığı” için çözümlemesi, tıpkı ondan yüz yıl kadar önceki Alman Romantik ve İdealistlerinin eleştirileri gibi, modern dönemde bu uygarlığın kendi içinden üretilen biricik gerçek çözümlemeler sınıfına aittir. Ve insan doğasının gerçek değerleri karşısında yapıldığı düzeye dek, en küçük-düşürücü çözümlemedir. Değer diye bildikleri şeylerin gerçekte birer bayağılık olduklarının ileri sürüldüğünü duyan ve bilinçaltlarının en derinlerinde incinenlerin tepkisi kaçınılmazdır. Freud’a karşı bu “uygarlığın” ya da “Batı değerlerinin” en tutkulu savunusunu yapanların bugün de insanlık değerleri ve hakları  konusunda da özellikle bilgisiz ve özellikle duyarsız olan pozitivistler olmaları hiç de hayret edilecek birşey değildir. Ruhçözümleme öz-saygılarını incittiği bu entellektüellerin önüne kuramlarında açıkça bilinçsiz oldukları vargısını bırakır, onlara düşüncelerinin özgür olmadığını, dürtüsel bir ton taşıdığını duyumsatır. (4)

Batıyı insanlığın bütününden ayıran ve ayırdeden modernist değişimin usdışı belirtileri “Batı değerleri”nin bakış açısından “usdışı” olarak algılanamazlar. Normal olarak algılanırlar. Ve bu bilinç için algılanamayan olmayandır. Batının engin bilinçaltı bölgelerinin sonu gelmek bilmez bir insanlık suçları dizisi ile yüklü olmasına karşın, bunları böyle algılamak ve böyle yargılamak Batı değerlerinin üstünde ve ötesinde ve ötesinde sağlıklı ruhsal ve ussal ölçütlerin, gerçek insan değerlerinin usun günışığına çıkmış olmalarını ve doğrulanmalarını gerektirir. Belirli bir moral büyümeyi gerektirir. Bu ise Batılı olmaya son vermekten başka bir anlama gelmez. Başka bir deyişle, hem Batılı olmak hem de insan haklarını tanımak olanaksızdır.

– Dün Naziler on milyonlarca insanın yokoluşuna neden oldular

– Bugün Demokratlar yüz milyonlarca insanı yoketmeye hazırdırlar.

Batılı birey için herşeyden önce insan yaşamının kendisi henüz bir değer düzeyine yükselmiş görünmez. İnsan aşağı yukarı bir “şey” gibidir – kullanılabilir, yararlanılabilir, ve sonra bir yana atılabilir. Çok kısa bir süre önce yaşanan Bosna trajedisi İkinci Dünya savaşından bu yana insan hakları Kavramının anlamını ve önemini daha iyi kavramaya başladığı söylenen “uygar” Avrupa’nın gözetimi altında olanaklı oldu. Ama olgulardan genelleme geçerli değildir. Tersine, her durumda tikel olguyu evrensel ilkeden türetmemiz gerekir. Buna göre, örneğin a priori biliriz ki insan hakları kavramına yabancı bir ekinde sözde bu hakları savunmak üzere kurulan derneklerin kendileri insan haklarını çiğnemeye ayarlanmış olmalıdırlar. Bu tüm ruhçözümsel “suçluluk duygusu” kuramının gerçekliğini sınayacak bir tümdengelimdir. Olguya egemen ve onu belirleyici olmalıdır. Ve öyledir. Bugün bile Human Rights Watch ve Amnesty International gibi Batılı insan hakları örgütleri binlerce sivili yokeden terör çetelerini “terör çeteleri” olarak algılayamaz, tersine onları meşru politik örgütler olarak tanır ve kendileri ideolojik konum üstlenerek nefretin doğrudan, açık ve edimsel işbirlikçileri olurlar. Böyle “insan hakları” örgütleri için de nefretin çağrısı kendinde türeden çok daha güçlüdür. Nihilizme taze kan katarlar.

Dünyayı değiştirmek için ilkin onu yoketmek isteyen ideolojinin şiddet ve nefret ile mantıksal ilişkisi verildiğinde, bu tür olgular şaşırtıcı olmaya bütünüyle son verirler. Yalnızca ve yalnızca a priorinin olgu üzerindeki gücünü doğrulayan ek kanıtlar olmaya indirgenirler. Batı bilinçaltını belirleyen suçluluk duygusu ve ona bağlı saldırganlık eğiliminin dinamiği bu bilincin insan hakları alanında da haktanır olmasına izin vermez. Freud salt bilinçsiz bir saldırganlık eğilimini simgeleyen “üst-ben”  kurgusunu “uygar” duyuncun  kendisi ile özdeşleştirdiği zaman, gerçekte yalnızca işlerin bu kötü durumuna anlatım vermektedir. (5).

Buna göre, modern Batı ussallığı ruhsal sağlığının durumunu en iyisinden Nietsche’den, Marx’tan ve Hitler’den gelen öz-eleştirileri püskürtebilmenin terimlerinde ölçer. Hastalıklı üst-ego ilkel alt-egonun önünde, sapık değerler bencil bayağılıklar karşısında gerilediği zaman, böyle başarının gizli kapitalizm ve demokrasi arasında işleyen, ideolojinin hakkından gelen, ve giderek tarihin sonunu tanıtladığı ileri sürülen modern “uyum” etmeniyle açıklanır. Bu masalın üstünde ve ötesinde, dizgenin ona özünlü sadizmi sürekli denetlemek zorunda olması Ölüm İçgüdüsü ve Eros arasındaki savaşımın modern “uygarlık” için rastlantısal değil ama zorunlu olduğu görüşünü dikkate almaya zorlar. Ama Batı terimi Doğu terimi ile görelidir, ve tablo saldırganlığın içe mi yoksa dışa mı çevrileceği konusunda da tam olarak Freud’un öngördüğü gibidir. Göreli de olsalar, “Batı değerlerinin” hiç olmazsa demokratik ve ekonomik işlerliklerinden duyulan gurur ve kibirle, bu “uygarlık” alanı “dışarıya” karşı solundan sağına dek bir iç bütünlük sergiler ve dünyayı West and the Rest olarak algılamayı sürdürür.

Freud’un “Uygarlığımız, genel olarak konuşursak, içgüdülerin bastırılması üzerine kurulmuştur” önermesi modern dönemin başlarında moda olan ilksel Doğa Durumu miti ile aynı öncülden doğar: Uygarlığı önceleyen durum bir özgürlük, engelsiz doyum, sınırsız mutluluk durumudur – insanlığın suçsuz Altın Çağı. Ama bu Aydınlanma yanılsamasının tam tersine, alt içgüdü durumu bir yabanıllık, acımasızlık, yokedicilik durumudur ve orada güç haktır. İnsan için böyle soyut bir durumun varolmaması olgusu bir yana, analitik bir paradigma olarak, tinselliğin bütünüyle dışlanması olarak, bu durum dolaysızca hayvanın durumudur. Ve hayvanın varoluşunda baskı olanaklı en anlamsız, en saçma kavramdır. Giderek bu anlamda içgüdünün hiçbir zaman baskılanmadığını söylemek gerekir: “Bilinçaltında bile bir içgüdü tasarım yoluyla olmaksızın temsil edilemez” (1915’e, III.2). Ve gene de içgüdülerin, özellikle yokedicilik içgüdüsünün bastırılması, denetlenmesi, bir kendini-yoketme noktasına erişmesinin engellenmesi diye birşeyden söz etmek hiçbir biçimde bütünüyle saçma olmayacaktır. Bu çözümleme doğal durumun olmasa da modern durumun kendi olgularının bir vargısıdır.

Sevgi bireyin dışlayıcı öz-duygusundan, bencilliğinden vazgeçmesi, kendi benliğinin duygusunu başkasında bulmasıdır. Bir duygu olarak, arı içgüdü ekininin aşılmasını, uygarlığa girişi anlatır. Açıktır ki, uygarlığı tanımlamak için içgüdü değil ama duygu terimini kullanırız. Bilinçli istenç bilinçsiz içgüdüden güçlüdür, ve onu hasta etmeden güder. Bu düzeye dek, uygarlık ve içgüdü arasındaki ilişki bir baskılama olarak değil ama içgüdünün duyguya yükselmesi olarak işler. Ve uygarlık süreci eğer bir süreçse, eğer tinselliğin gelişmesi, insanın büyümesi ise, genelde uygarlığın değil ama modern uygarlığın bastırdığı şey tam olarak bu duygudur, eşeysellik değil. Freud’un önermesinin tam tersine, “modern uygarlık” eşeyselliği bastırmaktan bütünüyle vazgeçmiş, sevgisizleştirilmiş içgüdü hiçbir zaman doyuma ulaşamayan biçimlerinde modern ekinin temel direklerinden biri olmuştur. (6).

(1)Yöntem Üzerine : Bir kuramın değeri ne olursa olsun, doğrulanması için olduğu gibi yanlışlanması için de yaşamda sınırsız bir olgular bolluğu bulunabilir çünkü olgular onları olgular yapan bakış açıları ile görelidirler. Kendinde olguyu, gerçekten  varolan olguyu ancak kendi iç mantığında eksiksiz olarak tutarlı bir kurgul çözümleme tanımlayabilir. Kavramları yalnızca mantıksal anahatlarda ele alan bir çözümlemede reel yaşamın ideal kuram ile bire bir çakışma göstermesini beklemeyiz. Bunun dışında, doğal zorunluk ile karşıtlık içinde özgürlük tarafından belirlenen tinsel dünya kendini yeni ilkelerine, yeni kavramlarına dolaysızca uyarlamaz, ama bunu zamansal bir oluş sürecinde aşamalı olarak yapar. Ve çözümlenecek olanın bir oluş sürecinde  olması kuramın olgularla ilişkisini kavrama güçlüğünü biraz daha artırır, yaşamın tüm ayrıntıda örgütlenişini eksiksiz kuramsal izdüşümünde yeniden yakalamak insanüstü bir iş olarak görünür. Buna göre, ilkin kavramlarımızı en temel ve en belirleyici olanlara sınırlar ve daha uzak kavramları soyutlarız. Böylece, örneğin reel modernliğin kendisi ideal modernliğe bir yaklaşıklıktan daha çoğu değildir, ve olguda “ideal modernleşme”den değil ama ancak şu ya da bu ölçüde modernleşmiş ama bunun dışında geleneksel doku artıklarını henüz içinde barındıran toplumlardan söz edebiliriz. Örneğin yaşamda anlam ve değer yitimi modern toplumun ayırdedici ruhsal-duygusal özelliğidir dediğimiz zaman, bu önerme reel olarak ilkin Batıda tüm toplumun değil ama nüfusun ancak % 2 gibi bir oranının intihar etmesi olgusu tarafından daraltılır (insanlık için kötümserlikten başka bir duygu taşıyamayan Camus’nün kendisi bile ona tutarlı görünen bu seçeneği reddetmişti). Ruhsal çöküntü sevgisiz çocukluğun yetişkin bireydeki zorunlu ve evrensel sonucudur dediğimiz zaman, bu bağıntı tüm toplumun ya da her bir bireyin değil ama söz gelimi bir Aydınlanma ve Reformasyon başyapıtı olan ABD’de her yıl 10.000.000 kadar bireyin reçeteli Prozac kullanması olgusu tarafından sınırlanır, ve daha başka düzinelerce ruhsal uyarıcının ve tonlarca yasal ve yasadışı uyuşturucunun insan ruhları üzerine boşaltılması gibi ek veriler biraraya eklendiğinde bile kuramsal ilkenin olgunun kendisi ile tam çakışmasını sağlamayı başaramazlar. Modernizmi reddetmek, sevgiye ve idealizme, güzelliğe ve romantizme sarılmak her durumda insan doğasının sığası içindedir. Buna göre tam olarak nihilist, tam olarak sadistik, tam olarak materyalist, tam olarak modernleşmiş toplumun bir olgu olarak varolamayacağını ama bunun yalnızca bir soyutlama olduğunu, insan özünün ussal ve ruhsal savunma düzeneklerine böyle yokedici bir reel-ideal çakışmasına izin vermeyecek denli sağlam olduğunu kabul ederiz. Hastalık sağaltım olanağını içerdiği için hastalıktır: Modern toplumu yalnızca akademik dokusunda yakalayan iletişimsiz ve dolayısıyla iyileştirilemez şizofrenik postmodernizmin tersine, paranoid modernizm insanın us ve duygu yeteneğinde tersinir olmayan bir bozuluşa yol açmaz ve ruhsal çözümleme için, iyileşme için gerekli olan kavramsal iletişimin henüz açık kalan kanallar aracılığıyla kurulmasına izin verir. Tinin yaraları her durumda ve geride hiçbir iz bırakmadan iyileşmeye açıktırlar.

Geçerken belirtebiliriz ki, olgu ve kavram ilişkisi söz konusu olduğunda sözde “mantıklı” ya da “mantıksız” pozitivist eleştiri (Popper ve başkaları) kendi “duyusal” ölçütleriyle hiçbir zaman mantıksal çıkarsama üzerine dayalı kuramı vurmayı başaramaz. Pozitivizmin görgül sınama dediği şeyin gerçekte tekil duyumlar değil, ama evrensel düşünceler tarafından belirlendiği düzeye dek açıktır ki pozitivist eleştirinin beş duyunun sınavına soktuğu baştan sona kavramsal yapı böyle bir sınamanın kendisini sınar. Ve bu aptalca girişimi çürütüp atar. Mantıksal bir yapı ancak mantıksal sınamaya açıktır, ve kuramın sınanması aynı zamanda onun tarafından belirlenen olgunun ya da görüngünün de sınanması, kuramın yanlışlığı olgunun da yanlışlığı, değişmesi aynı zamanda olgunun da değişmesidir. “Duyusal-görgül sınama” tekerlemesi varoluşunu ancak pozitivistin doğal, saf tasarımsal bilincinde bulur, ve bir tasarım ilanı olarak bu bilincin altında pozitivist direncin baskıladığı engin bir ussal yapı, ruhçözümlemeye de tüm içeriğini veren bütün bir kavramlar evreni yatar. (Biraz daha ayrıntı için bkz. “Yöntem üzerine:Ek.”)

Yöntem Üzerine: Ek Eğer gerçekliğin bilgisinin modern dönemde ilk kez Hegel’in belirttiği, açımladığı ve uyguladığı anlamda dizgeseltanıtlı ve yöntemli olması gerektiği düşünülüyorsa, bu koşulla saltık olarak anlaşıyorum. Ama bu koşul dizgesel yapısını ya da yöntemsel aygıtını belirtik olarak sergilemeyen hiçbir yazının yazılmaması gerektiği anlamına gelmez. Ve ayrıca kendisi tanıtlama idealinin ne olduğunu kavramış bir bakış açısı tarafından değerlendirilme isteminde diretir. Böyle girişimlerin yine herşeyden önce Hegel’in Ansiklopedi’si durumunda görüldüğü gibi iyileştirmeye her zaman açık olduklarını dikkate almamız gerekir. Bu çözümleme girişiminin kendisi idealizmi tüm ilgili anaçizgilerinde dikkate alan bir düzlemde üretildi. Yalından karmaşığa doğru bir ilerleme yöntemi izlenmedi. Böyle bir yöntem henüz felsefe tarihinin kendisinde de denenmiş değildir. Tam tersine, Hegel’in kendisi de Mantık Bilimi’ne “Varlık kendinde Kavramdır” önermesiyle, mantığın ilkesini ve ereğini birlikte içeren ve ancak dizgenin bütün kapsamının düzleminde anlaşılabilecek bir önermeyle başlar. Bu Aristoteles’in “Bütün parçayı önceler” ilkesi ile aynı şeydir. Burada da daha genel kavramlar açısından olduğu gibi Freud’un ele aldığı görgül içerik açısından da yükselen bir hiyerarşi ya da didaktik bir ton izlemek yerine, uslamlamalar baştan sona bir ve aynı bütünün düzleminde açılırlar: O bütünde her kavram başkalarıyla daha şimdiden ilişkisini kurmuş, kendini daha şimdiden onlar karşısında ve onlar yoluyla belirlemiştir.

Freud ruhçözümlemenin kuramsal temeli olarak tasarladığı metapsikolojik denemeleri üzerine çalışırken 1915’te Lou Andreas-Salomé’ye şunları yazdı (1966a): “Gereç üzerinde dizgesel olarak çalışma benim için olanaksız görünüyor; gözlemlerimin parçalı doğası ve düşüncelerimin dağınık özellikleri buna izin vermiyor. Ama eğer bir on yıl daha yaşarsam, ve o zaman boyunca çalışma yeteneğimi koruyabilirsem, açlık çekmezsem, öldürülmezsem, ailemin ya da çevremdekilerin sefaleti tarafından çok derinden engellenmezsem – tüm bunlar koşullar olarak biraz fazla olsalar bile – o zaman ona daha öte katkılarda bulunacağıma söz veriyorum”.

Ruhsal yapının, ama sağlıksız bir ruhsal yapının modern dönemde kuşkuculuk olarak bütün bir felsefe tarihinin kendisinde de bir sapmaya yol açması, bütün bir modern görgücülüğün bir felsefecilik olmaktan çok bir felsefesizlik, ruhbilimsel bir sapınç sergiliyor olması hiç kuşkusuz tarihsel sürecin üstlendiği modern biçime uygun düşmeyen rastlantısal bir olay değildir. Evrensel ekinsel sapmayı yansılayan bir eğilimdir. Bilme nefretine, sevme nefretine, bütünüyle tutarlı olarak, güzellik nefreti eşlik eder: Modern Sanatın dolaysızca patolojik yapıtları yalnızca yaygın bir ruhsal ve buna bağlı estetik bir çöküntüye anlatım vermekle kalmazlar, ama koşutunu bilgisizlik/kuşkuculuk ve nefret/güç-istenci eğilimlerinde bulan bir biçimsizliğin yeğlenmesinden doğarlar.

Son olarak, Ruhçözümleme kuramı açısından burada temel alınan başlıca öncüller şunlardır:

1) Eşeysel belirlenim sürecinin (Freud’un yanlışlıkla ve kabalıkla “Ödipus karmaşası” dediği süreç) bilinçsiz değil ama bilinçli olması uygarlığın saldırganlık ya da yokedicilik içgüdüsünün yan-ürünü olduğu görüşünü gereksiz ve geçersiz kılar (İçgüdü yerine İstenç). Bilinçsiz  her olgu ilkin öznenin kavramsal gelişiminin düzeyi ile uyumlu olarak belirlenen bilinçten geçer.

2) Bilinçsiz etmenden bütününde bağışık olan uygarlık süreci “Tanrının ölümü” mitolojisi üzerine bir “a) suçluluk duygusu ≥ b) bilinçaltı oluşumu ≥ c) saldırganlık eğilimi” tepkimesinin etkisi altına girer ve modernlik niteliğini kazanır. Her “modern” olgu bu bilinçsiz etmenle tutarlıdır [Aziz Yardımlı © 2000-2001].

(2) Sofokles’ten Özür: Uygarlığı nihilist yokoluşu savını çürütmenin ruhçözümsel yolu uygarlığın temelinde baskının yatmadığını, uygarlığın bilinçsizlik ile bir olmadığını tanıtlamaktır. Freud’a göre bu eşeysel kökenli ve içerikli baskı Ödipus sürecinin evrensel kalıtıdır ve bireysel hastalığın olduğu gibi tarihteki biricik yanlışlığın, aslında tarihin kendisinin bir yanlışlık olmasının da nedenidir. Bu bilinçsiz öğenin varlığı özgür istenci bir mite indirger, tarihî ussallığından sıyırır, ve böyle arkatasarda insan ne yaptığını bilmeyen bir otomat düzeyine düşerken özgürlük, erek, değer, mutluluk gibi kavramlar birer kuruntu olurlar. Bu tabloyu böyle betimleyen baskıcı-bilinçsiz  ruhsal içeriğin kendini anlatmasının biricik yolunun saldırganlık eğilimi olması ölçüsünde, ölüm içgüdüsü yokedici özerk bir güç olarak insan varoluşunun yazgısını ele geçirir. Varoluş saçmalaşır. Ama Ödipus sürecinin bireysel eşeysel karakter belirlenimini bir baskı düzeneği yoluyla kurduğu önsavı bu belirlenimin bilinçsiz değil ama bilinçli olduğu ilkesi ile düzeltildiğinde, içgüdünün yeri istenç tarafından alındığında, ereği eksiksiz uygarlık kurmak olan bütün bir Tarih o nihilist ilk ve sondan kurtulur, uygarlığın kendisi erotik bir süreç olarak gerçek anlam ve değerini kazanır. Ve ek bir kazanım olarak, ama Klasik Trajedinin sanatsal arılığı açısından sonsuz önemi olan bir düzeltme olarak onurlu Ödipus onu öz-bilinçsiz bir yaratığa indirgeyen, kişiliğini ve yazgısını bir itkinin, bir içgüdünün eklentisi gibi gösteren uygunsuz bir andırımdan kurtulur. (Aynı şey Klasik Eros’un bir duygu değil, ama bir “içgüdü” olarak görülmesi için de geçerlidir. Klasik mitolojide bir “içgüdü” tanrısı gibi birşey yoktur. Eros bir yandan Kaos’tan sonra gelir, ve kendisi ölümsüzlerin soyunun nedenidir. Bir başka geleneğe göre, Afrodit’in oğlu ve tanrıların en gençlerinden biridir. Ve kimilerine göre Eros kendisi Zeus’tan da güçlü olan tanrı Ananke’den daha güçlüdür.)

(3) İçgüdü Üzerine. İnsan Yaşama İçgüdüsü ile, örgensel eksikliği, uyarıyı, hazsızlığı hazza yükselme eğilimi ile doğar. Onu öğrenmez. Tersine, Yaşama bağlılık eğilimi doğuştandır, a prioridir. Ve içgüdüde doğuştan bir bozukluk, doğuştan bir kötülük, kendi ile a priori bir çelişki yoktur. Böyle birşey – örneğin özerk bir Ölüm İçgüdüsü varsayımı gibi birşey – usdışı olurdu, “saçma” olurdu, aslında varolmazdı.

İnsanlar içgüdüleri üzerine uygarlık kuramasalar da, kuşlar içgüdüsel olarak pekâlâ bir yuva kurabilirler. Hayvanlar içgüdüsel olarak insanlardan çok daha yeteneklidir. Doğal olarak. Ama insanın belirlenimi doğal zorunluğun üzerine, tinsel özgürlüğe, düşüncenin evrenselinebilince yükselmektir. İçgüdünün en belirgin yanı duyusal, böylece bireysel, böylece tekil, özel, dışlayıcı, kapalı, iletişimsiz bir soyutluk noktası olmasıdır. İçgüdü en gözüpek analitik düşünürden de daha analitiktir: İçgüdü evrensele yeteneksiz bir bireysellik yeğinleşmesidir. Bu aynı zamanda bireysel içgüdünün evrensellerin yetisi olan usun kendisinden uzaklığının bir ölçümünü ve anlamını verir. Klasik tarih, modern tarihin tersine, bileşiminde içgüdü kavramı olmaksızın işleyen bir süreçtir. Ve Klasik ruhbilim de David J. Murray’a göre, “içgüdü” kavramı ruhbilime ilkin Farabi tarafından ve hiç kuşkusuz hayvanlar bağlamında kazandırıldı. (A History of Western Psychology, 1983, S.50). İçgüdü toplumsal-tarihsel bir etmen olmasını, giderek uygarlığın kendisi için ciddî bir gözdağı olarak önem kazanmasını Avrupa’ya borçludur.

(4) Anglo-Saxon Görgücüler ve İnsan Hakları: Tüm varlığın ussallığını tanımaktan başka birşey olmayan idealizm doğal yasayı, Göğün ilksiz-sonsuz yasalarını, evrensel insan haklarını a priori doğrular.Tüm pozitif yasanın, tüm yazılı yasanın insan doğasının gerçek değerlerine, duyuncun kendisine uygun ve böylece özgürlüğün kendisinin anlatımı olması gerektiğinde diretir. Buna karşı irrasyonalist kamp da kendi mantığını izler ve görgül olmayan, yasa kitaplarına “yazılı” olmayan “doğal yasa” gibi, “insan hakları” gibi saçma sapan İdeaları çürütür. Sözde “duyunç özgürlüğü” gibi bir değer üzerine kurulu olan Protestan Batının duyunçsuzluğu ile demek istediğimiz şey yalnızca ve yalnızca budur. Bu duyunç yadsıması ilineksel değildir. Hıristiyanlığın pozitf doğasından gelir, ve halksal moral bilincin olduğu gibi halk felsefecilerinin moral çözümlemelerinin de ilkesini oluşturur. “Özgürlüğün” en coşkulu savunucularından olan ve değeri modern “özgürlüğü” tanımlamasına bağlı olan büyük İngiliz düşünürü J. S. Mill “haklar en sonunda yararlık üzerine kuruludurlar” der (ve bizi büyük olmayan İngiliz düşünürlerinin nasıl düşünebilecekleri konusunda meraka düşmekten kurtarır). İngiliz yararcısı Bentham “Rights (hak) is the child of the law,” diye yazar; “from real law come real rights; but from imaginary laws, from «law of nature,» come imaginary rights”. “Natural rights is simple nonsense.” Bu kişilikte idealizmin, insanlığın en küçük bir kırıntısı bile bulunmaz. Kuşkucu Hume elbette Bentham ile anlaşma içindedir: “Natural law and natural rights are unreal metaphysical phenomena.” Modern entellerden örneğin Wittgenstein ve Austin için yasanın gerçek anlamı yine aynı Anglo-Saxon “felsefe”nin bir başka sözcüsünün, Thomas Hobbes’un bir deyiminde özetlenir: “The command of sovereign.” (İng. Alıntılar: Enc. Britannica, 1986, 20, 715). Bakış açılarında görülen böylesine tam bir uyum ve birlik neredeyse bu türdeşliğin kalıtımsal bir entellektüel özellik olabileceğini düşündürür. Kuzey Carolina’nın köleci anayasasının yazarı da olan John Locke’a göre mülk iyesi olmayan insanların politikada ya da hükûmette rolleri olmamalıdır. Kant için, “insanın yamuk tahtasından doğru hiçbirşey yapılamaz.” Vb.  Bir kuşkucunun, bir irrasyonalistin insana değer vermesi a priori mantıksızdır. Ve bu düşünürlerin işi “mantıklı” olmaktır.

(5) İdeoloji ve Nefret : Dünyayı değiştirmek isteyen sol-sağ ideolojinin vazgeçilmez bileşeni olarak şiddet ideolojinin modern topluma özünlü bir ve aynı nefret öğesine bağımlılığını dolaysızca gösterir. Modern hoşnutsuzluğa özdekçi ya da ırkçı toplumcu tepkilerin kararlı oldukları düzeye dek, modernizmi yenme izlencelerinde gerçekten tutarlı oldukları düzeye dek, şiddet hedefe ulaşmanın yalnızca aracı olmakla kalmaz, ama amacın kendisi olur: Yokedicilik birincildir. Daha açık bir deyişle, ideolog için bir kişilik güdüsü olan şiddet aynı zamanda kendinde bir erektir, sık sık kişinin sağda mı yoksa solda mı olduğunun hiçbir önemi yoktur. Kuramsal, düşünsel tutum kılgısal tutumu önceler, eylem bilgiden önce gelir. Kendisi nihilist-materyalist bir ideolog olan Sartre’ın belirttiği gibi şiddetin “çekici” bir yanı, giderek belki de “eşeysel” bir imlemi vardır. Uygulamada, yalnızca tiranlığı kurmak için değil ama onu sürdürmek için de, yalnızca dışa yönelik saldırganlık olarak değil ama iç baskıyı sağlamak için de vazgeçilmez araçtır. Bu özdekçi inak biçimi herhangi bir tinsel değer tarafından belirlenmediği için, saldırganlık ya da yokedicilik içgüdüsü eyleminde hiçbir sınır tanımaz.

(6) Freud İçin İçgüdü : Freud yalnızca Eros’u değil, ama insanla ilgili herşeyi, tüm insan etkinliğini tutarlı olarak içgüdüye indirgemekle suçlanamaz. Tutarsızdır. Zaman zaman tersini yapar, içgüdülerin kendilerini yükseltir, onlara bilginin, tam olarak özbilinçli olanın kendisinin değerini yükler. Eşeysellik üzerine Üç Deneme’sinde(S.129) Wißtrieb ve Forschertrieb gibi “içgüdüleri” açıklar. Bu bilme içgüdüsü ya da araştırma içgüdüsü gibi “yetiler” Freud’un içgüdüden genellikle onu eleştirirken denmek istenenden nasıl ayrı birşey anladığını gösterirler. Yine aynı yerde (S.139), bu kez insanı doğal olanın yakınına getiren “beslenme” gibi doğal bir işlevi eşeysel etkinlik olarak kabul eder. Her dizgesel düşünür gibi, Freud da tüm kuramsal yapısını tek bir ilke üzerine kurmaya çalışır. Bunda haklıdır. Ama bu mantıksal pekinlikle içgüdü ilkesini Sanat, Din, Felsefe gibi etkinliklerin, giderek bütün bir Uygarlığın kökensel kavramı olarak uyguladığı zaman, yanlış bir noktadan yola çıkan doğru uslamlamalar yalnızca usdışı vargılara götürürler. Açıktır ki, Freud OBen ve Üstben gibi kendi buluşu olan yetileri yine kendisinin içgüdüyü ussal ve moral boyutlara büyütmesini ya da genişletmesini anlatmak için kaçınılmaz olarak yaratmak zorundadır.